Mehmed Alagaş – Tartışılan Sorular

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Hamd, sena ve övgülerin en güzeli, ezelde ve ebedde var olan, lutfuyla kainatı ve bizleri yaratıp var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyle doğru yolu gösteren Allah (c.c.)’a mahsustur. Salat ve selam da, alemlerin Rabbi tarafından sevilen, insanların ise tanıyıp, idrak edebilme nisbetince sevebildikleri, efendimiz, önderimiz, rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa’ya, aline, ashabına ve onun yolunu izlemeye çalışan ümmeti üzerine olsun. “Tartışılan Sorular” isimli bu kitap çalışması, müslümanlar arasında tartışılan bütün sorulara yer veren veya yer vermeyi amaçlayan bir kitap çalışması değildir. Çünkü müslümanların gündeminde olmasına rağmen konuşulmasında ve tartışılmasında hayır olmayan birçok soru vardır. Mesela müsîümanın müslümanı öldürmesi caiz midir gibi sorular, karşılaşmaktan utandığımız ve sorulmasını dahi caiz görmediğimiz sorulardır. Müslümanlar arasında güncelliğini korumasına rağmen daha önce muhtelif çalışmalarımızda cevaplandırdığımız bazı sorulara ise bu kitab çalışmasında tekrar girmeye şimdilik gerek görmedik. Çünkü uzun yıllardır tartışılan fakat gündeme getirilen gerçekler gözardı edilerek çözümlenemeyen bu gibi meseleler, ancak ve ancak musibetlerle çözümlenebilecek meselelerdir. Çünkü nasihatle anlaşılmayan gerçekler, hiç kuşkunuz olmasın ki musibetlerle anlaşılacaktır. Nitekim şu an ki gidişat da, böylesi musibetlere doğru bir gidişattır. Bu kitap çalışmasında gündeme aldığımız bazı sorular, aslında hiç girmek istemediğimiz sorulardı. Ancak bizler konuşmaktan kaçınsak da, birçok samimi kardeşimizin pratik yaşantıda yüz yüze olduğu sorulardı bunlar.


Nitekim pratik yaşantıda başlıbaşına birer sorun olmakla beraber, konuşulmasından ve tartışılmasından endişe duyulan böylesi sorunlara da değinmek zorunda kaldık. Mesela “Resmi kurumlarda görev alma” sorununa değindik. Bu soruya sadece kendi durumumuzu dikkate alarak “Görev alınır veya alınmaz” deyip, heva ile fetvayı, fetva ile takvayı birbirine karıştırmayı tercih etmedik. Meseleyi tahlil etmeyi ve bu tahlil ile açmayı uygun gördük. Herhangi bir meseledeki doğruyu ve yanlışı gündeme getirirken, yanlışta bulunanları yargılamıyı değil, daha ziyade kazanmayı amaçladık. Yoruma: açık bazı meselelere de girmek zorunda kaldığımız için, bu meselelerle ilgili olarak bütün söylediklerimiz doğrudur demiyoruz. Ancak bu söylediklerimizin de doğru olduğuna inanıyoruz. Şayet gündeme getirdiğimiz konularla ilgili yanlışımız ve yanılgımız varsa, bu yanılgımızın bizlere iletilmesi tabi ki bizleri çok sevindirecektir. Çünkü doğruyu söylemenin veya doğrulanmanın ötesinde, doğruyu bulmak ve doğruda bulunmak arzusunu taşıyoruz. Selam, Selamın Sahibinden, selama susayanlara olsun. Mehmed ALAGAŞ İZMİR-1994 1- Hayır Görülende Şer, Şer Görülende Hayır Olacağı Anlayışı, Doğru Bir Anlayış Mıdır? Kur’an-ı Kerim’de bu hususla ilgili ayet-i kerimede, hayır görülende şer, şer görülende hayır olabileceği değil, hoşumuza gitmeyen bir şeyde hayır, sevdiğimiz bir şey de ise şer olabileceği buyurulmaktadır. “Savaş, hoşunuza gitmediği halde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir serdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.” [1] Bu ayet-i kerime, ne yazık ki birçok grup tarafından istismar edilen bir ayet-i kerimedir.

“Şer görülende hayır, hayır görülende şer olabileceği” şeklinde ifadelendirilen bu anlayış öyle noktalara vardırılmıştır ki, şer üzere gördüğünüz bir insanı, bir grubu eleştirmeniz, hakka ve hayıra davet edebilmeniz mümkün değildir. Gördüğünüz ve eleştirdiğiniz vakıanın şer olduğunu izah etseniz bile, o insanları şerderi uzaklaştırıp hayra davet edemezsiniz. Çünkü bu kimseler görülen vakıanın şer olduğunu kabui etmekle beraber “Şer görülende hayır, hayır görülende şer olabileceği” anlayışıyla, apaçık olan serde hayır aramaya ve bu hayn(!) beklemeye devam edeceklerdir. Oysa yukarıda zikrettiğimiz ayet-i kerime, böylesi anlayışlara kapı aralayan bir ayet-i kerime değildir. Çünkü bu ayet-i kerimede Allah’ın değil, bizlerin hoşuna gitmeyen bir şeyde hayır veya yine bizlerin hoşuna giden bir şeyde şer olabileceği beyan edilmektedir. “Şer görülende hayır, hayır görülende şer olabileceği” anlayışını İlahi vahye nisbet etmek, İlahi vahyin şer bildirdiğinde hayır, hayır bildirdiğinde şer olabileceğini zannetmek, bu çelişkiyi veya yanılgıyı Allah’a nisbet etmektir!. Halbuki şanı yüce Rabbimizin hayır olarak beyan ettiği her şey hayrın ta kendisi, şer olarak beyan ettiği her şey de şerrin ta kendisidir. Rabbimizin hayır bildirdiğinde şer, şer bildirdiğinde hayır olabileceğini düşünmek, müslümanın inancında bulunmaması gereken bir düşünce şeklir. Mesela aşağıdaki ayet-i kerimelerde, şanı yüce Rabbimiz bazı hayırların ne olduğunu şöyle beyan etmektedir. “Allah’a ve O’nun Resulüne iman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz.” [2] “Eğer mü’minseniz, Allah’ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.” [3] “Eğer (borçlu) zorluk içindeyse, ona elverişli bir zamana kadar süre (verin). (Borcu) Sadaka olarak bağışlamanız ise, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz.

” [4] Şimdi bu ayet-i kerimelerle beyan edilen hayırlarda, şer arayabilir miyiz? “Bunlar hayır olarak bildirilmiştir ama, bu hayırlarda şer olabilir.” diyebilir miyiz? Tabi ki hayır!. Çünkü biraz önce söylediğimiz gibi, şanı yüce Rabbimizin hayır olarak beyan ettiği her şey hayrın ta kendisi, şer olarak beyan ettiği her şey de şerrin ta kendisidir. “Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir serdir.” beyanındaki hoş görülen veya hoş görülmeyen şeyler, naklin yani İlahi vahyin değil, bizlerde bulunan nefsin ve akılın hoş görüp, görmediği şeylerdir. Dolayısıyie ayet-i kerimede beyan edilen hakikati, ayet-i kerimeye sadık kalarak şu şekilde anlamamız gerekir. “Nakli olarak değil, akli ve nefsi olarak değerlendirip hoş gördüğümüz şeylerde şer, hoşumuza gitmeyen şeylerde ise hayır olabilir.” Meseleyi bu şekilde anlamamız gerektiği halde, Kur’an-ı Kerim’de zikredilen ve Musa (a.s.) ile salih bir kulun yol arkadaşlığını içeren kıssa tevil edilerek, bu mesele şeriatın da fevkinde değerlendirilmekte ve şeriat ile hakikatin, zahir ile batının bazı durumlarda çelişebileceği ve batini ilimlere göre doğru olan bir davranışın, zahiri ilimlere yani şeriata göre yanlış görülebileceği ileri sürülmektedir. Özellikle birçok tasavvuf çevresinde yaygınlaşan bu anlayışa, diğer soruda açıklık getireceğiz. 2- Musa (a.s.) İle Hızır (a.s.

) Kıssasını Nasıl Anlamamız Gerekir? Önceki soruda ele aldığımız “.Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir serdir.” ayet-i kerimesinin dosdoğru bir yorumu ve açıklaması olan bu kıssa, ne yazık ki aynı ayet-i kerimede beyan edilen bu hakikatin çarpıtılmasında kullanılmakta ve bu çarpık anlayışa delil olarak ileri sürülmektedir!. Tefsirlerde yeterince açıklanmayan ve bunun da ötesinde yalan yanlış bazı rivayetlere yer verilerek daha da çarpıtılan bu kıssa, Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle zikredilmektedir. “Hani Musa genç-yardımcısına demişti: “İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim, ya da uzun zamanlar yürüyeceğim.”, “Böylece ikisi, iki (deniz)in birleştiği yere ulaşınca balıklarını unutuverdiler; (balık da) denizde bir akıntıya doğru (veya bir menfez bulup) kendi yolunu tuttu. (Varmaları gereken yere gelip) Geçtiklerinde (Musa) gençyardımcısına dedi ki: “Yemeğimizi getir, andolsun bu yaptığımız yolculuktan gerçekten yorulduk.”, “(Genç-yardımcısı) Dedi ki; “Gördün mü, kayaya sığındığımız vakit, ben artık balığı unutmuşum. Onu hatırlamamı şeytandan başkası bana unutturmadı; o da şaşılacak tarzda denizde kendi yolunu tuttu.”, “(Musa) Dedi ki: “Bizim de aradığımız buydu.” Böylelikle ikisi izleri üzerinde geriye doğru gittiler.”, “Derken, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular.” “Musa ona dedi ki: “Allah’ın sana Öğrettiği ilim ve hikmetten bana da öğretmen için sana tabi olabilirmiyim?”, “Dedi ki: “Gerçekten sen, benimle birlikte olmaya kesinlikle sabredemezsin.”, “Özünü (içyüzünü) kavrayamadığın şeye nasıl sabredeb ilirsin?”, “(Musa:) “İnşaallah, beni sabreden (biri olarak) bulacaksın. Hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim” dedi.

”, “Dedi ki: “Eğer bana uyacak olursan, ben sana sırrını anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru sorma.”, “Böylece ikisi yola koyuldu. Nitekim bîr gemiye binince, o bunu (gemiyi) deliverdi. (Musa) Dedi ki: “İçindekilerini batırmak için mi onu deldin ? Andolsun, sen şaşırtıcı bir iş yaptın.”, “Dedi ki: “Gerçekten benimle birlikte olmaya kesinlikle sabır gösteremeyeceğini ben sana söylemedim mi?”, “(Musa:) “Beni, unuttuğumdan dolayı sorgulama ve bu işimden dolayı bana zorluk çıkarma” dedi.”, “Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nitekim bir çocukla karşılaştılar, o hemen tutup onu Öldürüverdi. (Musa) Dedi ki: “Bir cana karşılık (kısas) olmaksızın, masum bir canı mı öldürdün? Andolsun, sen kötü bir iş yaptın”, “Dedi ki: “Gerçekten benimle birlikte olmaya kesinlikle sabredemeyeceğini ben sana söylemedim mi?”, “(Musa:) “Bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. Benden yana mazur (yeterli bir özre ulaşmış) olursun” dedi.”, “Böylece ikisi (yine) yola koyuldu. Nihayet bir kasabaya gelip onlardan yemek istediler, fakat (kasaba halkı) onları konuklamakdan kaçındı. Onda (kasabada) yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular, hemen onu doğrultuverdi. (Musa) Dedi ki: “Eğer isteseydin, buna karşılık bir ücret alabilirdin.”, “Dedi ki: “İşte bu, benimle senin aranda ayrılma (zamanı)mız. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin içyüzünü (hakikatini) haber vereceğim.

”, “Gemi, denizde çalışan birkaç yoksulundu, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) onların ilerisinde, her (sağlam) gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı.”, “Erkek çocuğa gelince, onun anne ve babası mü’min kimselerdi. Çocuğun onları azgınlık ve inkara sürüklemesinden (onlar adına) korktuk.”, “Rablerinin onlara, temizlikçe daha hayırlı ve daha merhametli birini vermesini diledik.”, “Duvar ise, şehirde iki yetim oğlana ait idi, altında (ise) onlara ait bir define vardı, babaları da salih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak kendi definelerini çıkarsınlar. Ve ben bunların hiçbirisini kendiliğimden (kendi görüşüm) olarak yapmadım. İşte, senin sabredemediğin şeylerin içyüzü (hakikati) budur.” [5] Musa (a. s.) ile salih kulun kıssasını anlatan ayet-i kerimeler bu kadardır. Bu konuyla ilgili rivayetler ise oldukça fazladır. Tabi ki bu rivayetleri de nakledip, hangilerinin doğru, hangilerinin Kurana ve İslam’a ters olduklannı tartışarak, meseleyi bulandıracak değiliz. Çünkü İslam’ı yaşayabilmemiz için bizlere gerekli olan her şeyi yeterince açıklayan Kur’an-ı Kerim, söz konusu kıssayı yukanda zikrettiğimiz ayet-i kerimeler çerçevesinde vermiştir. Dolayısıyla bu kıssadan faydalanabilmemiz için, bu kıssayı sadece ayet-i kerimeler çerçevesinde değerlendirmemiz bizler için yeterli olabilecektir.

Yok efendim, Musa (a.s.)’ın yol arkadaşı kimdir, kıssada zikredilen yerler nereleridir, karşılaşılan salih kulun ismi Hızır mıdır, Hazır mıdır, bu salih kul, insan mıdır, cin midir, melek midir, bu salih kulun mertebesi, peygamber-mertebesinin üstünde midir, altında mıdır… gibi sorular, kıssayla ilgili olarak mutlaka cevaplanması gereken sorular değildir. Salih kulun ismi ve cismi zikredilmemişse, bu bizler için gerekli olmadığı içindir. Çünkü kıssadan almamız dilenen gerçekleri alabilmemiz için bunlann bilinmesine de gerek olsaydı, hiç şüpheniz olmasın ki kıssada bunlar da zikredilirdi. Oysa kıssada zikredilmeyen bu gibi soruların cevapları, kıssadaki gerçekleri anlayabilmemiz için gerekli olmayan teferruatla ilgili hususlardır. Bizlere gerekli olan kadarı, zaten ayet-i kerimelerde bildirildiği kadandır. Kur’an-ı Kerim’de zikredilen bu kıssanın, asr-ı saadet dönemindeki müslümanlar tarafından nasıl algılandığına baktığımız zaman, bu kıssanın herhangi bir fit fc veya şıklığa neden olmadığını görüyoruz Asr-ı saadet döho müslümanları, bu kıssadan almaları gerekeni almışlar alabildikleri kadarı ile yetinmişlerdir. Efendimiz (s.a.v.)’e bu kıssaya ait yüzlerce soru sorulmamış, zahiri ilimler, Batıni ilimler tasnifi yapılmamış ve zahiri ilimler küçümseere batini ilimlerin peşine düşülmemiştir. Kur’an-ı Kerim’de zikredilen bu kıssadan almamı gereken ilim ve hikmet, elbetteki çok geniştir. Ancak ve hikmetleri elde etmek için kırk batıl anahtarla, kırk batıni kapıyı zorlamamıza tabi ki gerek yoktur. Çünkü iman edenler, sabredenler, Rablerine tevekkül edip akledenler için apaçık bir beyan olan Kur’an-ı Kerim, bu kıssadaki ilim ve hikmeti müminlere gizli tutmamıştır.

Dolayısıyla bu kıssadaki ilim ve hikmeti anlayabilmemiz için, ilim vg hikmet kapısını zorlamamıza veya şeriatten bihaber sufi çilingir çağırmamıza hiç gerek yoktur. Çünkü müminler için açıktır, apaçıktır kapı!. Kıssadan almamız gereken ilim ve hikmet, olanca heybeliyle meydandadır. Ancak zahirdeki koskoca dağı göremeyen bazı kimseler, dağın yamaçlarını dolaşar batini tepecikler aramaktadırlar. Oysa gözlerini kaparak batini tepecikler aradıkları yamaçlar, koskoca bir dağın yamaçlarıdır. Apaçık bir beyan olan Kur’an-ı Kerim’de ziki edilen bu kıssadaki ilime, “Olmadan önce olacakları bilmek ve ona göre tedbir almak ilmidir” diyen ve bu ilmi Batır ilmi, Gayb ilmi, Ledünni ilim olarak isimlendiren büyük tır çoğunluk vardır. Bu çoğunluğu icma zannederek bunlara katılmamız ve Ledünni denilen böylesi ilimlerin(!) peşine düşmemşz tabi ki söz konusu değildir. Çünkü “Olmadan önce olanakları bilmek ve ona göre tedbir almak” ifadesiyle tanımlanan böyle bir gayb ilmi, şanı yüce Rabbimizin en sevgili pengamberine dahi vermediği bir ilimdir. “De ki; “Allah’ın dilemesi dışında kendim için yarardan ve zarardan (hiçbir şeyi) malik değilim. Eğer gaybı bilebilseydim muhakkak hayırdan yaptıklarımı arttıracaktım ve bana kötülük de dokunmazdı. Ben, iman ederek bir topluluk için, bir uyarıp korkutucu ve bir müjde vericiden başkası değildir.” [6] dikkat edeniz bu ifadeler, şanı yüce Rabbimizin, alemlere rahmet olarak gönderdiği Efendimiz (s.a.v.)’e “De ki” buğruğuyla ikrar ettirdiği ifadelerdir.

Resullah (s.a.v.) Kur’an-ı Kerim ifadesiyle hepimize “Eğer gaybı bilebilseydim muhakkak hayırdan yaptıklarımı arttıracaktım ve bana bir kötülük de dokunmazdı”. buyuruyor. gaybe duydukları merakla gaybi ilimlerin peşine düşenlere, Efendimiz (s.a.v.) diğer bir deyişle şöyle buyurmaktadır. Büyük bir merakla peşine düştüğünüz gayb ilmini, ben bile bilmiyorum!.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir