Mehmed Alagas – Tas

Yaklaşık yirmi dakikadır yokuş yukarı tırmanan yolcu otobüsü son düzlüğe geldiğinde, motor gürültüsü arasında bir ses duyuldu. “Şoför bey!. Burada ineceğim.” Temiz yüzlü, temiz giyimli bir gençten, genç bir adamdan gelmişti bu ses. Muavin önce gence, sonra etrafına bakındı. Issız bir dağ başıydı burası!. Yakınlarda ne bir köy, ne de bir ev vardı. Gence tekrar baktı. Onun uyku sersemi olup olmadığını anlamak istercesine “Burada mı?” diye sordu. “Evet, burada!.” Otobüstekiler de bir garip, bir tuhaf karşılamışlardı bu isteği. Bu dağ başında kim. niye inmek isterdi ki!. Acaba bu temiz giyimli genç, bir anarşist, bir terörist miydi? Ayağa kalkarak kapıya yanaşan gence bu sorularla, bu şüpheli gözlerle bakmaya başladılar. Gencin yüzünden, gencin hareketlerinden bu sorulara cevap bulmak mümkün değildi.


Soğuk ve sakin adımlarla kapıya yanaşmış, sanki her gün indiği aynı durakta ini-yormuş gibi doğal bir yüz ifadesiyle otobüsten inmişti. “Bagajın var mı abi!” Yanıbaşındaki muavinin bu sorusuna- ne bir cevap veren, ne de muavinin yüzüne bakan genç. otobüsün arkasına doğru yürümeye başlamıştı. Gencin arkasından meraklı bir dalgınlıkla bakan muavin, hareket eden otobüsün motor sesiyle dalgınlığından kurtuldu ve “Vatandaşlar manyaklaştı!.” diyerek otobüse atladı. Muavinin hem ilk sorusunu, hem de son sözünü duyan fakat hiç etkilenmeyen genç. otobüsün sesi kulağında yitinceye, herşeyiyle kayboluncaya kadar yürümeye devam etti. Sesler kesildi. Sadece kendi ayak seslerini duyuyordu. Ve ayak sesleri de kesildi!. Yol kenarında dik, dimdik duran genç derin bir nefes aldı. Limandan kurtulan bir gemi gibi rahatladığını hissetmişti. Onu rahatlatan şey, toplumdan ve insanlardan uzaklaşmış olmasıydı!. Uzun yıllardır bıkmıştı, uzun yıllardır usanmıştı bu insanlardan!. Đnsanlarla birlikte yaşamak yani toplumsal olmak, çok beygirli bir at arabasına, bir at gibi koşulmak, bir at gibi bağlanmaktı onun için!.

Yöneticilik adına dizginleri ve kırbaçlan ellerinde tutanlar ise at olma haysiyetlerini bile yitiren eşeklerdi!. Bu duruma dayanabilmesi, bu duruma tahammül edebilmesi artık mümkün değildi!. Çocukluk ve delikanlılık dönemlerinde pek farkedemediği, pek hissedemediği bu rahatsızlık, dünyayı ve dünyadakileri tanımlamaya başladıkça kapkara bir denizaltı gibi su üstüne çıkmaya başlamıştı!. Her geçen gün daha da artan bu rahatsızlığı örtebil-mesi, bu rahatsızlığı gizleyebilmesi mümkün olmuyordu. Öyle bir hale. öyle bir duruma gelmişti ki, lüks bir restoranda insanlarla beraber ıstakoz veya havyar yemek, sürü halindeki hayvanlarla birlikte yayılmak, onlarla beraber otlamak gibi geliyordu gözüne!. Kendilerine çoban denilen narin ve nazik hayvanların kavalından çıkan sesler ise adab-ı muaşeret kurallarını belirliyordu. Restorana şöyle gireceksiniz, şöyle oturacaksınız, şöyle konuşacaksınız, yemeğinizi şöyle şöyle yiyeceksiniz gibi!. Đnsanların hoşuna gidiyordu bu durum!. Kavaldan çıkan acaip seslerin gereğini yapabilmek için çırpına çırpına birbirleriyle yarışıyorlardı!. Aptallığın ötesinde açık bir salaklığı yaşıyordu bu insanlar!. Đki parmakla tutup rahatça yiyebilecekleri bir lokma et için, yarım saat çatal bıçak gösterisi yapıyorlardı!. Öksürmek istedikleri zaman öksüremeyen, kaşınmak istedikleri zaman kaşınamayan, esnemek istedikleri zaman esneyemeyen, yani, yani yaşamak istedikleri gibi yaşayamayan bu insanlar, yine de memnundular, yine de memnundular bu tuhaf ve tutsak durumlarından!. Fakat o, o diğer insanlar gibi değildi!. Bu insan sürüsüyle beraber gezinmek, bu insan sürüsüyle beraber otlamak, bu insan sürüsüyle beraber yaşamak, sanki, sanki bu insan sürüsüyle beraber tuvalete gitmek, bu insan sürüsüyle beraber def-i hacet yapmak gibi tiksinti veriyordu kendisine!.

Bir insandı, fakat ne tuhaftır ki en çok insanlardan rahatsız oluyordu!. Belki de salt olarak insandan değil, insanların meydana getirdiği bu sürüden veya sürüleşen bu insanlardandı rahatsızlığı!. Kendisi ise özeldi, gerçekten özel bir insandı ve hep bu özelliği yaşamak istemişti. Fakat toplum denilen sürüye dahil olduğu zamanlar, bu özel kimliğini, bu özel yapısını yitirdiğini hissediyordu. Ne kadar özel olursa olsun, içine girdiği bu insan sürüsünden bir insan olarak görüyordu kendisini. Sürünün genel tanımı kendisine de yansıyor, kendisi de bu seviyesiz, kendisi de bu kalitesiz tanıma dahil oluyordu. Ama artık bitmişti. Sürüden de, bu sürüyü güden çobanlardan da uzaktı artık. Etrafına bakındı. Hiç kimse, evet hiç kimse yoktu burada. Dünyada yalnız kalmanın ve dünyayı yalnız yaşamanın verdiği rahatlıkla gerindi. Bir şey söylemeli miyim, bağırmalı mıyım, haykırmalı mıyım diye düşündü. Sonra gülümsedi, gülümsedi bu düşüncesine!. Đstediğini, istediği biçimde yapabilirdi. Kendisinden kim, hangi insan hesap soracaktı ki!.

Çocukluk günlerini hatırladı. Dünyayı kendinden, kendisini dünyadan bağımsız zannettiği o günler, gerçekten kendince yaşadığı günlerdi. Seke seke yürümesini severdi o günlerde. 0 günlerin anısına bir ayağı üzerinde seke seke yürümeye ve yürüdükçe gülümsemeye başladı. Bu hareketi şehirde, şehirdeki herhangi bir caddede yapsa bütün insanlar kendisine bakar ve birçok işgüzar büyük bir ciddiyetle neden böyle yürüdüğünü sorardı. Bu işgüzarlara “Canım böyle istedi” dese, dilleriyle veya gözleriyle “Sen deli misin?” derlerdi. Oysa şimdi neden böyle yaptığını, niye seke seke yürüdüğünü soran yoktu. Durdu. Yüzündeki gülümseme yavaş yavaş ciddiyete dönüştü. Bir alemden, başka, bambaşka bir aleme geçiyordu sanki!. Ve bakışlarını karşıya, karşı dağın yüksek yamacına çevirdi!. Git gide artan bir heyecanla gözleri büyümeye, bakışları ışıldamaya başladı. Duygulanmıştı. Titreyen dudakları kendiliğinden aralandı ve beyniyle hiçbir irtibatı olmayan dilinden şu cümleler döküldü. “Veda yamacı!.

Merhaba!.” “Merhaba!” Daha çocukken farketmiş, daha çocukken sevmişti bu yamacı!. Şehirlerarası her yolculuğa çıktıklarında otobüs buradan geçer ve her seferinde bu yamaca büyük bir dikkatle bakardı. Bu yamaç öylesine yüksek, Öylesine heybetliydi ki, dünyanın ucu, en uç noktası olarak geliyordu gözüne!. Okul ve gençlik yıllarında dünyanın en yüksek dağı olarak Everest’in öğretilmesi de, onun bu yamaca olan bakışını hiç ama hiç değiştirmemişti. Everest yüksek, çok yüksek olabilirdi!. Fakat o özel bir insandı!. Everest ne kadar yüksek olursa olsun, bir Everesti milyarlarca insanla birlikte paylaşacak birisi değildi. Hem Everesti bütün insanlarla paylaştığı zaman, kendi hissesine kaç santim düşerdi ki!. Oysa insanların geneliyle bir dağa sahip olmaktansa, tek başına bir tepeye sahip olmak çok daha önemli, çok daha anlamlıydı onun için!. Çünkü insanları sevmiyordu!. Đnsanlardan tedirgin oluyor ve insanlarla hiçbir şeyi paylaşmak istemiyordu. Đnsanların genelini ilgilendiren, insanların geneli için geçerli olan şeyleri, kendisi için geçersiz kabul ediyordu. Nitekim böyle yapmakla özel, çok daha özet olduğunu biliyor ve değer uerdiği bu farklı bilinci ta içinde hissediyordu. Evet, onun Everesti bu yamaç idi!.

Hiç kimseyle paylaşmadığı ue paylaşmak istemediği bu yamaç, ona göre dünyanın en yüksek, dünyanın en uç noktasıydı. Gördüğü, bildiği, sevdiği, yaşadığı ue hiç kimseyle paylaşmadığı bu yamaç, onun için Everesten çok daha yüksek, onun için Everesten çok daha anlamlı idi. Çünkü bu yamaç sadece onun, sadece onun yamacıydı!. Yıllar geçerek kendisi büyümüş, fakat iç dünyasındaki bu görkemli yamaç, hiç mi hiç küçülmemişti!. Bu yoldan her geçişinde yamacını heyecanla seyreder ue bu yamaca, bu yamacın her girintisine yüzlerce anlam yüklerdi. Tabi ki kendisini en çok ilgilendiren, bu görkemli yamacın ucu, en uç noktasıydı. Dünyaya yüksekten, çok yüksekten bakan bir noktaydı bu!. Birçok düş ue düşüncede bu uç noktaya gelmiş, bu uç noktadan dünyayı seyretmişti. Dünyanın ucu, en uç noktası işte burası idi!. Yıllar önce verdiği, gün be gün büyüttüğü bir karar vardı. Yaşamaktan bıktığı ve dünyadan inmek istediği zaman, işte buraya, dünyanın en görkemli bu ucuna gelecek ve dünyayı bu anlamlı ucundan terkedecekti!. Bu eylemine intihar. buraya da intihar uçurumu demek, bu eylemini ve burasını çok kabaca, çok adice tanımlamak demekti. Çünkü onun bu eylemi, zayıf ye güçsüz insanların hayattan kaçışı olan bir intihar değil, hayata bilinçli bir ueda eylemiydi. Dolayısıyla bu yamaç, başlibaşına bir Veda yamacıydı.

Sadece ve sadece’kendisine ait olan bir Veda yamacıydı. Ve şimdi o, dünyanın bu ucuna, dünyadan ayrılmak için gelmişti!. Artık dünyada kalmak, artık dünyada yaşamak istemiyordu. Yaşayacağı veya yaşamak istediği pek bir şey kalmamıştı dünyada. Son üç aydır tek bir hedefe yönelen, tek bir hedefe kilitlenen yegane arzusu, bu Veda yamacına çıkmak ue dünyaya bu yamaçtan veda etmekti. Nitekim dudaklarından gayriihtiyari dökülen sözler, bu bilincin, bu isteğin, bu seuginin bir ifadesiydi. “Veda yamacı!.Merhaba!.” Yaklaşık üç saattir yürüyordu. Yola bakan cephesinden Veda yamacına tırmanama yacağmı anlamış ve ister istemez yamacın arka cephesine dolanmıştı. Burası makilerle ve ağaçlarla kaplı olmasına rağmen pek dik değildi. Makiler arasındaki toprak yolda fazla zorlanmadan yürüyebiliyordu. Đlerde göbeğimsi bir çıkıntı, bir düzlük vardı. Bu düzlükten sonra yol biraz daha dikleşiyor ve bu diklikle tepeye ulaşıyordu. Susamıştı.

Fakat yanına ne su, ne de azık almıştı. Zaten bu son yolculukta, bunlara ne gerek vardı ki!. Veda yamacının en uç noktasına vardığında ne açlığı, ne de susuzluğu kalacaktı. Hem yürüyor, hem de dağcıları düşünüyordu. Bir yandan çıkıyorlar, bir yandan Đniyorlardı. Đnecekleri zirvelere neden tırmanıyorlardı ki!. Đnmek için mi? Yoksa zirvedeki deftere, sadece Đsimlerini yazıp imzalamak için mi? Zirve defterine imza atabilmek için. bunca yol, bunca meşakkat çekilir miydi!. Oysa o, bu zirveye imzasını değil, tüm varlığıyla mühürünü basacaktı. Ayağı kaydı. Makilerin kenarına düştü. Bazı dikenler ellerine batmasına rağmen kızmadı. “Lanet olsun” demedi makilere. Çünkü bu bitki örtüsü, sevdalısının bir elbisesi gibiydi. Sevdalı olduğu bu Veda yamacına, sevdalısının elbisesine tutuna tutuna çıkıyordu.

Makileri eliyle okşayarak ayağa kalktı. Gayriihtiyari üstünü başını silkeliyordu ki kendine gelerek duraksadı. Üstündeki tozu toprağı neden silkeliyordu ki!. Ellerindeki tozu yüzüne sürerek yola devam etti. Gobeğimsi çıkıntıya az kalmıştı. Tepeye gün batmadan varacağını, varabileceğini sanıyordu ama yürüdükçe ve zaman geçtikçe bu sanısı zayıflıyordu. Karanlıkta da varmak istemiyordu tepeye. Dünyadan ayrılacağı bu noktayı görmek ve dünyadan görerek ayrılmak istiyordu. Durdu. Önce Veda yamacına sonra saatine baktı. Saatin ekranında akrep ve yelkovanı değil, babasını görmüştü sanki!. Dalgınlaştı!. Onbir yaşını hatırladı. Bu saati o zamanlar babası almıştı. Orta halli bir insan olan babasının, aiie bütçesini zorlayarak aldığı bu saati ne kadar çok sevmişti.

Birçok gece saatiyle birlikte yatar, saatini elleyerek, saatini dinleyerek uyurdu. Yastığının altından gelen tik tak sesleri, saatten değil, dünyanın kalbinden gelen seslerdi onun için. Dünyanın yaşadığını, dünyanın kalbinden gelen bu canlı seslerle anlar, bu seslerle hissederdi. Sekiz yıl önce öien babasından sadece bu, hatıra olarak sadece bu saat kalmıştı. Her nedense bu saati evde bırakmamış, bırakmak istememişti. En değerli eşyası olan bu saat. ona bütün bir hayatını, bütün bir geçmişini hatırlatıyordu. Ve o bütün bir geçmişiyle Veda yamacına gelmek ve bütün bir geçmişiyle Veda yamacından ayrılmak istiyordu. Dalgınlıktan sıyrılarak saate dikkatlice baktı. Saat altıyı yirmi geçiyordu. Yaklaşık birbir buçuk saat sonra güneş batmış olacaktı. Yüzünde sıkıntılı bir ifade belirdi. Bu sıkıntılı ifadeyle yürümeye başladı. Otobüsten indiği zaman bir-iki saat içinde yamaca tırmanabileceğini zannediyordu. Yanıldığını anlamıştı.

Ancak bu yanılgının hoş bir tarafı da vardı. Veda yamacı onun düşündüğünden çok daha yüksek, çok daha zorlu idi. Biraz daha hızlanmaya çalıştı. Ne var ki terleyen bedenine yüklendikçe, bedeninin inlemesi, bedeninin feryadı daha açık bir hale geliyordu. “Acıktım, susadım, yoruldum.” diyordu bedeni!. Fakat dinleyen kim!. Yürüyordu, hiçbir mazeret dinlemeden ve dinlemek istemeden yürüyordu o!. Gobeğimsi çıkıntıya yaklaştığında, çıkıntının yan tarafında birkaç hayvanın otladığınt gördü. Bunlar yabani dağ keçileri olmalıydı. Biraz daha yaklaşınca bunların keçi değil koyun olduklarını farketti. “Bunlar da yabani dağ koyunu olmalı” demek istedi kendi kendine!. Ama yabani dağ koyunu olmazdı ki!. Bir anda heyecanlanmış ve bu heyacanı kısa bir sürede sıkıntıya dönüşmüştü. Yürüyerek koyunların yanına yaklaştı.

Koyunların elli altmış metre ilerisinde kulübeye benzer bir şey vardı. Kulübenin Önünde oturan canlı Đse hiç karşılaşmak istemediği bir canlıya, bir insana benziyordu. Önce korktuğunu, daha sonra kızdığım ve öfkelendiğini hissetti. Kendi evine gelip de, kendi evinde bir yabancıyla karşılaşmıştı sanki!. Bu yabancı, bu kahrolası yabancı sadece onun olan Veda yamacına nasıl ve ne hakla gelmişti? Etrafına bakındı. Kulübeye hiç yaklaşmadan tepeye ulaşabileceği bir açıklık, bir yol aradı gözleriyle. Tepeye ulaşabileceği yegane yol, kulübenin onbeş yirmi metre yanındaki açıklık gibi gözüküyordu. Daha bir sıkıldığını, daha bir öfkelendiğini hissetti. Đster istemez kulübeye doğru yürümeye başladı. Hem yürüyor ve hem de kulübenin önündeki insana öfkeyle bakarak, bu öfkeli bakışlarıyla ondan hesap sormak istiyordu. Elli-altmış yaşlarında, kır sakailı bir ihtiyardı bu. Kulübenin önündeki tahta kanapeye oturmuştu. Sağ dirseğini önündeki derme çatma masaya yaslayarak ve sağ eliyle sakallarını sıvazhyarak öylece kendisine bakıyordu. Kendi bakışlarında ne kadar öfke ve merak varsa, bu ihtiyarın bakışlarında da o kadar sakinlik, durgunluk ve kayıtsızlık vardı. Đhtiyara onbeş yirmi metre yaklaşmıştı ki, durmak zorunda hissetti kendisini.

Durmuştu!. Kendisini durduran, ihtiyarın sakin ve kayıtsız bakışlarıydı. Bu bakışlarda hiçbir tepki, hiçbir anlam yoklu. Boş, bomboş bakışlardı bunlar. Kendisini durduran şey, bu boşluktaki derinlik, bu boşluktaki enginlikti, ihtiyara biraz daha yaklaşsa, sanki bu boşluğa düşecek, sanki bu boşlukta donup kalacaktı!. Beklemeye başladı!. Đhtiyarın bir tepki göstermesini,,ve konuşmasını bekliyordu. Çünkü karşılaştığı her insan gibi bu ihtiyar da konuşmaya başlayacak ve meraklı bir ses tonuyla burada ne yaptığını, nereden gelip, nereye gittiğini soracaktı. Ama olmadı!. Đhtiyar hiç konuşmadan ve hiçbir tepki göstermeden bakışlarını önüne çevirdi!. Bir kitaptı, açılmış bir kitaptı ihtiyarın önündeki. Ve bu ihtiyar, bu ihtiyar adam, sanki orada kendisi yokmuş gibi kitabını tekrar okumaya başlamıştı!. Şaşırdı, tuhaflaştı!. Dikilip durduğu bu yerde, çok gülünç bir duruma düşmüştü!. Adam yerine konmadığını hissetti!.

Ne tuhaftır ki bundan da, bu ilgisizlikten de rahatsız olmuştu!. Oysa insanlarla birlikte yaşarken, insanların ilgilerinden rahatsız olurdu. Gözünü Veda yamacının tepelerinde dolaştırdı. Bu ihtiyarla hiç konuşmadan kulübenin yan tarafına dolanıp, yoluna devam mı etmeliydi!. Güzel bir düşünceydi bu. Bir solukta oraya varmayı ve orada olmayı ne kadar çok isterdi. Fakat ne mümkün!. Daha yürünmesi gereken en az iki-üç saatlik bir yol vardı. Ve güneş denilen aceleci nesne. Veda yamacının arkasına çoktan sarkmıştı!. Tekrar ihtiyara baktı. Kitab okumaya devam ediyordu bu küstah Đhtiyar. Durdu, düşündü!. Đhtiyara neden küstah dediğini merak etti. Đhtiyar kendisine ne küstahlık yapmıştı ki!.

Bu soruya cevap veremiyor, ihtiyarın kendisine ne küstahlık yaptığını bilmiyordu, bilmiyordu ama bu ihtiyar yine de küstahtı. Garip bir duygu belirdi içinde!. Şimdiye kadar insanlardan çok, pek çok rahatsız olmasına rağmen, hiçbir insanı öldürmeyi düşünmemişti. Ancak bu ihtiyarı öldürmek, bu ihtiyarı öldürüvermek geçiyordu içinden!. Bu ihtiyarı öldürür ve geceyi bu kulübede geçirdikten sonra sabahleyin Veda yamacına çıkabilirdi!. Şimdiye kadar hiç aklına gelmeyen böylesi düşünceler, her nedense kendisini hiç ürkütmemiş. Zaten yeterince yaşlı, yeterince yaşamış bir ihtiyardı bu!. Ölüme yaklaştıkça ölümü daha çok düşünen bu ihtiyar, yaşlandıkça yoğunlaşan ölüm korkusu altında kimbilir nasıl eziliyordu. Bu zavallı ihtiyarı bir anda Öldürmek, onu bütün endişelerden, bütün korkulardan bir anda kurtarmak gibiydi!. Keşke bir silahı olsaydı!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir