Melik Duvakli – Aselsan Cinayetleri

Savunma Sanayii Müsteşarlığının açık kaynaklarında yer alan bilgilere göre Türk savunma sanayiinin temeli Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme devrine kadar uzanıyor. En parlak dönem de bu tarihe denk geliyor. İmparatorluk silah sanayiinin temeli olarak gösterilen “Tophane-i Hümayun” da bir defada 1060 top döküm ve ayda 360 kg barut üretim kapasitesine ulaşıldığı ifade ediliyor. Donanmanın savaş gemisi üretimindeki kapasitesi ise dünyanın bir numarasıdır. ; \ Türk savunma sanayii 18. yüzyıldan itibaren ise Avrupa’daki teknolojik gelişmelerin dışında kalmaya başlıyor ve Birinci Djjnya Savaşı sırasında etkinliğini büyük ölçüde yitiriyor. Bu nedenle, Cumhuriyetin ilk yıllarında savunma sanayiine ilişkin ciddi bir altyapı devralınmamış. Bu alandaki faaliyetler Kurtuluş Savaşı sırasında kurulan birkaç üretim tesisi ile sınırlı kalmış. Türkiye’nin ilk ve en büyük özel sektör savunma sanayi fabrikasının temelleri 1925 yılında Şakir Zümre tarafından tamamı yerli sermaye ile İstanbul Haliç’te atılıyor. Cumhuriyet döneminde savunma sanayii, topyekûn sanayileşme ve kalkınma hareketinin önemli bir parçası olarak kabul ediliyor ve bu doğrultuda, ilk planlı dönemde savunma sanayiinin devlet eli ve yönlendirmesiyle geliştirilmesi öngörülüyor. Bu amaçla bazı adımlar da atılıyor. Askeri Fabrikalar Genel Müdürlüğü’nün kurulması başta olmak üzere, özellikle silah-mühimmat ve havacılık sektörlerinde çeşitli girişimlerde bulunuluyor. 1940 yılında Nuri Demirağ uçak fabrikası tarafından NUD36 eğitim uçağı 24 adet imal ediliyor. 1944 yılında ise NUD-38 altı (6) kişilik yolcu uçağı üretiliyor. Ancak, İkinci Dünya Savaşında ve sonrasında İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) tarafından sağlanan hibe ve yardımlar ile Türkiye’nin Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’ne (NATO) girişiyle artış gösteren askeri yardımlar, henüz kuruluş aşamasında bulunan savunma sanayiinin gelişmesini durduruyor.


Bu kapsamda, 1941-1944 döneminde Ödünç Verme ve Kiralama (Lend and Lease) Kanunu çerçevesinde ABD tarafından Türkiye’ye 95 milyon dolarlık savaş malzemesi veriliyor, ayrıca 1945 yılında Türkiye ve ABD arasında yapılan Askeri Yardım Antlaşması ile îkinci Dünya Savaşı sırasında sağlanacak askeri yardım bir anlaşma ile taahhüt altına alınıyor. Savaş sonrası dönemde ise Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde ABD tarafından sağlanan yardımlar ile bir yandan Türk ordusunu modem silahlarla donatarak Türkiye’nin savunma gücünü arttırmak, diğer yandan ise askeri harcamaların ekonomi üzerinde yarattığı olumsuz etkinin azaltılması amaçlanıyor. Ancak bu hiç de gerçekçi değildi. Türkiye’ye gönderilen silahların çoğu kullanılmış ve eski teknolojiydi. Sonuç olarak sağlanan yardımlar, Sovyet tehdidi karşısında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin caydırıcı gücünün artırılmasına önemli ölçüde katkı sağlıyor, fakat ABD’den gönderilen malzemelere bir bedel ödenmemesine rağmen bu malzemelerin bakımı için her yıl bütçede ayrılan 400 milyon TL’lik kaynak, savunma harcamalarının ekonomi üzerinde yarattığı olumsuz etkiyi artırıyor. Bu ortamda, 1920’li ve 1930’lu yıllarda büyük fedakarlıklar pahasına elde edilen savunma sanayii imkan ve kabiliyetleri kaybedilmeye başlıyor. Silahlı Kuvvetlerin yurt içi siparişleri azalıyor ve bu nedenlerle askeri fabrikalar verimliliklerini yitirerek Milli Bütçeye önemli bir yük haline dönüşüyor. Bu gerekçelerle askeri fabrikalar, 15 Mart 1950 tarihinde çıkarılan 5591 sayılı yasa ile Kamu İktisadi Devlet Teşekkülü şeklinde kurulan Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu (MKEK) Genel Müdürlüğü bünyesine alınıyor. 1952 yılında Türkiye’nin NATO’ya üye olmasıyla başlayan süreçte ise, ihtiyaç fazlası savunma teçhizatının müttefik ülkelerce hibe edilmesi, savunma ürünlerinin yurt içinde üretimini engelleyen bir diğer önemli dönüm noktası oluyor. Bununla birlikte, Türk Silahlı Kuvvetlerinin ihtiyaç duyduğu silah, araç ve gereçlerin geliştirilmesi çabaları, Milli Savunma Bakanlığı bünyesinde 1954 yılında kurulan Ar-Ge Daire Başkanlığı ile birlikte gündemde tutulmaya çalışılmışsa da arzulanan sonuçlar elde edilemiyor. ABD tarafından sağlanan askeri yardımların sayunma sanayiinin gelişimi ve ekonomi üzerinde yaratmış olduğu bu olumsuzlukların yanı sıra Truman Doktrini kapsamında ABD ile 1947 yılında imzalanan Anlaşmanın 14 üncü maddesi uyarınca askeri yardım kapsamında sağlanan malzemelerin amaçlarının dışında kullanılamayacağı hükmü 17 yıl sonra Kıbrıs bunalımında Türkiye’nin karşısında çıkarılan en büyük engeli teşkil ediyor. Kırılma Noktası: Kıbrıs Harekatı 1964 yılında Kıbrıs bunalımı sırasında, müttefik ülkelerden alınan savunma teçhizatının Türkiye’nin ulusal çıkarları doğrultusunda kullanılması gündeme geldi. Ancak ortada bir sorun vardı. Silahları veren ülkeler Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale etmesine karşı çıkıyordu. Başta ABD olmak üzere, bazı müttefik ülkelerce çıkarılan engeller sebebiyle savunma ihtiyaçlarının karşılanmasında diğer ülkelere mutlak bağımlı hale gelmenin sakıncaları da net bir şekilde anlaşmıştı.

Türkiye, silah konusunda tamamen dışa bağımlıydı. Bu durum, Türkiye’de modern bir savunma sanayii altyapısının oluşturulmasına yönelik politikaların temelinin atılmasını sağladı. 11 Mayıs 1965’te Türk Donanma Cemiyeti kuruldu. “Kendi Gemini Kendin Yap” kampanyaları ile halktan bağışlar toplandı. Cemiyet, 6 Şubat 1972 tarihinde kapatılarak yerine, 11 Mart 1972 tarihinde “Türk Donanma Vakfı” kuruldu. 1970 yılında da Türk Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’na dönüştürüldü. 1974 Kıbrıs harekatı sırasında dışa bağımlı savunma sanayinin Türkiye’ye kaybettirdikleri daha net ortaya çıktı. Özellikle haberleşmede o kadar büyük zaaflar söz konusuydu ki savaşın, yayınlanan Türk sanat müziği parçalarına göre planlandığı dahi gündeme gelmişti. Kitabın daha önceki bölümlerinde anlattığımız Kocatepe faciası ise zaafın büyüklüğünü gözler önüne sermişti. Savaşın başlaması ile birlikte ABD, Türkiye’ye ambargo koydu. 1 Temmuz 1974 tarihindeki Resmî Gazete’de yayınlanan habere göre Türkiye’nin haşhaş ekimini durdurmadığı için Amerika’nın ambargo koyduğu şeklindeydi. Kıbrıs Harekatı’ndan sonra 1975’te ABD silah ambargosuna bu sefer Kıbrıs’ta bulunan Türk askerlerini bahane gösterdi. Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye’ye uyguladığı ambargoyu 1978 yılında kaldırdı. Ancak ilişkilerin 1974 öncesi duruma dönüşmesi 1980’leri buldu. Bu süreçte Türkiye yine halkın özverileri ile savunma sanayinde yeni atılımlar gerçekleştirdi.

“Kendi tankım, kendi silahını kendin yap” sloganı ile başlatılan kampanyalar sonucunda toplanan paralarla 27 Ağustos 1974 tarihinde Türk Kara Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı kuruldu. İşte şimdilerde yaptığı önemli projeler ve şüpheli intiharlarla gündeme gelen ASELSAN da bu iklimde kuruldu. Askerî Elektronik Sanayii (ASELSAN), 1975 yılında Türk Silahlı Kuvvetlerinin haberleşme cihaz ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla hayata geçirildi. ASELSAN’ın bu süreçteki rolü daha çok telsiz vb. hafif teknolojilerin üretimiyle sınırlıdır. 1979 yılında, yurtdışında yaşayan işçilerin tasarrufları ile ve adını işçi birliğinden alan İşbir Elektrik Üretim Makinaları Fabrikası kuruldu. 1981 yılında uçak aküleri, telsiz bataryaları ve şarj cihazları üreten Askeri Pil Sanayi (ASPİLSAN) kuruldu. Bir yıl sonra da HA-VELSAN bir Türk-ABD şirketi olarak hayata geçirildi. HAVEL-SAN, yazılım sistem alanlarında faaliyet gösteren bir kuruluş. Komuta Kontrol Muhabere, Bilgisayar, İstihbarat Gözetleme ve Keşif Sistemleri (C4ISR) kapsamında, Hava Savunma Sistemleri, Deniz Savaş Sistemleri, Simülasyon ve Eğitim Sistemleri, Yönetim Bilgi Sistemleri, Enerji Yönetimi ve A pay ur t Güvenliği alanlarına faaliyet gösteriyor. , I Özal’lı yıllar ve Yerli Savunma Stratejisi 1970’li yıllardan itibaren başlatılan bu iyi niyetli adımlar savunma sanayiini dışa bağımlılıktan kurtarma hedefinden henüz çok uzaktı. 12 Eylül darbesinden sonra 1983’te iktidara gelen Turgut Özal döneminde Savunma Sanayii alanında yeni bir döneme girildi. Savunma sanayiinin millileştirilmesine dönük yeni bir yol haritası belirlendi. Milli bir savunma sanayii altyapısının tesisine ilişkin politikaların tespiti ve bu politikaları tatbik etme yetki ve sorumluluğuna sahip mekanizmaların oluşturulmasına ağırlık verildi. Bu amaca uygun olarak 1985 yılında 3238 sayılı Kanun’la “Savunma Sanayii Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı” (SaGeB) kuruldu.

Başkanlık, 1989 yılında 390 sayılı kanun hükmünde kararname ile Savunma Sanayii Müsteşarlığı (SSM) olarak yeniden yapılandırıldı. Bu kanun çerçevesinde uygulanan te- * mel politika; yerli sanayi altyapısından azami ölçüde yararlanmak, ileri teknolojili yeni yatırımları yönlendirmek ve teşvik etmek, yabancı teknoloji ile işbirliği ve sermaye katkısını sağlamak, araş-tırma-geliştirme faaliyetlerini teşvik etmek suretiyle gerekli her türlü silah, araç ve gerecin mümkün olduğunca Türkiye’de üretimini sağlamaktı. Milli bir savunma sanayii altyapısının tesisini öngören bu politika ile, geçmiş uygulamalardan farklı olarak; özel sektöre açık, dinamik bir yapıya kavuşmuş, ihracat potansiyeline sahip, yeni teknolojilere adapte olmakta güçlük çekmeyen, teknolojik gelişmeler doğrultusunda kendini yenileme kabiliyeti bulunan, Türkiye’yi başta NATO ülkeleri olmak üzere, diğer pek çok ülke karşısında sürekli alıcı konumundan çıkaran ve dengeli işbirliğini mümkün kılan, bir savunma sanayii kurulması öngörüldü. Yeni süreçte bazı önemli adımlar da atıldı. 1982’de Türk-ABD ortaklığında kurulan HAVELSAN 1985 yılında sermayesinin yüzde 98’i Türk Silahlı Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı’na bağlı olarak yeniden yapılandırıldı. 15 Mayıs 1984 tarihinde F-16 Uçaklarının üretimi amacıyla Türk ve ABD’li ortaklar tarafından TUSAŞ Havacılık ve Uzay Sanayii kuruldu. Bu kuruluşun sermayesi daha sonra tamamen millileştirildi ve ilk yerli İnsansız Hava Aracı (İHA) ANKA, ilk yerli helikopter ATAK ve yerli uydu Göktürk projelerini üretti. TUSAŞ ve yerli F-16 TUSAŞ-Türk Havacılık ve Uzay Sanayi’nin (TAI) önemli başarılarından biri de F-16 savaş uçaklarının modernizasyonu ve üretimi konusunda gösterdiği başarı. Söz konusu uçakların komuta kontrol kodları Türkiye’nin elinde olmadığı için tam olarak milli teknoloji kabul edilmeleri mümkün değil. Ancak üretim konusunda önemli bir mesafe kat edildiğini ve bugün Türkiye’nin kendi savaş uçağı projesini başlatmasında bu tecrübenin önemli rolü olduğunu söyleyebiliriz. TAI tarafından Türkiye’de üretimi gerçekleştirilen F-16’lar, dünyanın en gelişmiş 3. nesil savaş uçakları arasında gösteriliyor. Hava Kuvvetleri Komutanlığı için ilk üretime yönelik adımı 1. faz projesi kapsamında 1987 yılında attı. 1995 yılına kadar toplam 152 adet uçağı başarı ile üreten TUSAŞ, 2.

faz projesini de 1995 ile 1999 yılları arasında tamamladı. Bu sürede toplam 80 adet F-16 savaş uçağı üretimi gerçekleştirildi. Şimdiye kadar TAI tesislerinde toplam 278 adet uçak imal edildi. Bu süre zarfında dışarıdan da sipariş alındı. İlk talebi Mısır Hava Kuvvetleri Komutanlığından alan TAI, 1993 yılında başlattığı toplam 46 adetlik üretim programını yaklaşık 4 yıllık bir süreç sonunda 1999 yılında tamamladı. Ürdün Hava Kuvvetlerine ♦ ait 17 adet uçak da Türkiye’de modernize edildi. t \ i MİKES ve ROKETSAN 1987’de Mikrodalga Elektronik Sistemler Sanayi ve Ticaret A.Ş. (MİKES) kuruldu. MİKES’in faaliyet alanları arasında kendini koruma elektronik harp sistemleri, radar ikaz alıcısı ve elektronik karşı tedbir sistemleri, yazılım çözümleri gibi kritik faaliyetler bulunuyor. 26 Eylül 1987 tarihinde Kara, Deniz, Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakıflarının birleşmesiyle Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı kuruldu. 1988’de önemli bir adım daha atıldı. Roket ve füze tasarımı, geliştirilmesi ve üretimi amacıyla ROKETSAN kuruldu. 1985 yılında kurulan Savunma Sanayii Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı (SaGeB) de, 1989 yılında Savunma Sanayii Müsteşarlığı olarak yeniden yapılandırıldı. Türkiye, SSM sayesinde pazarlıkla tanıştı Türkiye, 80’li yıllara kadar hiç sorgulamadan silah alıyordu.

Karar mercii askerdi. Ne pazarlık ne de sorgulama söz konusuydu. Üstelik bu işlemlere şaibeler de karışıyordu. Örneğin 1980 darbesini yapan çekirdek kadroda yer alan ve 12 Eylül davasında darbenin mimarı Kenan Evren’le birlikte yargılanan emekli orgeneral Tahsin Şahinkaya’nın adının karıştığı bir yolsuzluk hadisesi önemli bir örnekti. 19 Mart 1976’da, Northrop uçak şirketi, askeri uçak alımları için arasında Türkiye’nin de olduğu ülkelerde bazı yetkililere rüşvet verdiğini açıkladı. Yapılan açıklama dünyada deprem etkisi yaptı. Pek çok ülkede hükümetlerin başını yiyen bir skandala dönüştü. Bir tek Türkiye’de olayın üzerine gidilmedi. 1986 yılında Amerikan Kongresi’nde hakkında soruşturma açılan General Dynamics Şirketi’nin eski Başkan Yardımcısı Veliotis, Türkiye’ye 23 milyon dolar rüşvet verildiğini itiraf etti. Açıklama Türkiye’de geniş yankı buldu, iddiaların hedefinde 1980 öncesinin Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahin-kaya bulunuyordu. Meclis’e araştırma önergesi verildi. Kurulan araştırma komisyonunda, Anayasa’nın geçici 15’inci maddesindeki hüküm sebebiyle ANAP ve bağımsız milletvekillerinin oylarıyla talep reddedildi. Tahsin Şahinkaya olayı sadece bir örnekti. Alımların tamamı doğrudan yapılıyordu. Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın 1974 Kıbrıs Harekatından ders çıkararak hayata geçirdiği Savunma Sanayii Müsteşarlığı (SSM) ile durum bir nebze de olsa değişti.

1 Haziran 2009 tarihli Aksiyon Dergisi’nde yayımlanan habere göre SSM’nin kurulmasının ardından ilk 5 Kobra helikopterinin alım müzakereleri esnasında ABD, 96 milyon dolar fiyat teklif etmiş; SSM yetkilileri pazarlıklarla bunu 62 milyon dolara kadar indirmişti. ABD’li yetkililer, o güne kadar görmedikleri pazarlığa şaşırmış ve “40 yıldır Türkiye’ye ürün satıyoruz, ilk defa böyle oldu. Bunun sebebi ne?” diye sormuştu. 1980’li yıllara kadar ABD’nin sattığı hiçbir ürün ile Türk savunma endüstrisi gelişim kat edemedi. Teknoloji transferi mümkün olmadı. SSM, ihale ile silah alımma başladıktan sonra ‘tek kaynak ABD’ algısı değişti, başta AB olmak üzere, diğer silah satan ülkeler de listeye girdi. Bugün TSK envanterindeki helikopterlerle, yeni teknolojiye sahip ürünlerin büyük kısmı 90 sonrasında kazandırıldı. PKK faktörü ‘ Savunma sanayii cephesinde bu adımlar atılırken siyasi arena oldukça hareketliydi. 12 Eylül 1980 darbesi ile yönetime el koyan askerin 1983 yılında yönetimi sivillere devretmesinin ardından başlayan Turgut Özal dönemi, Türkiye’nin yakın tarihi açısından önemli bir dönemeç olarak kayıtlara geçti. Türkiye’nin dışa açılması başta olmak üzer pek çok alanda ilklerin yaşandığı bir dönem olarak tanımlamak mümkün. Bu süreç, 1980 darbesinden önce yurtdışına çıkan PKK’nın yeniden silahlı eylemlere başladığı dönemdi aynı zamanda. Türkiye’nin hem iç hem de dış siyasetinin şekillenmesinde önemli bir rolü olan PKK’nm 1984’te silaha sarılması, darbeden sonra aşağı doğru bir seyir göstermeye başlayan askeri vesayetin günün birinde tekrar yukarı doğru ivme kazanacağının en güçlü emaresiydi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir