Melih Cevdet Anday – Yagmurlu Sokak

“Kâzım Şinasi Dersan’nın sahibi bulunduğu Akşam Gazetesi’nde iç sayfalar sekreteri olarak çalıştığım zaman, ‘Sanat Edebiyat’ sayfasını da yönettiğimi yazmıştım. Bundan başka, takma adla hikâyeler de yazardım. Bu iş Hilâli Bey’e verilmişti, o da Fransızca’dan ya da Rumca’dan çevirirdi hikâyeleri; Hilâli Bey yazmadığı günler benden isterlerdi, çünkü her gün bir hikâye basılırdı, eski bir âdetti bu. Ben H. Mecdi Velet takma adı ile yazardım hikâyeleri. Melih Cevdet Anday’ın harflerinden yapılmış bir ad. Semih Tanca’nın sahibi olduğu eski Tercüman’ın yazıişleri müdürü arkadaşım rahmetli Semih Tuğrul benden fıkra yazmamı istediğinde de gene takma ad kullandım: Yaşar Tellidede. Hiç unutmam, Sabahattin Eyuboğlu bir gün bana: “Tercüman’da bir Yaşar Tellidede var, oku onun yazdıklarını” demişti. Benim için sevindirici bir şeydi bu. Bir gün de Semih Tuğrul, “Romanımız bitmek üzere, bize bir roman yazar mısın?” diye sordu. Kabul ettim. Bu kez yeni bir takma adla, Murat Tek adı ile ilk romanımı yazdım. Ama yazmaya başlamadan beni bir korku aldı. Roman nasıl yazılır, bilmiyordum. Doğru Orhan Kemal’e gittim, durumu anlattım.


Orhan Kemal bana yol gösterdi. “Sen Akşam gazetesinde takma adla küçük hikâyeler yazardın, onlardan biri ile başla, sonu gelir” dedi. Ben de onun dediği gibi yaptım. Roman bitti, yenisi istendi, ben takma adı değiştirerek bir roman daha yazdım. Tercüman’da ve başka gazetelerde yazdığım romanların sayısı yediyi sekizi bulur. Onlardan hiçbiri yok bende, toplayabilsem bastırmak isterdim. Okuyanlar bu konuda beni yüreklendirmişlerdir; Adımı koymadığım için çok rahat yazmışım, fantezimi korkusuzca işlemişim çünkü. Bir gün Semih Tuğrul, “Seni savcılıktan istediler, romanında müstehcen bir yer varmış,” dedi. Savcı yardımcısının adını verdi. Beklendiğim saatte Adliye’ye gittim. Savcı yardımcısı, yanında bir daktilo bayanla beni bekliyordu. Kendimi tanıttım, “Ben Melih Cevdet Anday” dedim, “beni istemişsiniz.” Savcı yardımcısı, “Sizi değil, Murat Tek’i istedik” dedi. Ben, “Murat Tek benim” dedim. Savcı, elinden kalemi attı, “Yakışır mı size?” dedi.

Suçumu bilmiyordum, sordum, anlattı; Romandaki olaylar büyükçe bir konakta geçiyordu. Başlıca kişilerimden olan damat, konuk bir hanıma abayı yakar, onu elde etmek için yanıp tutuşur ve sonunda gece gizlice odasına geleceği konusunda kadını razı eder. Konuk Hanım da gider, bunu adamın karısına anlatır. İki kadın konuşup anlaşırlar, gece konuk hanımın odasında adamın karısı bulunacaktır. Öyle yaparlar ve adam, abayı yaktığı kadın yerine kendi karısı ile yatar, bundan da büyük zevk alır. Romanın, savcılıkça müstehcen bulunan yeri bu. Ben de durumu açıklamaya başladım, “Efendim,” dedim, “Adam kendi karısı ile yattığı halde, onu yeni bir kadın gibi düşündüğü için…” Savcı birden doğruldu, kesti sözümü, “Şimdi anladım” dedi, “Karısından bıkmış, öyle mi?” Sonra daktilo bayana döndü, “Yaz kızım, dedi, adem i takip kararı verilmiştir.” Böylece kolayından kurtulmuş oldum. Ama “müstehcen” bulunanın, evli bir erkeğin karısından başka bir kadınla yatması olduğu konusunda bir aydınlığa varamamıştım. Cumhuriyet Gazetesi’nin ikinci sayfasındaki yazılarıma başladıktan sonra da, bir gün, Nadir Nadi Bey, gazeteye bir roman yazmamı istedi benden. Artık acemisi değildim bu işin, kabul ettim ve kendi adımla ilk romanım olan “Aylaklar”ı yazdım. Bu romanı Nadir Nadi Bey’e ithaf etmeliydim, düşünemedim o sıra, yazık oldu. Bir gün Nuruosmaniye’de Orhan Kemal’le karşılaştık. Ne o beyim, romancılığa mı başladın? dedi. Şaka etmediğini sesinden, bakışından anlamıştım.

Demek benim takma adla yazmama bir şey demiyordu da, kendi adımı kullanınca, bunu çizmeden yukarı çıkma sayıyordu. Roman, romancıların alanı idi, bir ozan oraya burnunu sokamazdı. Böyle düşünüp düşünmediğini açık olarak anlamak için, Ne var bunda seni rahatsız eden? diye sordum. Orhan Kemal, hep gülümseyerek, – Şimdi ben de şiir mi yazayım? dedi. Keşke yazsan, dedim. Orhan Kemal, sevdiğim bir dostumdu, ama bu çıkışını onun olgunluğu ile bağdaştıramamışımdır. Romanım kötü idiyse, gülüp geçmesi, iyi idiyse sevinmesi gerekmez miydi? “Aylaklar”dan sonra, gene Nadir Nadi Bey’in isteği üzerine Cumhuriyet’e üç roman daha yazdım. Bunlar, Gizli Emir, İsa’nın Güncesi ve Raziye adlı romanlar imdir. Hepsi basıldı; hatta “Aylaklar” birkaç yabancı dile de çevrildi. Demek ben, Nadir Nadi Bey’in yüreklendirmesi ile romancı oldum çıktım. Şu anımı da anlatayım: Bir gün gazetenin bir odasında oturmuş, tefrika edilmekte olan Raziye’nin son bölümlerinden birini yazıyordum. Nadir Nadi Bey içeri girdi. – Roman mı yazıyorsunuz diye sordu? Evet, dedim. O gittikten sonra da düşünmeye başladım: Acaba benim bir “kâtip” gibi, sakin sakin yazmam, Nadir Bey’in gözünde romanımın değerini düşürmüş müdür? Çünkü bir gün Sait Faik, kimi Amerikalı romancıların, sabahleyin kalkıp, jimnastik yapıp, kahvaltı ettikten sonra roman yazdıklarından alaylı bir dille söz etmişti. Belki de roman yazarken 6 romancının kendinden geçmesi, saçını başını yolması gerekiyordu da ben bilmiyordum.

Bu düşünce ile Oktay Akbal’ın yanma gittim, durumu anlattım ve şu ricada bulundum: Ne olur Oktay, dedim, bir fırsatını bulursan Nadir Bey’e, beni evimde roman yazarken gördüğünü, üç gündür uyku uyumamış, aç susuz ve deli gibi olduğumu, kendimden geçmiş bir halde çalıştığımı şöyle! Elbet böyle bir şey söylemedi Oktay, söyleyecek değildi; çünkü benimki sadece bir şaka idi. Başkaları ne düşünürlerse düşünsünler, roman deli gibi değil, sakin sakin yazılır bence.” “Akan Zaman Duran Zaman”dan Fuat, yarım saattir elindeki kitabın birinci sayfasındaydı. Bunu birden bire anladı. Çünkü aklı hep Güler’deydi. Tren kalkalı, şöyle böyle bir saat olmuş, şehir artık gözden silinmişti. Ara sıra başını kitaptan kaldırıyor, dışarı bakıyor, fakat akıp giden topraktaki tek tük ağaçlar, koyun sürüleri, çayırlar hiç ilgisini çekmiyordu. Belki onları görmüyordu bile. Gözünün önünde hep Güler, pencereden bakınca o, satırların arasında onun yüzü. Elindeki kitabı laf olsun diye açmıştı. Daha doğrusu, bir arada yolculuk ettiği insanlardan kurtulmak için kitaba sığınmak yolunu tutmuştu. Güler’i, son günlerin olaylarını, ancak böyle düşünebiliyordu. Tren kalkıncaya kadar olan biten, ona iyi, güzel, yerli yerinde görünmüştü. Hatta Güler’in mahzun haline bile pek önem vermemişti. Oysa şimdi içinde pişmanlığa benzer bir duygu vardı.

Güler, tren istasyondan çıkarkan, Fuat’ı geçirmeye gelenlerden ayrılmış, vagona doğru koşmuş, bulunduğu yerden onu gözden kaybedince gene koşmuş, bir az sonra gene, böylece onu son bir defa görebilmek için çırpınmıştı. Fuat, Güler’den bu kadarını beklemiyordu. Bu birkaç dakikalık zamanda aklına bile gelmeyecek şeyler olmuş, Fuat, Güler’in bu ayrılığı istemediğini, kendisi çok istediği için razı olmuş göründüğünü anlıyarak sarsılmış, fakat iş işten geçtiği için de ne yapacağını bilememişti. Kalbinin üstünde, omuzlarında, ellerinde, korkunç bir ağırlık. Güçlükle nefes alıyor, o birden bire beyninde, yüzünde, avuçlarında duyduğu alevin sıcaklığından kurtulamıyordu. Bir sigara çıkardı. Bu sırada kibrit elinden düştü. Eğilip kibriti alırken, karşısında oturanın bir kadın olduğunu ayaklarından, çoraplarından farketti. Bacakları hiç de fena değil, diye düşündü. Sonra da bu düşüncesinden utandı. Kadınla göz göze geldiler. Yeşildi gözleri, siyah saçları omuzuna dökülmüştü. Biraz fazla boyanmış, dedi içinden: Herhalde bir Anadolu şehrinde oturuyordur. Nedense, oralarda yaşayanlar, Ankara’ya İstanbul’a geldiklerinde fazla süslenip püslenirler, geçen günlerin acısını çıkarmak için olacak. Öyle değil mi? Anadolu şehirlerinde, kadınların süse düşkünlüğü iyi karşılanmaz.

Fuat, başını biraz çevirince, çatık bir kaş ve kurşuni bir fötr şapka gördü. Bu adam, kadının kocası diye düşündü. Fötrün yanında bir kasket duruyordu. Bu kasketin altında, gür kaşlı, palabıyık bir yüz. Kasket ve bıyıklar, bir gazeteye doğru eğilmişti. Adamın sırtında siyah, kaim bir palto vardı, kravatsız gömleği ipekti. “Koyun tüccarı mıdır nedir?” diye geçirdi içinden. Sonra yanında oturan adamı merak etti. Sarı, sapsarı kirpiklerin altında küçük mavi gözler pencereye dikilmişti. Fuat da, acaba nerelerdeyiz diye başını çevirdi. Tren şimdi dağların, yüksek sıra dağların arasından geçiyordu. Düdük sesi ile tünele girdiler. Oldukça uzun bir tünel Fuat, gözlerini yumdu, biraz sonra açtı, gene karanlık. Tünel bitmemiş daha. “Amma da uzun”, dedi.

Bir akşam önce, Güler’i yurda götürürken işte böyle karanlıktı. Güler, elini onun paltosunun cebine sokmuştu. Hep böyle yapardı, hoşlanırdı bundan, elleri üşümüş, parmakları uzun uzun olurdu. Fuat, parmaklarını onun parmaklarının ucuna değdirir, okşar, sonra kızın elini avucuna alırdı. Sıkar bırakır, gene sıkar, gene bırakır… Bu bırakış uzun sürerse, bu sefer Güler onun elini kavrar. Böylece karanlık, ağaçlık yolda elleri, iki güvercin gibi sevişirdi. 10 Fuat, bunu bilirdi, bildiği için de bırakırdı Güler’in elini. Bu hep böyle olurdu. Fuat, teker teker, Güler’in bütün parmaklarını okşar, sonra” çıkarır ellerini öperdi. Isınırdı Güler’in elleri. Fuat’ın elleri de sıpsıcak olurdu, paltonun cebinde. Bu sıcaklık, büyük, gelecek, bitmiyecek tükenmi-yecek bir mutluluğun, şimdilik elle tutulan, gözle görülen parçası gibiydi. Daha canlı, daha doyurucu sevişmeyi, bu sevişmenin sonsuz tadını, Fuat şimdilik hayal etmekle yetiniyor, daha çoğunu isteyemiyordu. Bazı akşamlar, sinemadan çıktıklarında Fuat gördükleri filmden aldığı cesaretle Güler’i bile bile ıssız yollardan sürükler, bir ağacın kuytusunda onu elinden öperdi. Filmlerde sevgililer daha fazlasını yapıyorlardı.

Fuat da daha fazlasını yapmak istiyor, fakat tam sırası gelince, kızın yalnız elini öpmekle kalıyordu. İleri giderse bunun saygısızlık olacağını düşünüyordu. Fakat bir defa, şimdi aklındadır, ne tuhaf, Güler onu dudaklarından öpmüştü. İlk öpüşmeleriydi bu. Fuat’a kalsa mümkün değil yapamazdı bu işi. Güler onun için bir Juliet, bir Virgini, Beatrice idi, çünkü. Dante gibi dünyanın en büyük şairi, romantik bir aşkla yetinmişti. Demek ki romantik aşk, aşkların en güzeli idi. Bu güzel şeyi, kudurganlıklarla süflileştirmemek gerekirdi. Evet, ilk önce Güler onu dudaklarından öpmüştü. Hani o gün, nişanlanmaya karar verdikleri gün. Ne güzel bir gündü ama… Ancak, Güler, o gün, başlangıçta, çok sinirliydi, kaşları çatıktı, sert mi sertti. Şaşırmıştı Fuat. Onu hiç böyle görmemişti. Ne oldu? Ne oluyoruz? diye arkasından gitmişti.

Güler: – Gel, demişti, seninle konuşacağız, ama çok ciddi. Hep gittikleri muhallebiciye gitmediler. Kız: – Başka yere gideceğiz, demişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir