Maxime Chattam – Les

Gökyüzüne gri bir renk hâkimdi. Sanki yarısaydam bir ağ, içinde ışığı hapsederek sadece renksiz bir aydınlığın geçmesine izin veriyordu. Üsteki binlerce asker dudaklarında sigara izmariti veya kürdanla, çadırlarında kart oynayarak veya zar atarak vakit geçirirken, diğerleri tahta sandıkların etrafında sohbet ediyorlardı. Kimi birlikler ise çoktan gemilere binmişti ve kamp yeri haline gelmiş bu savaş gemilerinde yaşıyorlardı. Bekleyiş tüketiciydi. İşaret bekleniyordu. Önce ya bir subay toplantısından ya da komuta merkezinden yayılan bir söylenti ortalıkta dolaşacaktı. Ve birkaç dakika içinde, buraya toplanmış tam teçhizatlı binlerce askerin bundan haberi olacaktı. O zaman safları teşkil etmek, güneye doğru, hüzün verici belirsiz bir geleceğe hareket etmek gerekecekti ve ateş altında ya hayatta kalınacak ya da yok olunacaktı. Kırmızı tuğladan birleşme yerleri ve beyaz saçak altlarıyla komuta merkez binası limana tepeden bakıyordu. İkinci katın odalarından birinde Teğmen Craig Frewin pencereden, içlerinde kaynayan yemek kazanlarından günün her saatinde kokuların yayıldığı tahta kulübelerin etrafındaki iç içe geçen kahkahaları, homurdanmaları ve küfürleşmeleri izliyordu. Frewin, güçlü göğüs kaslarının gerdiği bir asker gömleği giymiş, ellerini arkasında kavuşturmuştu. Geniş ve iri omuzlarıyla heybetli bir adamdı. Kırk yaşına usulca yaklaşırken griye çalan sarı saçları, kirli sakalının altında sert yüz hatları ve bu hatları yumuşatan ince burnu ile dolgun dudakları ona belli bir çekicilik veriyor, koyu kahverengi gözlerindeki siyah pırıltı da bu görünüşünü tamamlıyordu. Tuğgeneral Colin Toddwarth’ın söylediklerini dinliyordu.


“Craig, birbirimize açık olalım, ne de olsa uzun zamandır tanışıyoruz. Bunun senin hoşuna gitmediğini biliyorum, ama başka bir seçeneğimiz yok. Ekipleri olduğu gibi muhafaza etmek için MP’de 1 yeterli adamımız yok. Senin adamlarının hepsi bir müfrezeye, olmadı bir bölüğe tayin edilecek.” Hareketsiz duran Frewin her zamanki ağırbaşlılığı ve yapmacık bir kibarlıkla cevap verdi: “Hücum bölüklerine dağıtılırsak hiçbir işe yaramayız Colin. Bu çok saçma. Bizim işimiz soruşturma yapmak, savaşmak değil.” Colin Toddwarth kelimelerin üzerine basarak ayağını yere vurdu: “Bunların hepsini biliyorum. Ama… Her şey değişiyor. Oraya varınca bu bölüklerin birliğini sağlayacaksınız. Tamam, bu hiç kolay olmayacak. Korkunç sıkıntı çekeceğiniz kesin. Firar girişimleri olacaktır. Bunlara engel olacaksınız ve gerekirse cezalandıracaksınız, bu konudaki talimatlar çok açık. Askeri Polis statünüz öncelikli, ama yine de ilgili birliğin komutanıyla mutabakat sağlayın.

” Frewin sükûnetini bozmadan “MP’ye bunun için katılmadım” dedi. “Bekçi köpeği rolü oynamaya niyetim yok.” “Kararı ben vermiyorum, üzgünüm. Ama sizlerin, ilk saflarda çıkarmaya katılmayacak takımlara atanmanıza dikkat ettim. Böylece ilk kargaşa sona ermiş olacak…” “Sonuç olarak her şeye karar verilmiş” dedi Frewin soğuk bir ifadeyle. Tuğgeneral bıyığını sıvazladıktan sonra karşılık verdi: “Sen Drake’in birliğinde olacaksın, takım sonradan belirlenecek. Swordfish adlı bir destroyere bineceksiniz. Frewin sonunda üstüne doğru döndü. “Hiç olmazsa adamlarımı bu konudan ilk benim haberdar etmeme izin verir misin?” Toddwarth bir gözünü kırparak onaylamadan önce on saniye kadar bekledi. Bedeninden sağlık fışkıran bu iriyarı adama şefkat ve hayranlık karışımı tuhaf bir duyguyla bakıyordu. Araştırmayı bu denli önemseyen sadece Frewin’di. Askeri Polis’tekilerin büyük çoğunluğu, rollerini kendilerine büyük bir güç verdiği için seviyordu. Frewin’se buna aldırmıyor, ne kadar tatsız olursa olsun soruşturmaları tercih ediyordu. Bir cesedi incelemeye gitmekte ya da kendine has yöntemleriyle bir zanlıyı takip etmekte her zaman o gönüllü olurdu. Psikoloji seminerlerine katılmak için izin isteyen tek asker Frewin’di.

Toddwarth, onun daha ziyade şiddete dayalı ölüm vakalarıyla ilgilendiğini anlamıştı. Ahlaksızca bulduğu savaştaki ölümler değildi onun ilgisini çeken; asıl ilgi alanı, gizli ve özel olan gölgedeki ölümdü. Toddwarth ona bunun nedenini sormuştu. Yanıtını hiç unutmayacaktı: “Zira tüm yaşam burada, kısacası birinin, diğerinin yaşamına son vermeye karar verdiği o sarsıcı anda.” Askeriyede bir cinayet işlendiğinde, Frewin ışıldayan gözleri ve araştırmacı bakışlarıyla tek kelime etmeden soluğu orada alırdı. Toddwarth teğmeninin karşısında tuhaf bir duyguya, bir tür korkuya kapıldı. Bu aşırı güçlü bedende bu kadar karmaşık kişilik kaygı vericiydi. Frewin son bir soru sormak için eşikte arkasına döndü: “Bu iş ne zaman olacak?” Tuğgeneral başını salladı. “Buna genelkurmay karar verecek. Şu sırada denizin hali kötü. Ancak her an hareket edebilirsiniz, sana tüm söyleyebileceğim bu kadar.” Craig Frewin çadır halatlarının, bekleyiş içindeki askerlerin, ağız mızıkalarından çıkan karman çorman seslerin ve bağırış çağırışların arasında yürüdü. Adamlar vakit öldürüyordu. Ekibinin çadırlarının ortasında duran kendi çadırına vardı. Ergenlikten kalma sivilce izlerinin bozduğu yüzü ve nereye koyacağını bilemediği uzun kollarıyla, Frewin’in dikkatli ve sadık çavuşu genç Matters, herkesten uzakta, katlanır bir iskemlede oturmuş, çizgi roman okuyordu.

Görünümlerinden başka hiçbir benzerlikleri olmayan, yüzleri çillerle kaplı, herkesin “ikizler” dediği iki kızıl, Clauwitz ile Forrell müstehcen bir dergiden koparılmış resimlerin başında sohbet ediyordu. Kevin Matters, üstü yanından geçerken kendisine laf atmasını bekleyerek başını kaldırdı. Frewin tek kelime etmeden çadır kapısının kordonunu çekerek içeri girdi. Düşünmek, aldığı haberleri hazmetmek için zamana ihtiyacı vardı. Kızgınlık anında astlarıyla konuşmamak kendisine koyduğu bir kuraldı. Çadır bezinden süzülen zayıf ışık etrafı net olarak görmesine izin vermiyordu. Kandilini yaktı ve büro olarak kullandığı masanın önündeki derme çatma iskemleye oturdu. Bir not defteri ve kalemini önüne çekerek yazmaya başladı: “Sevgili Patty’m, sana tekrar yazıyorum…” Alnını eline dayadı ve beynine üşüşen kelime çağlayanını dindirmeye çalıştı. İlk cümlenin üstünü çizdi ve aniden kâğıdı buruşturarak bir yenisini aldı. Bu sefer hiç duraksamadan yazdı. Bir tanem, Annenin evindeki odamızda duran saati hatırlıyor musun? Bana sık sık bahsettiğin, uykusuzluk anlarında saat başı zamanın geçtiğini hatırlatan çıldırtıcı sarkacını? Kamptaki yaşamın uğultusu da aynı inatçılıkla kulaklarımda çınlıyor. Büyük bir sıkıntı hâkim etrafa. Burada korkudan herkesin midesine kramplar giriyor, herkes burnundan soluyor. Şeytanın bile aklına gelmeyecek baş döndürücü bir ticaretin –yaşamlarımızın değiş tokuşu– yapılacağı, bilinmeyen bir yere hareket işareti bekliyoruz. Kendi hayatımızı kurtarmak uğruna başkalarının hayatlarını yok etmek için.

Bir özgürlük anlayışını hâkim kılmak için. Biz lanetlenmişiz sevgilim. Kendimize yaptığımız kötülük o kadar büyük ki, kendi kendime hep bu lanetin gelecek kuşaklarda ortaya çıkıp çıkmayacağını soruyorum. Geçen pazar günü, köydeki kantine yiyecek içecek götürme işine nezaret ederken iki çocuğa rastladım. Onları gördüğümde utandım. Kendimizden utandım. Onlara bellettiğimiz tarihten. Tüm bu medeniyet, tüm bu ilerleme, verilen sözler, sorunlarımızı katliamlarla çözmek için miydi? Adamlarımızdan birçoğunun savaşa girme nedenimizin farkında bile olmadıklarını biliyor musun? Karşı tarafta da durumun aynı olduğundan eminim. Beni affet. Bugün doğru dürüst bir şeyler yazmayı beceremiyorum, duygularım çok karmaşık, bundan dolayı özür diliyorum senden. Bu akşam ya da yarın sabah tekrar denerim. Seni özledim. Ama bunu zaten biliyorsun. Craig’in Frewin kalemini bıraktı ve kâğıdı katlamadan önce mürekkebin parmaklarına bulaşıp bulaşmadığını kontrol etti. Daha sonra zarfın üzerine “Patty Frewin” yazdı, adres eklemedi ve yeşil bir teneke kutuyu açtı.

Kutunun içinde, kalın bir kartonun altında altmışa yakın benzer zarf durmaktaydı; hep aynı kişiye yazılmış, adressiz. Bazıları sapsarı olmuştu, sanki aylardır orada uyumaktaymış gibi. Bu mektup da diğerlerinin yanına gitti. 2 Uykudan çıkmak, uzun süre nefessiz kaldıktan sonra suyun yüzeyine erişmek gibi oldu. Yönler ve tüm işaret noktaları altüst olmuş gibiydi. Ann Dawson, derin bir soluk alarak rüyalarından kurtuldu. Duvarlar açıldı, tavan yerine oturdu. Evet… Odasındaydı… Revirde. Yatağında çorba içtikten sonra elinde bir kitapla uyuyakalmıştı. Işık açık mıydı?. Hayır. Başucu lambası açık değildi. Onu ne zaman söndürmüştü? Hatırlamıyordu. Koridordaki lambanın ışığıydı odaya giren. Bir temas, bir ses çıkarmıştı onu uykusundan.

El hâlâ omzundaydı, biraz geriye çekildi. Bir yüz, bir fısıldama. “Ann. Ann, uyan.” Şişkin yanaklar, kalın kaşlar, uzun ve kaskatı saçlar. Tıknaz bir gölge oyunu figürü. Clarice. Beyaz hemşire formasında Kızılhaç işareti göze çarpıyordu. Ann kendine gelmekte güçlük çekiyordu. Saat kaç olabilirdi? Sadece iki saat uyuduğunu sanıyordu. “Aşağıda bir hareketlenme var” dedi Clarice. “Bir şeyler oluyor.” “Ne var ki?” diye sordu Ann uykulu bir sesle. “Bilmiyorum, Askeri Polis bir şeyler yapıyor, kamp hâlâ uykuda. Ann, çalar saate bakabilmek için yorgunluktan kaskatı kesilmiş boynunu biraz yukarı kaldırdı.

Sabahın bir buçuğuydu. “Bizi az önce haberdar ettiler, doktor istemiyorlar; sadece sedye taşıyıcılar. Bu kötüye işaret.” Ann battaniyesini üzerinden itti. Soğuğu hemen hisseden ince uzun bacakları ortaya çıktı. “Seni bu kadar erken uyandırdığım için üzgünüm” diye özür diledi Clarice. “Şiddet içeren bir olayda Askeri Polis’in müdahalesi olursa bana haber ver demiştin. Sanıyorum, tam da bu durumu kastediyordun.” Ann başını salladı. “Biliyorum. Teşekkür ederim…” Ayağa kalktı ve yüzüne su serpmek için lavaboya doğru gitti. Bir kitaptan alınmış bir cümle, aynanın kenarına iliştirilmişti: “Hiçbir şey donup kalmaz. İnsan kendisinin efendisidir.” Ann belki de bininci defa bu cümleyi okudu ve nefesini bıraktı; soluğu aynada parlak inci taneleri oluşturdu. Aslında çok ince olan ama yorgunluktan şişmiş yüz hatlarına dokunarak bir an kendini inceledi.

Sarı saçları, şakaklarında bukleler oluşturarak omuzlarına dökülüyordu. “Olay nerede?” diye sordu. “Seagull adlı bir kruvazörde.” “Oraya kim gönderildi biliyor musun?” “Hayır. Ama iş ciddiye benziyor. Bize haber vermeye gelen askerin yüzü çarşaf gibi bembeyazdı. Ve ağzımızı sıkı tutmamız için bizi ikaz etti.” Ann dudaklarını ıslattı. Ciddi, diye düşündü. Kaybedecek vakit yoktu. Bir önceki gün giydiği eteğini ve beyaz bluzunu aceleyle üstüne geçirdi. “Sağ ol Clarice. Aşağıya dönebilirsin. Sedyecileri göndermeden önce bana on beş dakika ver. Ve lütfen başkalarına bundan söz etme.

” Ann binadan çıktı ve asılı lambaları takip ederek çadır kampı baştan aşağı geçti. Üssü olduğu gibi örten kalın sis tabakası içinde lambaların alevleri, bulanık harelerden ibaretti. Hemşire erzakların, malzemelerin ve cephanelerin yığılı olduğu rıhtıma ulaştı. Rıhtımda, yazın plajlarda sıralanan patates kızartması stantları gibi barakalar uzanıyordu. Ama burada kirli yağ kokusu yerine korkunun kokusu duyuluyordu. Limanı iğrenç bir kokuya boğan, askerlerin bağırsaklarını buran, kusturucu acı bir korku. Sis, rıhtımın birkaç metre aşağısında, çalkalanan suyun üzerinde biraz dağılıyordu. Puslu gecenin içinde iskeletimsi karkaslarıyla devasa savaş gemileri belirdi. Kalın bacaları, halatları, flamaları, direkleri ve ince uzun toplarıyla bu deniz devlerinin omurgaları, baş döndürücü gövdelerinin üzerinde yükseldi. Ann, ellerinde fenerleri ve yağ kandilleriyle duran bir grup adam sayesinde Seagull’ın giriş merdivenini fark etti. Yaklaşırken merdivenin ilk basamaklarında bir Askeri Polis subayını gördü: Dağınık kısa saçları, geniş çenesi ve güçlü omuzlarıyla dev gibi bir adamdı. Bir deniz subayı ve iki silahlı nöbetçiyle konuşmaya dalmıştı. MP kolçaklı kızıl saçlı bir asker, yine MP kolçaklı çok genç bir çavuşla birlikte geride durmaktaydı. Ann bir nefes aldı, sırtını dikleştirdi ve kendinden emin adımlarla gölgeden çıktı. “İyi akşamlar” dedi, yumuşak bir sesle.

Matters irkildi ve genç kadını baştan aşağı süzdü. “Bana ihtiyacınız olduğu söylendi” diye devam etti hemşire. Frewin ona karşılık vermek için konuşmasını kesti. “Burada ne işiniz var?” Genç kadın kaşlarını kaldırdı ve şaşırmış gibi bir tavır takındı. “Revirde nöbetteydim ve bana acil olarak buraya gelmem emredildi.” Frewin’in birdenbire tepesi atmış gibiydi. Öfkeyle başını salladı. “Bana bir sedye ve onu taşıyacak iki adam lazım, bir hemşire değil!” Ann, adamın haki ceketinde yazan ismi okudu: “C. FREWIN.” Genç kadın gözlerini kırpıştırdı. Teğmen Frewin. Orduda otuzdan fazla caniyi tutuklayan adam. Aslında Ann dışında, kimsenin onun başardığı işlerle ilgilendiği yoktu. Genç kadın onu nasıl tanıyamamıştı? Onun hakkında, soruşturmaları yürütürken kullandığı yöntemler hakkında çok şey duymuştu. Onun kendini beğenmiş ve tuhaf, içine kapalı ve cüretkâr olduğunu söylüyorlardı.

“Yanlış anlamışım” dedi yerinden kıpırdamadan. Ama Frewin’in, gemiye çıkmasına izin vermeyeceğini hissediyordu. Clarice abartmamıştı, iş gerçekten ciddi gözüküyordu. Aynı zamanda can sıkıcı, diye düşündü ve son kozunu oynadı: “Sedyeyi getirecek adamlara cesedi örtmeleri için bir de örtü getirmelerini söyleyeyim mi, yoksa buna gerek yok mu?” Bu sefer Frewin ona doğru bir adım attı. “Size bir ceset olduğunu kim söyledi?” diye endişeyle sordu. Ann dik durduğuna ve kendinden emin göründüğüne inanarak, yerinden kıpırdamadan gözlerini ona dikti. Mantığa dayalı çıkarsamaları seviyor. Ve özellikle, etrafında sağlık personeli olmasından hoşlanıyor! Araştırmalarında her türlü bilgiden faydalanıyor! “Askeri Polis sabahın ikisinde benden sedyeci istiyor ve karşıma siz çıkıyorsunuz teğmen. Nöbette ayak bileğini inciten veya sarhoş bir asker için uyandırılmış olamazsınız. Yanılıyor muyum?” Sıkıntılı suskunluk, doğru noktaya parmak basmış olduğuna işaret ediyordu. “Matters” dedi nihayet Frewin, “şu lanet olası sedyeyi getirin.” Ardından topuklarının üzerinde dönerek hemşireye baktı. “Siz de benimle gelin, içeride neler olup bittiği hakkında bir ihtimal bizi aydınlatabilirsiniz.” Ann sevincini belli etmedi. Başarmıştı.

Matters içini çekti. “Ve şu andan itibaren göreceğiniz veya duyacağınız her şey gizli kalmalı” diye ilave etti teğmen. “Söylediklerim açık mı?” “Çok açık.” Frewin bir baş hareketiyle kendisini takip etmesini belirtti ve kruvazörün güvertesine çıkan basamakları tırmandılar. “İsminiz neydi?” diye sordu genç kadına. “Ann Dawson.” Puslu limanda bir çan sesi duyuldu. Ann başardığına inanamıyordu. Şimdi tüm dikkatini toplamalı, etkili ve kendinden emin olmalıydı. Ve özelikle de söyleyeceklerine dikkat etmeliydi. Çok hızlı davranmamalıydı. Ölçülü olmalıydı. Ama dikkat çekici de olmalıydı. Bu gemide bu kadar ciddi ne olabilirdi? Seagull’ın güvertesine vardıklarında, kendilerini takip eden deniz subayının yüzünün ne kadar soluk olduğunun farkına vardı. Dikkatli bakıldığında, asabiyetten titrediği bile görülebiliyordu.

Uzaktan gelen çan sesi bir kere daha duyuldu. Ve ambarın kapısı üzerlerine kapandı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir