Melih Cevdet Anday – Aylaklar

Köprüden Kadıköy’e kalkan 19.30 vapurunun birinci mevki kamarasında, karı koca oldukları anlaşılan iki yaşlı kişi oturuyordu. Yetmiş yaşlarında görünen kadının başında, krem rengi, çiçekli hasır bir şapka vardı; şapkanın altından görünen saçları yarı beyaz, yarı kırmızımtrak, yarı da koyu kestane rengindeydi; mevsimine göre giyinmişti; üstünde şanel biçimi, kırmızı harçla süslü, parlak Fransız keteninden, lâcivert bir tayyör, boynunda birkaç sıra inci ve zincir karışımı kolye, kolunda kalın zincir bilezikler vardı. Onun yaşında görünen, iyi giyinmiş, iyi yüzlü, iri kıyım, biraz dalgın olan erkeğe yüksek sesle: — Dayanamam artık ben buna, diyordu. Bin defa tembih ettim, ona küçük hanım diyeceksin, bana hanımefendi diyeceksin diye bin defa tembih ettim. Bu sabah yine kalmış, «Hanımefendi!» demez mi ona? Çıldırtacak beni bu kız, hiç ötesi yok… Bin defa söyledim, gelin gelindir, geline hanımefendi demiyeceksin, bana hanımefendi, ona küçük hanım diyeceksin diye bin defa söyledim. Bu sabah kalkmış, bana inat, «Hanımefendi!» diye sesleniyor ona… Bu sözleri söyliyen kadının yanındaki erkek, başını hafifçe ondan yana eğmiş, tam dinler durumda idi; ama yine de söylenenleri dinlediğini, anladığını gösteren bir belirti yoktu yüzünde. Buna canı sıkılan kadın, sesini daha da yükselterek: — Duyuyor musun? Dedi. Adam «duyuyorum» anlamına başını salladı, hafifçe de gülümsedi. Bu gülümsemede, hanımefendi – küçük hanım tartışmasını küçümse-diği anlamı yoktu; daha çok, «Hoş bir hikâye! Dinledim, memnun oldum, yararlandım,» anlamı vardı. Ama bu, uzaktan bakılınca böyleydi; onların karşılarında oturanlar ise adamın kulaklarının ağır işittiğini anladılar, birbirlerine baktılar. Kadın: — Evde benden başka hanımefendi olamaz, dedi baştan alarak. Tembih de ettim, daha gelin eve gelmeden tembih ettim, ona küçük hanım, bana hanımefendi diyeceksin dedim. Sanki ben öyle söylememişim… Ertesi sabahtan tutturdu, hanımefendi aşağı, hanımefendi yukarı… Sanki tembih eden ben değilmişim… Bu sabah da «Hanımefendi, kahvaltıya!» diye seslenmez ini benim yanımda? Sinirimden bayılacaktım.


Çektim bir yana, «Sen kime hanımefendi diyorsun?» diye sordum. «Bu evde hanımefendi benim, anladın mı?» Ama kafa yok ki kızda anlasın… Aptalın, delinin biri… Adam yine Ibaşmı salladı. Bu sefer kadın kızdı ona: — Başını sallıyorsun ama hiç oralı olduğun yok. Ben sinirlenmişim, bayılacak gibi olmuşum, umurunda değil senin. Kocası gene başını salladı: — Sallama artık başını, fena oluyorum. Gene akim Yuşa tepesine gitti anlaşılan. Söyle, hanımefendi demesi doğru mu geline? Kim evin hanımefendisi? O mu, ben miyim?. Adam daldı gitti. Dinlediklerinden sıkılmışa benziyordu. Belki de şu «Yuşa tepesi» sözü onu biraz sarsmış, hafif, eğlenceli bir konudan alıp asıl kendi işine, büyük işine götürmüştü. Yüzünden, «tyi, hoş ama, biz erkeklerin de bir takım işlerimiz vardır elbet,» anlamı okunuyordu. — Kim diyorum sana, hanımefendi kim, kü- çük hanım kim? Bu sırada, ayakta duran gene yaşlıca bir kadınla erkek, onlara bakarak aralarında bir şeyler konuştular; bu konuşma üzerine erkek, oturanların yanına geldi, sağır olduğu anlaşılan, iyi yüzlü adama doğru eğilerek: — Rüsumat Nezaretinden Kâzım Bey değil misiniz? Diye sordu. Sağır olduğu anlaşılan, iyi yüzlü adam gülüm-siyerek başını kaldırdı: — Evet efendim, bendenizim, dedi. Ama onun bu sözleri pek anlaşılamadı, çünkü o anda yanındaki kadm atılmış ve daha yüksek sesle: — Benzettiniz efendim, demişti. Davut Beydir kendileri, kocam. Rüsumatta bulunmamıştır.

Benzeten adam: \ — Demek Rüsumatta bulunmadılar, dedi. ! — Hayır, Rüsumatta bulunmadılar. Bu konuşma da böylece bitti. Ayaktaki adam, anlaşılmaz sözlerle özür diliyerek yerine döndü. Yanındaki kadına bir şeyler söyledi. Sonra ikisi de gözlerini Davut Beye dikip öylece kaldılar. Davut Beyin Kâzım Bey olmadığına inanmamışlar mıydı, yoksa benzerliğin böylesine hayran mı kalmışlardı, orası kesin olarak söylenemez. Yalnız şu da var ki, gazoz içenlerin arada bir gazoz şişesine bakmaları gibi, bu türlü konuşmalardan sonra da, benzetenlerle benzeyenler arasında bakışmalar sürer gider. Karı koca bir süre sustular. Davut Bey karı- 8 sına döndü: — Tanıdılar beni, dedi. — Yok canım, dedi karısı, ne tanıdıları! Benzettiler seni. Sen Rüsumatta çalıştın mı? Davut Bey safça: — Hayır, çalışmadım… Dedi ve göğüs geçirdi. — E… Öyle ise neni tanıyacaklar? İnsan insana benzer. Ben o kıza Ibin defa tembih ettim… Bu akşam da geline hanımefendi derse benim yanımda, karışmam Davut Bey! Adam yine başını salladı. Temmuz başları idi.

Üsküdar sırtlarmdaki evlerin camları, vapurun dış yanındaki sıralarda oturan yolcuların gözlerine keskin ışıklar sokuyordu. Bu yolculardan biri, vapurun nereye geldiğini anlamak istercesine gözlüklerinin üstünden sağ yana, sol yana baktıktan sonra, okuduğu gazeteyi titizce dörde katlayıp sol cebine yerleştirdi. Gözlüklerini çıkardı mendil cebine koydu, bunun arkasından da şapkasını eline alarak sağ kolunun yeni ile bir güzel temizledi, süpürdü, bir zerre bile toz çıkmamıştı, ama o yine tozları üfledi, şapkasını giydi. Gözlüklerini taktı, cebinden çıkardığı gazetesini titizce açıp okumaya başladı. Bu okuma ancak yirmi, yirmi beş saniye sürmüştü ki, adam bu sefer önce gözlüklerini çıkardı, ama gözlükleri gözünde imiş de gözlüklerinin üstünden bakıyormuş-casma bir Haydarpaşa iskelesinden yana, bir de Kızkulesi’nden yana baktı, sonra gözlüklerini yeniden takıp şapkasının ortada olmayan tozlarını sa- ğa sola üfleyerek yeniden yirmi – yirmi beş saniye kadar okudu; bunun arkasından bir önceki işler aynı sıra ile bir daha yapıldı. Artık gazete okumaktan ve şapka temizlemekten yorulan bu elli beş yaşlarındaki adamın başı sağ yana dönük olarak kaldı. Bu durumdan kuşkulanan sağ yandaki yolcu, «Bu adam neden boyuna bana bakıyor?» diye düşünerek kızgınlıkla başını ona çevirince, elli beş yanlarındaki adamın, başı sağa dönük olarak, yan gözle Haydarpaşa garına baktığını gördü, «Demek dosdoğru bakmıyor, vardır böyle kaçık adamlar!» diye düşündü. Gerçekten de garip bir adamdı bu, sol göz ucu ile bakmaktan yorulunca başını sola çevirmiş, Haydarpaşa garına bu sefer de sağ göz ucuyla bakmaya başlamıştı. Kamarada «Hanımefendi – Küçük hanım» dâvasını sürgit eden yaşlı kadın: — Evde huzur kalmadı, diyordu, gelin geldiğinden beri kalmadı… Ama suç benim torunumda, avukat oldu, erkek olamadı, saydıramıyor kendisini karısına… Bir evde iki hanımefendi olur mu? Söylesene?. Davut Bey bu sefer başını öteye, denizden yana çevirmişti, gözlerini kısmış bir yerlere, ya da birine bakıyordu. Kadın: — Yuşa tepesi görünmez burdan, boşuna bakma, dedi. Söylediklerimi dinle sen… Gün geçtikçe ilgin azalıyor bana karşı. Böyle diyerek saçını düzeltti, çantasını çıkarıp ayna çıkardı, yüzünü inceledi. 10 Davut Bey: — Galip değil mi dışarda oturan? diye sordu karısına. Kadın da gözlerini kısarak o yana baktı.

— Nerede? — Dışarıda, şu pencerenin önünde oturan canım… Görmüyor musun? Kadın gösterilen pencerenin hangi pencere olduğunu anlamamıştı, ama anlamış gibi yaparak: — Odur o, diye kestirdi attı. İçeride sıkılır Galip. Bu vapura gelmesini söylemiştim. Bizimle dönsün diye… Dolmuş parası vermekten ödü kopar. Git de söyle, beklesin bizi iskelede. Davut Bey yerinden kalktı. Biraz önce Rüsumatta çalışıp çalışmadığını soran adamla yanındaki kadını saygı ile selâmladıktan sonra, sıraların arasından geçip açık pencereye doğru uzandı. Elini uzatıp Galip’in omuzuna dokundu. O sırada Haydarpaşa garının saatine sol göz ucu ile bakan Galip yerinden sıçradı, Davut Beyi gördü: — Bugün saatim kırıldı, dedi. Öteki buna hiç aldırmadı, sadece: —• Dışarıda bekle, demekle yetindi. Sonra aynı yollardan yerine dönerken, ayakta duran kadınla erkeği yine selâmladı. Onlar da faltaşı gibi açılmış gözlerle onu tepeden tırnağa süzdüler. Galip, «dışarıda bekle!» emrini alır almaz yerinden kalkmıştı bile, doğru çıkış yerine yollandı. Kırılan saat şimendifer marka bir cep saati idi. ıı Galip o gün Galatasaray’da birdenbire sıkışmış ve aptesthaneye kendini dar atmıştı.

Nerede olursa olsun, yarı belinden aşağı soyunmadan aptest edemezdi. Elbette bir genel aptesthanede bu işi temizce başarmak kolay olmaz. Pantolonunun paçaları yerlere değip de kirlenmesin diye bütün titizliği ile çalışan Galip, bu arada saatin kösteğini koparmış, böylece de saat taşlara düşüp kırılmıştı. Görünüşte kırılan yalnız camdı, ama saat durduğuna göre makinelerde de bir bozukluk olduğu anlaşılıyordu. Şimdi en önemli iş, bu saatin onarılması işi idi. Çünkü artık saatçilere güven kalmamıştı. Hele şimendifer saat gibi eski ve pek değerli ıbir saati gelişigüzel bir saatçiye götürüp bırakmak, eşi artık bulunamıyacak bir takım yayları, direkleri, vidaları o saatçinin namusuna emanet etmek kolay mıydı? Baba yadigârı olan bu saatin başından geçen ikinci kaza idi bu. İlkinde ölen karısının eliyle kırılmıştı. Evlendiği gece idi. Galip saatini masanın üstüne koymuş, karısı odada yokken soyunmaya başlamıştı. Birden kapıyı kırarcasma açıp içeri giren kadın: — Git buradan! Tanrmı seversin git! Diye bağırmaya başlamıştı. Bir sinir krizi içinde olduğu anlaşılıyordu. Zavallı Galip odanın bir köşesine sinmiş, ona şaşkınlık içinde bakıyordu. Acınacak bir durumda idi Pakize, bir süre birbirini tutmaz lâkırdılar söyledikten sonra eline geleni öteye beriye atmaya başlamıştı. Ceket, kıravat, pantolon, gömlek havada uçuyordu.

Bu arada ne oldu ise saate, şimendifer saatine oldu. Saat kapıya çar- 12 pıp yere düştü, kırıldı. O zaman Galip, sindiği köşeden fırladığı gibi saatinin üstüne atıldı, onu yerden alıp muayene etmeye başladı. — Baba yadigârı idi bu saat Pakize, dedi. Ondan ne istersin? Bu sözler Pakize’yi büsbütün çileden çıkarmıştı. Sanki onları bir dinleyen varmış gibi: — Bakın bakın! diye bağırdı. Ben ona ne diyorum, o hâlâ saatini düşünüyor. Ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. O sırada Pakize’nin babası Davut Bey kapıda belirmişti. Kız kendisini babasının kollarına atmıştı. — Ne adam, babacığım, ne adam! Diye inlemişti. Ama Galip sabırlı, sakin, ileriyi gören bir adamdı; bu türlü krizlerin geçici olduğunu bilirdi. Nitekim Pakize bir (hafta kadar başka odada yattıktan sonra, sonunda zifaf odasına gelmişti. Ama ne zifaf odası! O oda bu sıfatı belki de hiç hak etmemiştir. Gerçekte evlilikleri de bir yıl kadar sürmüştü.

Pakize, çocuğu Muammer’i bırakıp ölmüştü. Sabırlı, sakin, ileriyi gören bir adam olan Galip de bu çocuğu bağrına basmış ve ölen karısının anası, babası ile birlikte, Erenköy’deki köşkte yerleşip kalmıştı. Nesime adındaki kuzininden başka kimsesi yoktu. Pakize’nin ölümünden yıllar sonra, Nesime kocasından kaçıyor, sevdiği bir aktörle dört ay kadar kapanıyor, ondan da ayrılıp Galip’in yanma, Erenköy’e geliyordu. Galip, Kadıköy iskelesine çıktıktan sonra bir yana çekilip kaynanası ile kayınbabasmı beklerken bunları düşündü ve saatinin ikinci defa kırıl- 13 masını hayra yormaya çalıştı. Sar’ası vardı, saat için duyduğu üzüntüden krize düşebileceğini aklına getirerek birdenbire büyük bir korkuya kapıldı, yüzü sarardı, çeneleri oynamaya başladı. Bereket Davut Beyle Leman Hanım çabuk yetiştiler. Onları görünce Galip rahat bir nefes aldı. Leman Hanım: — Ne o Galip senin yüzün sararmış… Dedi. Öteki: — Saate üzüldüm, diye cevap verdi. Bugün Galatasaray’da birdenbire… Kadın: — Aman kendini tut, eve kadar bayılmamaya bak. Burada seninle uğraşamam… Dedi, sonra da kocasına dönüp: — Şuradan bir otomobil çevir, diye söylendi. Çarşıdan geçelim. Dündar ve Paşayı alacağız. İkisine de tenbih etmiştim, bizi bekleyecekler.

Böylece otomobile binip çarşıya yollandılar. Dündar Beyi balıkçıların önünde buldular, elleri dolu idi. Davut Bey: — Neler aldın? Diye sordu. Dündar Bey: — Balık, meyve, içki, maden suyu, yufka, peynir, zeytin, yeşil zeytin, yumurta, dalak, karides, midye dolması, bir de kukureç var, dedi. Öteberi otomobilin arkasına yerleştirildi. Dündar Bey şoförün yanma otururken: — Bizim filozofu nereden alıyoruz Leman hanım? diye sordu. Leman Hanım: — Sen binme hemen Dündar, diye cevap verdi ona. Şuradaki meyhaneleri bir dolaş da Paşayı bul… Çocukcağız buralarda kalmasın. Otomobili bir kenara çektiler. Dündar Bey aşağı indi ve meyhanelerin bulunduğu sokağa yollandı. Bu sırada Leman Hanım: — Koca evde akıllı bir tek adam var, o da küçük paşa, diye söyleniyordu. Hiç biriniz beni onun kadar anlıyamıyorsunuz. O da olmasa hiç ötesi yok, birinize tahammül edemem. Arkasından da: — Dündar da meyhanede ona takılıp kalırsa biz daha çok bekleriz burada, diye ekledi. Ne var bu meyhanelerde, onu da bir türlü anlıyamıyorum.

Konuşacakları varsa evde konuşsunlar… Hayır, olmaz, ille meyhane… Ama çok beklemediler, az sonra Dündar Beyle Paşa karşıdan sökün ettiler. Leman Hanımın, «Paşa» ya da «Küçük Paşa» dediği, otuz yaşlarında bile yok, uzun boylu, başı saçsız bir gençti, Leman Hanını Davut Beye: — Söyle de şunlara ayaklarını çabuk tutsunlar, sallanmasınlar, dedi. Bunun üzerine Davut Bey otomobilin kapısını açıp «Şükrü, Dündar, biraz çabuk olun!» diye seslendi. Dündar Beyle Küçük Paşa da bindikten sonra otomobilin şoförüne: — Erenköy! Emrini verdiler. Leman hanım: — Ben toplamasam sokaklarda kalacaksınız, 14 15 diyordu. Kimi zaman düşünüyordum da, ne yaparsınız ben olmasam diye bayağı kaygılanıyorum. Paranız pulunuz yok, eviniz barkınız yok, işiniz gücünüz yok… Ama teker teker bakarsan hepsi de küçük dağlan ben yarattım iddiasındadır. Bir şu Galip iddiasızdır içinizde. Doğrusu onun da neden yaşadığını bir türlü anlıyamamışımdır. Ne bekler, ne ister bu dünyadan, belli değil. Öyle değil mi damat? Galip boynunu bükerek: — Ben talihsiz bir adamım, diye cevap verdi Karım öldü, çocuğum öksüz büyüdü… Davut Bey: — Saatin kırıldı, diye araya girdi. Öteki: — Evet ya… dedi. Yarın benim bütün saatçileri dolaşmam gerekecek. Şimdi böyle saat nerde! Bütün makinelerini değiştirirler vallahi, sonra da analarının nikâhını isterler basit bir tamir için. Dündar Bey: — Eskiden bir saatçi Kozma vardı, dedi.

Talât Paşanın bana hediye ettiği saati bir gün götürüp rehin bıraktım ona. Bir sarı lira vermişti, hiç unutmam, bugünkü para ile… Şükrü, dudaklarından hiç eksik olmayan gülümseme ile: — Saati kurtarabildin mi bari Dündar Bey? diye sorarak onun sözünü kesti. Dündar Bey: — Ne gezer! dedi. Bir hafta sonra bizi sürgüne yolladılar. Hem de yollıyan kim? Talât Paşa… 16 Sürgünden döndüğümde Kozma ölmüştü. Çocukları da ne var ne yok satıp kaçmışlar… Bizim saat işte o hengâmede güme gitti. Dündar Bey, Davut Beyin gençlik arkadaşı, bir Meşrutiyet ihtilâlcisi idi. Önce İttihatçılar ile çalışmış, sonra onların bir diktatörlük kurma ardında olduklarını anlıyarak muhalefete geçmişti. Sürgüne gitmesi o günlere rastlıyordu. Süngünden döndükten sonra bu ateşli ihtilâlcinin başında daha büyük felâketler dolaşmış, bir ara idama bile maıhkûm edilmişti. Oysa başlangıçta onunla birlikte siyesî mücadele içinde bulunan Davut Bey bir ara yolunu bulup Avrupa’ya geçmiş, orada yıllarca kalmış ve siyasetle bütün ilgisini kesmiş olarak yurda dönmüştü. O zaman eski arkadaşını hemen hemen sefalet içinde bulmuştu. Davut Bey zengin bir ailenin oğlu idi, fakat çok acayip meraklar ardında koşmaktan hoşlanırdı; bu yüzden varını yoğunu bitirmişti. Leman Hanım, onun hazır yiyiciliğinin son günlerine rastlamıştı ve Davut Bey, Leman Hanımın Erenköy’deki köşkünde hiç istifini bozmadan eski yaşayışını sürdürürken Dündar’ı da yanına almıştı. O gün bugün Dündar Bey, bu köşkte yaşıyordu.

Gerçi arada bir ortadan kaybolurdu, ufak tefek işlere girerdi, ama çok geçmeden soluğu gene Erenköy’de alırdı. Tümden parasızdı. Meşrutiyet ve ihtilâlcilik anılarını anlatarak, arada bir yemek yaparak, ev işlerine yardım ederek geçinip gidiyordu. Leman Hanım ona: — Boş gezenin boş kalfası, derdi. Dündar Bey de: 17 — Bu evde boş gezenin boş kalfası olmıyan kim var? diye karşılık verirdi. Ben hayatına kumar oynamış adamım. Ama felek bizi tutmadı. Bu da suç mu sanki? Asıl suçlular, bugün sizin, onun, ötekinin büyük adam diye adlarını saygı ile andığınız kimselerdir. Cemal Paşa bir gün bana: «Sen delisin!» demişti. Asıl deli olan kendisi idi, o da, Talât da, Enver de… Onlar memleket üzerine kumar oynadılar, hatırdılar sonunda memleketi. Ama ben boş gezenin boş kalfasıyım, onlar tarihimizin büyükleri. Bir kahkaha attıktan sonra da: — Hep böyle olmuştur bu, diye eklerdi. Sonra Şükrü’ye döner: —¦ Sizi de göreceğiz, derdi, inançlarınız, ülküleriniz ne olacak bakalım, yirmi yıl sonra… Şimdi konuşmak kolay. Otuz yaşlarında görünen, Üniversiteyi yarıda bırakmış, bütün değerlerin yeni baştan ele alınması gereğini savunan, kimseyi beğenmiyen, karşı koymayı ilke edinmiş biri idi bu Şükrü. Galip Beyin, daha doğrusu Pakize Hanımm oğlu Avukat Muammer’in arkadaşı.

Muammer’in Ayla ile evlendiği gün o da gelip Erenköy’deki köşke yerleşmişti. Çamlıca’da kendi halinde yaşayan bir annesinden başka kimsesi yoktu. Bu anne, ona arada bir cep harçlığı olarak ufak yardımlarda bulunurdu. Şükrü’nün bütün geliri bu idi. Büyük iddialarla, bir takım film şirketlerine senaryolar yazıyordu. Ama bu iş karşılığında para alıyor muydu, almıyor muydu? Orası pek belli olmamıştır. Yal- 18 nız onun senaryosunu yazdığı filmler ya çevrilmez, ya da oynatılmazdı. O da bundan ötürü gururlanırdı. Ayrıca Şükrü, arada bir, bir dergi çıkarmak tasarısı ardına düşerdi. Büyük paralar bulduğunu söylerdi. Kadrosunu yapardı, ama o dergi de bir türlü çıkmak bilmezdi. O gibi işler üzerinde olduğu günler Şükrü, köşkte kim var, kim yok, herkesi paylamağa başlardı. — Uyumuş, ölmüş, bitmiş insanlarsınız siz, derdi onlara bağıra bağıra. Dünya nereye .gidiyor, siz nerde kalmışsınız! Lütfen söyleyin Davut Bey, siz ne iş yaparsınız? Yuşa tepesine Fatih Sultan Mehmed’in heykelini diktiniz diyelim.

Ne olacak bundan? Siz heykeltraş mısınız? Hayır. Zengin değilsiniz ki böyle bir işi finanse edesiniz. Devlet, hükümet başkanı mısınız? Hayır. Üstelik pekâlâ de biliyorsunuz ki bu heykel oraya dikilmiyecek. Sizinki bir heves, bir merak… Daha doğrusu can sıkıntısı… Argo gemisinin yolunu bulup altın postu aramağa kalkmanız ise bütün bütün saçma idi. Eskiden buna benzer ne delilikler ettiniz kim bilir. Ya sen Muammer? Sen ne yapıyorsun bu dünyada? Avukat oldun, ama avukatlıktan nefret ettiğini söyliyerek eve kapandın. Seni gören yeni bir atılım hazırlıyor sanır. Oysa sen gözlerini kapıyorsun, bir şey görmek istemiyorsun, bir peygamber edası ile susuyorsun. Senin için her şey olağandır bu dünyada, her iş olacağına varır… Sence biz insanlar güçsüzüz, gidişi değiştiremeyiz… Mürşide hanımın içkiden başka bir bildiği yok, içnıese uyku bile uyuyamıyacak. Evin bir adım ötesinden ödü kopuyor. Gömülmüş buraya kalmış… Ya Ne- 19 i I ! sime hanım! Başından bir sevda macerası geçti diye hayatı anladığını sanıyor, kurumundan yanma varılmıyor. Tek zenginliğini, yani kadınlığını bastırmakla büyük bir iş yaptığmı sanıyor, bununla övünüyor… Dündar beyefendi, senin anılarından başka ne var ortada? Sen bugün yaşamıyorsun ki… O sevmediğin, yerin dibine geçirdiğin yakın geçmiş yok mu, işte yalnız o seni ayakta tutan. İçinizde uyuşukluktan kurtulmak istiyen bir Ayla var, o da bula bula seramik çalışmayı buldu. İçi sıkılıyor, boğuluyor bu evde de ondan.

Kurtulmak için çıkar yol arıyor kendine. Beğeniyorum onun bunaltısını… Bu evde kendi hayatını, bildiği gibi yaşıyan bir kişi var. Leman hanım o da. Ne istediğini biliyor, kimseden akıl öğrenmiye kalkmıyor, olaylara dilediği yönü veriyor, hiç pişman olmuyor… Her bakımdan anlaşıyorum onunla… Kızları, kocası, torunu, herkes herkes üstüne anlaşıyoruz. Geçenlerde, «Pakize öleceğine, büyük kızım Mürşide ölseydi keşke…» derken kafa ve yürek gücünü ortaya koyuyordu. Çünkü Pakize hanım güçlü bir kadmmış, belli, savaşçı imiş, katlanmamış Galip beye… Katlansaydı yalnız kendi güme gitmiyecekti, Galip Bey de mahvolacaktı. Çünkü Galip beyin tek zevki, yenilgi zevkidir, yenildikçe mutlu oluyor o…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir