Mehmet Eroglu – Kusma Kulubu

Hayat mutlu olmak içinmiş! Benimki mutsuzluğuma alışmaktan ibaret. Eğer hayat ölümümüze doğru akan, uzunluğu belirsiz bir ırmaksa, bana ait olana hiç bir kolun bağlanmadığını da söylemeliyim: Dar kanyonların arasına sıkışmış, coşkusuz ve yatağını derinleştiremeyen cılız bir akıntı benimki… Dışarıda nakarat gibi bir yağmur, penceredeyse insanı itirafa zorlayan, buyurgan bir loşluk var. Cama gecenin kumaşından dokunmuş bir perde gibi asılmış bu belirsizliğin gerisinde, geçmişini yitirenlere özgü bir yalnızlığın koynunda ürperiyor ve telefona kurtuluşa uzanan, ırmağın üzerindeki yıkılmamış son köprüymüş gibi bakıyorum: Şu en gerideki, ödü kopmuş askerin, ölümünden az önce baktığı gibi. Galiba arada mırıldanıyorum da. Aslında bunda garip bir şey yok: Bir kez daha kendi kendimin sırdaşı olmaya hazırlanıyor olmalıyım. Vakit geldi: Öç alanların intikam şölenine katılmak için ben de yerimi almalıyım. Rahatsızlık veren sadece mırıltılar değil; midemde, ağır şeyler yemişim gibi boy atan sinsi bir bulantı da var. Oysa karın boşluğumdaki o büzüşük huni, elastik asit salgıcısı, bomboş. Dünden beri neredeyse hiçbir şey yemedim. Bu anlamsız ve zamansız bulantının nedeni, kendimi denize fırlatılmış, yazgısı belirsiz bir şişe gibi hissediyor olmam belki de. Eğer öyleyse sevinip, naralar atmalıyım: Birazdan telefon edeceğim ve hiç bir şeye adanmamış varlığım serbest kalacak! Beni en az üç kez dölyatağından –cansız bir cenin gibi– düşürmüş bu kentten kurtulup okyanuslara, serüvenlere doğru açılan bir denizci kadar özgür olacağım. Özgürlük! Kimsenin hazmedemeyeceği kadar büyük olan o kutsal şey! Hayır, bulantımın nedeni özgürlük değil derim, sorulsa. Bu sözcük yıllardır dilimde dolaşır durur, ama nedense çiğneyip tadına bakamadım bir türlü… Bulantının gerisinde belki de komşum –onu bu sözcükle tanımlamak garip, çünkü o bu tanıma uyacak son kişi– Kadir’in alay ederek ikide bir dile getirdiği ‘ruh halim’ vardır. Şu, ilk kez rol aldığım oyundan sonra, kulisteki aynada kendimi seyrederken, oyunculuğumun ardında hiçbir şey olmadığını keşfettiğimde kapıldığım hayal kırıklığının ezdiği benliğimin acınası hali: Büzülmüş dudaklar; adımın bana ait olduğunu kavradığımdan beri güzel olduğu tekrarlanıp duran yüzümün buruşmuş kâğıt ifadesi; sonradan, Şeyda’nın ölümünde edineceğim bakışların habercisi şaşkın ve bomboş gözler… O gün oyunculuğumun gerisinde bir şey olmadığını sanmıştım, oysa gerçek daha da korkutucuydu: Sadece oyunculuğumun değil, varoluşumun ardında da bir şey yoktu. Şeyda bunu bana daha başında anlatmaya çalışmıştı aslında! Hem de birkaç kez.


Sağırlığımın nedeni sözlerinin belirsizliği değil, aşkın gizemli, dolambaçlı dilini seçmiş olmasıydı. Zavallı, o da benim gibi yanıldı: Biz, birbirimizin hayatının aşkı değil, sabit fikriydik. Bunu ancak ölümüyle anlamış olmam ne aptallık Ya o? Sırtüstü denize doğru düşerken acaba o da bilmeceyi çözmüş müydü? Aynaya baktığım o geceden neredeyse on yıl sonra, bugün de durumun pek değiştiğini söyleyemem: Bunu şimdi, gözlerim telefona dikilmiş, kendi fısıltılarımla başım dönerken bir kez daha anlıyorum. Kısacası, kendimi yamayamadım; hâlâ delik deşiğim, bu yüzden hayatımı biriktiremedim. Biriktirmek derken, yaşarken kullanabileceğim şeylerden söz ediyorum: Direnç, irade ve –gelecek sağlamaktan çok hayatta kalmamı sağlayacak– küçük, küçücük başarılar. Peki, neden ölmüyorum? Neden şu hayat dediğimiz ateşini yitirmiş magma, safra gibi deliklerimden akıp gitmiyor? Yakınmamalıyım; çünkü cevabı biliyorum: Tanrı’nın biçtiği küçük role razı oldum. Her uzun yolculuğun bir anında inanmasak da, kulu olmasak da Tanrı’yla karşılaşırmışız. Ben karşılaşmadım: Belki bir hayat edinemediğimden, belki de peşim sıra sürüklediğim şeyin Tanrı’nın ilgisini çekecek kadar parıltılı olmamasından. Benimki şekilsiz, amaçsız ve yönsüz; hiçlik dolu bir safsata. Bir neden daha: Ölmüyorum, çünkü tembelim… Ölmek bile çaba gerektirmez mi? Belki de isteyip istemediğimi pek düşünmeden, yaşamak dediğimiz o anlamsız düşüşe alıştım ve edindiğim bu alışkanlıktan vazgeçemiyorum. Aslında komik! Çabucak tiryakisi olduğumuz, Sisyphos [2] gibi ite kaka bir tepeye çıkarmaya çalıştığımız ‘hayat’, benim için art arda sıralanan reddedilişlerden ibaret oysa… Sisyphos ve ben! İtiraf etmeliyim: Ortak paydamız yazgımız değil, budalalığımız. Yağmur devam ediyor, ama ben ‘hayat’ı tanımlarken duraklıyorum: Sanırım kendimi intihale [3] kalkışmış bir yazar gibi hissettiğimden. Çünkü tanım, benden çok Kadir’e yakışan bir saptama. ‘Hayat’ı betimlemeye kalkışmak, hayatını kurup biriktirememiş biri için hadsizlik, farkındayım; olabildiğince dürüst olmalıyım, en azından bu gece. Yan dairede yaşayan bu adamla –aslında onu Selim’in taktığı adla neden Kaşif diye anmıyorum– konuşabilirim… Kadir’le bunları konuşma düşüncesi bile midemdeki bulantıyı yeniden kabartmaya yetiyor.

İnsanları Septimus [4] gibi ‘becerenler ve becerilenler’ diye ikiye ayıran birisine başvurmak, en az bu kentte kalmakta ısrar etmek kadar aptalca bir fikir. Eğer birazdan son köprüye doğru koşmaya başlayacaksam, onun kibirli merhametinden uzak durmalıyım. Eminim, acırken bile karşısındakini aşağılama dürtüsüne yenik düşen o kaçıkla tekrar konuşursam buradan asla ayrılamam. İşte asıl o zaman yaşlı, yatalak hastaların bağırsaklarını pompayla boşaltan lavmancı hastabakıcıları meslektaşlarım diye adlandıran bu yazar eskisinden, Tanrı bile koruyamaz beni. Öyle ki, bazen dairelerimizi ayıran duvarların yeterince kalın olmadığını düşünmüyor değilim. Hem söyleyeceklerini de biliyorum: ‘Ah, benlik denilen o labirentin çıkışını bir bulabilsek…’ Üstelik, becerilen takımındanmışım gibi alaycı bir kahkahayla gülerken suratıma savuracak bunları. Uzaktan kimsenin atmadığı bir çığlık yükseliyor…. Ürpermiyorum; hücrede uzun süre tek başına kalanlar gibi kendi çığlıklarıma alıştım: Eğer bu kentte bir becerilen gibi sürünmek istemiyorsam yapmam gereken telefon etmek; annemin o unuttuğum sesiyle tekrar kucaklaşmak, ‘Geliyorum,’ demek. ‘Artık oyuncu değil, çocuğun olmak istiyorum’ diye fısıldamak… Bunda garip bir şey yok: Her insan –sevsin sevmesin– ölümünden az önce yeniden annesinin çocuğu olmak ister. Bu kez kararlıyım; neye mal olursa olsun, kendini ona adayanları hep aldatan bu ışıltılı, nankör kenti, o uzak kasabada çürümek, geçmişimin mezarlığına gömülmek için sabah olmadan terk etmiş olacağım… Bu kentte ölmek yerine, koyu yeşil suları ışıldamayan bir göle yaslanmış kasabamda göçüp gideceğim; aradaki fark sadece bu. Hayat ummuyorum; umduğum cansız düşlerimle birlikte sığabileceğim bir mezarlık. Benliğimin labirentlerinde tutsak kalan –kendi narsisusu olmaktan bıkmayan– o zavallı bir kez daha çığlık atıyor… Ama ben onu duymuyorum. Duyduğum zil sesiydi. Kulaklarımı kabarttım. Yağmur camda hâlâ aynı sıkıcı nakaratı sürdürüyordu.

Çalan, gelecek vaat etmeyen, sırtını dönmüş kente açılan geçidin kapısıydı. Gözlerimi telefondan ayırmadan –ayırırsam son köprü de yıkılacaktı– sese doğru yürüdüm. Kapıda bir kadın vardı; belki de kız. Ona düz, yani dümdüz bakmadım; çünkü bir gözüm hâlâ telefondaydı. “Komşunuz, Kadir Ladin,” dedi kız; ya da kadın, sesinde yaşının izi yoktu. “Konuşuyorduk, birden yere düştü.” Kaçış, köprü, İznik, annem, allahaısmarladık… Zor bir problemi açıklamaya niyetli, her zaman neden-sonuç ilişkisini vurgulamaya özen gösterdiğini haber veren kuru sese yüzümü döndüm. “Kendinden geçti. Ölü gibi yerde yattığına bakılırsa durumu ciddi.” Midemdeki bulantı olmasa gülecektim. Hayatı boyunca insanların en günahkârı olmayı düşlemiş adam sonunda ölecek mi? Yersiz bir soruydu; O aslında sadece Mine’nin gözünde canlıydı. Hayatta oluşunun kanıtları belirsizleşeli çok olmuş, kötülüksever bir yarı Tanrı olmayı tasarlarken, kendi deyimiyle bir ‘hayalet insan’a dönüşmüştü: İz bırakmayan, ağırlığı olmayan, ama kendinizi asla zihinsel despotluğundan koruyamayacağınız insanlardan. Belki benim kavrayamadığım derin bir anlamı da vardı bu tanımın: ‘Dünyayı reddederek yaşamak, öfkenin ve felsefenin donmuş hali gibi…’ Eminim o böyle derdi. Ne de olsa feylesof… ‘Eğer Vivaldi hayatını bir yetimhanede öğretmenlikle geçirmişse…’ O da kaçıklarla dolu bu köhne apartmanda feylesofluk yapabilir. Neden olmasın? Kız geri dönecekmiş gibi kımıldayınca bulantıyla koyulaşan, akışkanlığını yitiren düşünceleri bir kenara bıraktım: Yaşı yüzünde de yoktu.

Ama kadın denemeyecek kadar narin bir bedeni vardı. Doğum yapamayacağına iddiaya girerdim. Çıkık kaşları gözlerini küçültüyor, bakışlarını perdeliyordu. “İçiyor muydu?” Kız, evet der gibi başını eğdi. “Sık sık sarhoş olur; endişelenmeyin,” dedim. “Yüzünü soğuk suyla yıkayın, gözlerini açar.” “Düşerken başını çarptı, baygınlığının nedeni bu olmalı. Telefonu çalışmıyor, doktor gerekiyor…” Evi, yalnızlığımın işaretlerini sezebiliyormuş gibi dikkatle süzmüştü: Yıkanmamış tek tabak, tek çay bardağı, üstü sigara yanıklarıyla dolu masa ve bir nesne gibi fark edilen hüzün. Gözleri küçük olmasına küçüktü, ama ayna gibi içine aldığını çoğaltıyordu. Yüz yüze durmamak için isteğine uyarak onu izledim: Tekine katlanamazken, gözlerinde ikizlerimi görmemek için. Birlikte karşı daireye geçtik. Kadir, kızın dediği gibi yerde boylu boyunca yatıyordu. Sandığımdan da kısaymış… Bu, ölüyor olmasından daha şaşırtıcıydı. Sonra çözdüm: Ayaktayken olduğundan büyük görünmesinin nedeni iri laflar etmesindendi. Bir kolu, ulaşmak istediği bir şey varmış gibi ileriye doğru uzanmıştı.

Cesetten daha çok cesede benzemesinin nedeni bizi ölümüne alıştırmış olması mı? Belki! Kız, leş gibi kokuya aldırmadan eğilip iki parmağını Kadir’in şahdamarına bastırdı. Ben bekliyordum. “Nabzı atıyor, ama bir an önce hastaneye gitmesi gerekir,” dedi. Kız kendinden öyle emindi ki, “Doktor musunuz?” diye sordum. “Hayır,” dedi kız. Sonra, elli bin yıldır görmesine rağmen kendi ölümüne hâlâ alışamamış türümüzün o endişeli sesiyle devam etti: “Ama başını çarptığında çıkan sesi duydum.” Koltuğun kolçağını işaret ediyordu. Belki haklıydı. Kendi haline bırakırsak dostumuz bu kez ayılmayabilir. Sevimli budala; Mine kadar genç birisiyle ne işin var? Ellisinden sonra yaşlanmamakla yetineceğine, neden yeniden gençlik edinmeye kalkıştın? Kız sessizliğini sürdürüyordu. “Tamam,” dedim. “Burada bekleyin, ona yardım edecek birini biliyorum.” Dışarı çıkıp merdivenlere yöneldim. Tabii bu saatte doktor ve ambulans bulmanın bir bedeli vardı: İki kat çıkacak ve sonra yine mükemmel daire çizme hakkında bir söylev dinleyeceğim… İçeride neden bir ine girmişim gibi ürperirken buluyordum kendimi? Hayvansı varlığının koku gibi yaşadığı yere sinmiş olması yüzünden… Cevap bu muydu? Kadir de bilmiyordu. Sorduğumda, “Olsa olsa onun bizim görmediğimiz şeyleri hissetmesidir,” demekle yetinmişti.

Kapı ben çalmadan açıldı; hatta daha sahanlığa adımımı atmadan. Gözetleme deliğinin ardında yaşıyor olmalıydı. İşte apartmanımızın –bir numaralısı aşağıda gerçek bir hayalete dönüşmek üzereyken– iki numaralı kaçığı tam karşımdaydı. Selim benden önce davrandı; işaret parmağı şakağındaydı: “O yaş… yaaaş… yaaşlı he… heeriii… heerriiif çaatlaak! Zıı… zııır de… deli… deeliiiniin teee… teeekkiii teki…” Sakinleşmesi bütün gece sürebilir… Düşünce korkutucuydu. Kafasına art arda ateş eden parmağını indirmeden öteki eliyle burnunu işaret etti. Anlamıştım: Hem kekelemeye, hem de intihar etmeye kararlıydı… İçeriye girdim. “Oooo olaa… olacaaağıııı… buuuuy… du…” Eğilince, yaklaşıp Kadir’in öğrettiği biçimde burnunu sıktım. Konuşması dediği gibi hemen düzeldi. “Aklını öyle insanlarla bozarsan sonunda delirirsin. İnsanı keşfetmekmiş. Hah…” Uzamış sakalları, iyice içeri çekilmiş, çukurun dibindeki balçığa batıp kaybolmaya yüz tutmuş gözleriyle uğursuz bir kâhine benziyordu. Peki, Kadir’den söz edeceğimi nasıl bilmişti? “İnsan fasit bir dairedir… Bunu söyleyen o değil miydi? Ne kadar ilerlersen ilerle, hep yola çıktığın yere varırsın.” Birlikte yürüdük; salona girerken Kadir’in ona söylemediği, ama onun keşfettiği varışı fısıldadı: “Vahşete, yani Tanrı’ya…” “Düştü,” dedim, uzun konuşmasına ara verince. “Başını vurmuş. Hemen hastaneye götürmemiz gerekiyor.

Ambulans….” “Hep Tanrı’yı kıskandı. Yemin ederim doğru söylüyorum; kıskandı. Bana söyledi…” Ortadaki iki tuval de boştu. Daha başlamamıştı. Kuzey cephesini örten geniş, penceresiz duvardaki Marmara haritası yenilenmiş… Farkına vardığım ikinci şey de bu oldu. Harita geçen seferkinden oldukça büyüktü. “Mine’ye haber ver,” dedim. “Yalnızlığa katlanamayan birisinin Tanrı’yı kıskanmaya yeltenmesi affedilmez bir budalalık değil mi sence?” Yine soyunacaktı, gömleğini çıkarırken kızgın namluya dönüşen parmağı tenini dağlamış gibi acıyla bağırdı: “İçmesinin nedeni de bu; yalnızlığa katlanamıyor…” Sonra birdenbire gülmeye başladı. Korkutucu bir görüntüydü: Gözleri, ikiye bölünen solucanlar gibi deliklerden dışarıya çıkıyordu. “Kaç kez duydum. ‘Katlanamıyorum,’ diyerek ağlıyor da…” Kadir’in yıllardır geceleri neden ağladığını apartmanda oturan herkes bilirdi. Aynı suçtan mahkûm olmuşların yoldaşlığıyla, “Katlanamadığı Ayşe’nin ölümü,” dedim. “Hadi ablanı ara! Dostuna doktor gerekiyor.” Selim, Mine’yi aramak yerine, yenilenen haritaya yaklaşıp kulağını duvara yasladı.

“Duyuyor musun?” Yine aynı şey: Bu oyundan bıkmıştım; hiç bir şey duymuyordum. Ortalık mezarlık gibi sessizdi. Selim devam etti: “7 numara, saygıdeğer ilericimiz Mustafa Atak’la, 8 numara, gericimiz Ulviye Kurban yine kavga ediyorlar.” Yaptığı her şey gibi konuşmak da onu terletiyordu; fanilasını da çıkaracaktı. “Acaba bu seferki konu ne? Sus… Evet, konu… Tabii, her zamanki gibi yine apartmanımızın yıkılıp, yerine yenisinin dikilmesi…” Ona doğru ilerlemeye niyetlendim. “Bir dakika… Mehmet de orada.” Dudakları büzülmüştü; Mehmet’i küçümsediğini nedense hiç gizlemiyordu. “Budala, ablasıyla abisinin arasını bulmaya çalışıyor… Ne mümkün! Amaç ortada, ikisi de bizim zavallıyı yanlarına çekip çoğunluk hissesini sağlamaya çalışıyor…” “Hadi artık, palavrayı bırak,” dedim. “Kimse bu kadar uzaktan duyamaz.” Suratıma tükürür gibi bağırmaya başladı. Onu kızdırmıştım: “Kaşif’in yanında sünger sesli bir kız vardı, değil mi?” Oldukça iyi bir tanım… Şaşırmadan önce böyle düşündüm. Neyse, belki bir gün ona inanırdım. Başını sallayıp yaklaştı. “Her şeyi duyabiliyorum.” “Eğer hemen Mine’ye buraya bir ambulans yollamasını söylemezsen, çizdiğin daireleri kontrol edecek yeni birisini bulmak zorunda kalacaksın.

Bunu da duydun mu?” Dik dik bakınca karşı koydum: “Bana güvenme, pergel elime hiç yakışmaz; hem Kaşif her zaman evde, çağırdın mı gelir…” Durmadan başını sallıyordu. Neredeyse hiç ara vermeden. Onu en çok deliye benzeten de gözlerini kör solucanlar gibi iki yana savuran bu sallanmaydı; Kadir aşağıda ölmek üzereydi, bense bu kentten kurtulma şansımı giderek yitiriyordum. Neyse ki Selim, günün birinde o mükemmel daireyi çizdiğinde –olayın felsefi boyutunu da kavrayabilecek– bir şahide ihtiyacı olduğunu hatırladığından olacak, sonunda ablasını aramaya karar verdi. “Öfkelisin, çünkü öğleden sonra başvurduğun iki iş de olmadı…” Nasıl bilebilirdi? “Söyledim ya,” dedi, ben sormadan. “Her şeyi duyuyorum… Hatta düşünceleri bile… Şişşt!” “Ne oldu?” Bari gözlerini kapasaydı! Kapamadı: “Yukarıdaki ikilinin anlaştıkları tek konu Zilan’la anasını evden atmak…” Kürtler dışarıya! Fanilasını giyiyordu aceleyle. Üzgün; belki de öfkeliydi: “Ooo… oonlaaaa… onlaaraa… ra…” Zilan’ı uyarmanın bir işe yaramayacağını hatırladığından, düzeltti: “Leee leyyy leyylaa Baaa baacııı… yaa haaa… beeer… veee veerrr me… me . me… liiiiyiim… Bu aaa… paaart… maaan… da ooo oonnlaaa… rııın daa hiiiss… seeeleeeri var.” Tekrar burnunu sıkıp, tekrar “Mine’yi ara!” dedim. Sonra onu deniz dibindeki fayların renkli kalemlerle işaretlendiği haritanın önünde bırakıp aşağıya indim. Kız, Kadir’in başındaydı. Telaşsız görünüyordu. Kızılmış; saçlarını meğerse şafağın rengiyle boyamış. Başka bir özelliğini de keşfettim; etkileyici olan gözleri değil, ince çizgilerle yayılan parlak bakışlarıydı. “Kendine gelemedi,” dedi.

Ambulans çağırdığımızı söyledim. Duyup duymadığını ele vermeden, Kadir’e bakarak, “Çok garip,” diye devam etti. “Sanki yüzüyor.” Haklıydı, ayaklarımızın dibindeki beden sarhoşluğunun içinde kulaç atar gibiydi. “Hak ediyor…” Şaşırmıştım: “Neyi?” diye sordum. “Varoluş kavramıyla ödüllendirilmeyi.” Hâlâ sorar gibi baktığımı görünce, “Düşmeden önce bundan söz ediyordu,” dedi. “Çoğumuzun bu gezegenin üstündeki durumu sadece bir kalma, tutunma sorunuymuş; ‘Varkalış’ yani,” diye sürdürdü açıklamasını. “Ve bazılarımız ideallerle yetinirlermiş; bir hayal edinemediklerinden…” Ona ilk kez dikkatle baktım. Kadir’in ona ‘varoluş’tan, ‘varkalış’tan ve çoğunu unutmuşken hayallerden söz ettiği için. Değeri onaylanmıştı. “Adım Umut,” dedim. “Umut Çinici.” O, soyadını söylemeden, “Nihan,” dedi. Sonra ikimiz de yerde yatan adama baktık.

Ben ayakları olmadığı için yeryüzüne inemeyen, rüzgârların üstünde uyuyup, ancak öldüğünde gezegene düşen mavi kuşu [5] düşünüyordum; o, ışıltılı gözlerini üstüme salmadan soruyordu: “O kız kim?” Parmağının yöneldiği tarafa bakmadım. Ben de duvardaki fotoğrafla karşılaşınca aynı merakla irkilmemiş miydim? “Ayşe,” dedim. “Bir arabanın arka koltuğunda üçe bölündü,” demeden, “Kızı,” diye ekledim. “Demek kızı?” “Evet, kızı,” diye tekrarladım. Adını bildiğime göre siz demek zorunda değildim. “Ya sen?” “Onu ilk kez bu akşam gördüm,” dedi beklemeden. “Buraya ortak bir tanıdığımızdan söz etmek için gelmiştim.” Az önce pudralanmış gibi bembeyaz bir yüzü vardı. Ölü müydü, yoksa o da sahneye mi çıkacaktı? Kadir, tam o sırada, kızın tüm canlılığının gözlerine toplandığını düşündüğümde inledi. “Kendine geliyor…” “Hâlâ midem bulanıyor,” dedim. “Kusun,” dedi kız. “En iyisi kusmaktır. Her şeyi temizler…” Kusmak! Her zor sorunun aslında böyle basit bir cevabı mı var? Oldukça zeki birisiyle karşı karşıyayım… Ben bunları düşünürken içeriye Mehmet girdi. Yüzü kızarmıştı. Demek Selim haklıydı, gerçekten ablasıyla abisini ayırmaya çalışmıştı.

Sekiyordu, çok da üzgündü. Ve ne zaman üzülse, topallaması artardı. “Ne oldu?” dedi. “Hiç,” dedim Kadir’i göstererek. “Düştü, başını vurdu; ben de galiba kusacağım…” Mehmet, “Yüce yaradan,” diye inledi, “Ne kötü bir akşam… Önce Zilan, sonra bizimkiler, şimdi de Kadir…” “Bu kötü günden payına düşeni unutma,” dedim, Mehmet Kadir’e doğru atılırken. “Bugün iki yerden de kapı dışarı edildim. Bu ay da kirayı alamayacaksın.” Mehmet, on bir yaşından beri ona kan kusturan bacağını büküp diz çökmeye çalışırken, ambulans sokağın başında ötmeye başladı. Nihan, “Demek işsizsiniz?” dedi. Ambulansın çığlıklarına karışan kuru sesi Selim’in dediği gibi süngeri hatırlatıyordu. Ben Kadir’in yüzünü okşayan Mehmet’e bakıyordum. Kan ter içindeydi ve her zamanki gibi çok yorgundu: İyi insanların başı her zaman derttedir… Kıza gelince, cevap vermedim. Ne diyecektim? ‘İşsizim ve son köprüden geri çekilmeye hazırlanıyorum’ mu? 2 “Merak etme, o ölmez,” dedim. “Hiç rüzgâr ölür mü? Boreus’u [6] hatırla…” Mine cevap vermedi. Benliği ve bedeni, sevdiği adamın öleceği korkusuyla titriyordu.

“Hadi, kim kimi yatıştıracak?” Boynundaki steteskopu işaret ettim. “Doktor olan sensin.” Gülümsemeye çalıştı, ama yüzündeki mum erimiş, alev yana eğilmişti. Kararsızlığının nedenini o iki mücevhere, yeşil taşlara baktığımda kavradım: Güzelliği, doktor olarak inandırıcılığını yok ediyordu; kendi gözünde bile. “Endişeleniyorum,” dedi. “Bu ay hastaneye ikinci gelişi bu. İkisinde de kendinde değildi.” “Hastane babana ait, yani bedava diye yapıyor bunu,” dedim. Yüzündeki titrek ışık doğruldu. “Bana sorarsan, buluşmak için en uygun yer burası; kocanın asla gelmeyeceğini biliyor.” Başını kaldırınca yeşim taşlarının dibindeki –başka hiçbir şeyin oraya yerleştiremeyeceği– o bakışla karşılaştım: Sevilene duyulan sonsuz acımayla. Tam aydınlatılmamış, ama iyi döşenmiş bir odadaydık Etrafta hiç ses ve koku yoktu; sessizlik binayı ölümün hep bir yerlerine sindiği hastaneden rahat bir otele çevirmişti. Kadir, bir ya da iki kat aşağıdaki bir yatakta, ölümle uykunun arasındaki gölgeli düzlükte hangi yöne ilerleyeceğine karar vermeye çalışırken, biz dönüştürücü sessizliğe sığınıp endişelerimizden, dışarıda birkaç notadan oluşmuş yeknesak bir melodi gibi yağmakta olan yağmurun üstümüze saldığı hüzünden sakınmaya çalışıyorduk. Mine, “Hiç yatmadık,” dedi birden.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir