Menekse Toprak – Temmuz Cocuklari

Benim hikayem burada başlamıyor. Bu şehirle ilintili bir çocukluk anımı anlatamam kimseye. Tökezleyip düşmelerin hatırlandığı eski boş arsaları, elma şekerlerinin alındığı bir bakkal dükkânını, söğüt ağaçlarının gölgesinde soğuk şerbetlerin terli terli içildiği bahçeli bir evi, herkesin herkesi tanıdığı ara sokakları, o sokakların köşebaşlarında oyunlarla geliveren ilk aşk sancılarını… Hoş, geçmiş zaten hep bir efsanedir ya; ama ben başkalarının bu efsanelerini dinlemekle yetinen katılımsızlardan biriyim sadece. Her gün uğradığım bu sokağın, bu kahvenin bile sadece birkaç yıllık geçmişlerini taşıyorum gövdemde. Aslında doğduğum ve çoktandır unuttuğum kasabada yaşayan herhangi bir kadınınkine benzer olabilirdi yazgım. Ya da, adeta keskin bir bıçakla olağan seyrinden koparıldıktan sonra bambaşka bir dilin konuşulduğu bir ülkede şimdikinden farklı olan diğer bir ben kılığında da yaşıyor olabilirdim. işte, arada bir, şimdi olduğu gibi, bu olası yaşamlarımı hayal eder, bambaşka biri mi olurdum diye sorarım kendi kendime. Başka türlü mü bakardım [nasıl ki bakışım?], cisimleri, dünyayı şimdikinden farklı mı algılardım? Mesela, doğduğum kasabanın arka sokaklarında bir yerde, etrafı elma ağaçlarıyla çevrili beton sundurmalı bir evde yaşayan o sayısız, isimsiz kadınlardan biri olabilecekken ben, daha mı şişmandım, daha mı zayıf? Hem sonra o kasabalı kadın çocukluğunu geçirdiği böylesi bir evde mi yaşıyor olurdu ki? Yoksa kara ceketli delikanlıların akşam vakitlerinde kol kola, el ele vererek bir ucundan diğer bir ucuna sıkıntıyla volta attıkları kasabanın anacaddesine bakan iki katlı, daracık evlerin üst katlarından birinde mi? Nereye kadar değişmiş olabilirdi ki o kadının yazgısı? Olsa olsa şehirde bir fabrikada, belediyede ya da şimdi tasavvur edemeyeceğim bambaşka bir yerde çalışan kocasıyla birlikte kenar mahallelerdeki bir gecekonduya kadar varmıştır en uzak yolu; çocukları çoktan boyunu aşmış. Böyle düşündüğümde hayatın akışına kendini kaptırmış, ama yaşamının detaylarını da hayal edemediğim bir kadın gelir gözümün önüne; bazen ürperir, irkilirim o ben olabilecek kadının karşısında; bazen de, belki o kadın daha mutluydu, daha az uğraşırdı kendisiyle, yaşamı farklı algılardı derim; varoluşsal korkulara dönüşmeyen gündelik kaygılarla boğuşan. Ama hemen sonra korkuların, sevinçlerin, hele hele mutluluğun başkalarınınkiyle -o kişiler aynı kişiler de olsa- ölçülemezliğini hatırlar, o aynı kadını bambaşka bir dilin konuşulduğu uzak bir ülkede bırakır, bu kez de onu seyrederim orada: Muhtemel ki o kasabalı ya da gecekondulu kadının bazen kıskançlık, bazen de küçümsemeyle karşılaşacağı bu saçları sarı meçli, dili kırık, ezikliği bedeninin bütün devinimlerine sinmiş kadın da evlenmiştir, onun da çocukları boyuna varmış. Her yıl bir aylık tatilinin yarısını Ege kıyılarındaki yazlıklarında, geri kalanını valizlere sıkış tıkış doldurduğu ucuz hediyelerle çocukluğunu yaşadığı kasabada geçirirken, biraz da kendi küçük gösterisine çıkmış gibidir. Ama sonra şunu fark ederim: O biri başı eğik, diğeri ruhu ezik iki kadın klişelerimize hizmet eden, kabataslak kurgularla yeniden yaratılmış, herhangi bir an’a sığdırılmış bir fotoğraf, bir kimliktir olsa olsa. Ve düşünce ya da hayal, tıpkı yaşam gibi sürprizlerle dolu, umulmadık kulvarlara girer, dallanıp budaklanır, bambaşka bir yerde, bambaşka bir durakta bulur kendini. Belki de gönlüm razı olmaz geride bıraktığım o olası benlerin şimdiki klişelerime hizmet etmesine ve o kasabalıgecekondulu kadının kaderini küçük kızın dar dünyasına sığdıramam. Kasabalı kadın, büyükşehre kocasıyla bir gecekonduya yerleşmek üzere değil de tek başına okumaya gelmiştir, derim.


Kim bilir, belki de şimdi oflaya puflaya gittiğim sekiz saatlik işimle olan ilişkimden bambaşka bir ruh haliyle, yaptığı işi hiçbir şeye değişmeyen idealist genç bir doktordur, yıllaryılı kariyerinde hep bir engel olarak duran İngilizceyi kağıt üzerinde sebatla öğrendikten sonra, o çok istediği uzmanlık eğilimindedir. Cocuk ya da göz doktoru olacaktır [Var böyle azimli kadınlar; var. Ve ben kasabadan çıkmış böylesi kadınların söylenceye dönüşen hikâyelerini annemin anlatımlarından, arada bir okumamışlığın ezikliğiyle kıvranan ablamın adlarını zikredişinden tanıyorum]. O uzak ülkedeki ezik kadın ise benim unutmaya başladığım bir dille göçmenliğini avantajlara çevirmiş bir avukat, bir akademisyen oluverir; melez olmanın bir sıkıntı değil, çoktan dünyanın yeni düzeni olduğunu kavramış bir dünya vatandaşı, yerlerde değil, göklerde yaşayan kendinden memnunlardandır. Olabilir, her şey olabilir. Eğer ben buradaysam, bir sürü alternatiflerle, kesintilerle dolu bir yaşamın ortasında buradaysam, her şey mümkün olabilirdi o ardımda bıraktığım değişik benlerin yaşamlarında. Yine de, geriye bıraktığım o çocuktan ve çizgisini değiştirmiş diğer olası yaşamlarımdan izler kalmış olmalı. Ağzımdan çıkıveren bir ünlemde, bir sözcüğün telaffuzunda, yüzümdeki bir mimikte, yürüyüşümde, elimi kolumu kaldırışımda, öne arkaya eğilişimde, tenime sinmiş, hiçbir cerrahi müdahalenin yok edemeyeceği noktalarda… Tüm izlerimle birlikte buradayım işte, apayrı olası hikâyelerin ardından bu şehirde, bu şehre geldiğimden beri yaşadığım aynı mahallede, aynı evde, kaç yıldır her gün uğradığım bu kahvedeyim… Sanki burada zaman durdu. Bundan böyle içine akabileceğim başka bir yaşam, başka bir hikâye yok gibi ve ben buradan başka bir yere gitmeyi aklımın ucundan bile geçiremiyorum. Bekliyorum, bazen eylemsizliğime şaşarak bekliyorum, bazen içimdeki öteki benleri parçalaya parçalaya anlamaya, bazen inkâr ede ede unutmaya çalışarak ama hep bir şeylerin değişeceğine inanarak bekliyorum. kimde, bambaşka bir dile damıtarak anlatılabilecek binlerce hikâye taşıdığımı zannediyorum bazen. Hikâye mi bunlar, anlatıp kurtulma isteği mi, bilmiyorum. Yenilerde keşfettiğim kâğıt ve kalem duruyor önümde. Ama ne zaman elim dokunsa onlara, anlatmak istediğim halde anlatamadığımı hissediyor ve her defasında en başa dönmek istiyorum. En başa, bu şehirdeki kendi başlangıcıma… Toza bulanmış renkleri sayışım geliyor aklıma, inşaatların grisine takılıp kalışım… Onların arkasında ne vardı? diye soruşum.

Gözüm bu ülkenin göğünün tekrar tekrar şaşarak, içerek, yutarak içine çektiği mavisinde miydi, yoksa ilk kez bu şehre girerken ulusal yapı sergisinin ardında dik yamaçların içimde uyandırdıklarında mı? Köhne görünüşlü, ufacık evlerle dolu yamaçlar O evler eskilikleriyle daha yaşlı, daha durmuş oturmuş binalar mıydı, yoksa boyları gibi çocuktular da büyüyünce yolun kenarına inmiş amcalarına mı benzeyeceklerdi? Bir pencere, iki pencere, üç pencere, eşit bir ev… Bir de kapı, bir de baca. Biraz renk: Güneşin emdiği beyaz, mavi, pembe duvarlar, etraflarında az bahçenin, tek tük ağacın tozlu yeşili. Cep telefonlarının ve internetin henüz yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı bir zamanda… İki Gizli Güç Avcunun içindeki çay bardağını evirip çevirir, soğumaya yüz tutar tutmaz tadı her zamanki gibi buruklaşmış, görünümü ise bulanık koyu kil rengine dönüşmüş olan çaydan minik minik yudumlar alırken insan trafiği bugün daha da yoğun olan kahveyi tarıyordu gözleriyle. Tanıdık onca simanın arasında az buçuk samimi olduğu, hiç değilse ayaküstü merhabalaştığı birilerini bulsa, şu masaya yalnız başına oturduğundan beri üzerine çöken sıkıntıdan kurtulacaktı belki de. Ama böyle birileri gözüne çarpmadı. Kahvenin şakırtılı ve telaşlı uğultusu, her zamankinden daha kararlı koyu havası, masalardan yükselen sigara dumanı, tıpkı birkaç yıl önce keşfedip gelmeye başladığı günlerdeki halini andırıyordu. Çıngıraklı dış kapı sürekli açılıp kapanıyor, dışarının soğuğu ve karlı kokusu kıpkırmızı yüzlerle içeri doluşuyor, dışarı çıkanların boşalttığı masalar anında doluveriyordu. Aysu, önünden geçip giden ve bir süre etrafına bakındıktan sonra kalabalık bir gruba katılan genç adamı izlerken, onun uzun süredir buralarda görünmediğini düşünüyordu. Bir değişiklik vardı üzerinde, şimdi ne olduğunu çıkaramadığı bir farklılık. Eskiden sakallı mıydı, şimdi kısacık kesilmiş saçları o zamanlar omuzlarına mı dökülüyordu, ne? Ama adamın adını bile bilmiyordu ki ne eski halini ne de bu değişikliğin nasıl bir şey olduğunu çıkarabilsindi şimdi. Sonra, sırtı kendisine dönük başka bir kadınla oturan karşı masadaki genç kadın… Onu da uzun süredir görmüyordu. Tipini hiçbir zaman değiştirmeyen insanlardan olmalıydı bu kadın. Ne ilkgençlik yıllarında kendine yakıştırdığı saç biçiminden ve kıyafet seçiminden vazgeçen ne de alışkanlıklarını terk edebilen cinsten. Her zamanki uzun, düz kuzguni saçları, siyah ince kaşlarını ortaya koyacak kadar kısa kesilmiş kâkülleri, hep aynı abartılı göz kalemi, bol fondötenli beyaz teni… Simetrik, dolgun ama küçük dudaklarının konturlarını daha da belirginleştiren kıpkırmızı ruju kalp biçimindeki küçük yüzüne bir maske gibi yapışmıştı ve onu olduğundan daha yaşlı gösteriyordu. Tiyatro sahnesinden henüz yeni inmiş birini andırıyordu kadın.

Belki de öteden beri buraya uğrayan amatör tiyatroculardan biriydi. Kadın, “Nihayet” diyerek yan taraftaki çay ocağına doğru döndüğünde, Aysu da bakışlarını o yöne çevirdi. Kadınların masasına çalak hareketlerle iki çay bırakan ve “Sıcacık ablacığım!” diyerek çayının reklamını yapmayı ihmal etmeyen Rüstem, sağdan soldan yükselen “Rüstem buraya da, Rüstem çay” çağrılarına “Geliyor, yetiştim abimm!” sözleriyle karşılık vererek, bir altmışlık boyuyla adeta her zamanki gösterisine çıkmış gibiydi. Kulpundan kavradığı kahveci askısını, üzerindeki çay dolu bardaklardan tek damla bile dışa taşırmadan sağa sola sallayıp hareketsiz olabilecek her ana bir devingenlik katarken, bu dünyada gülmenin ve hayret etmenin mümkün olduğunu hatırlatıyordu Aysu’ya. Çaycılığın da bir zanaat olduğunu göstermek istercesine elindeki tepsiyle türlü türlü cambazlıklar yapıp masadan masaya laf yetiştirirkenki hali mi gerçek Rüstem’e en yakın olan, yoksa şu uyanık bakışlarından çok daha başka bakabilen hali mi onu gerçek Rüstem yapan? Aslında Aysu’nun bunu bilmesine imkân yok. Çünkü hemen hemen her gün gördüğü biri de olsa, hayatının hiçbir yerinde değil Rüstem. Rüstem çay verir her gün, su verir, belki masasına eğilip bazen mahcup bazen de, duruma göre, eğer yüz bulmuşsa, pişkin bir edayla iki çift de laf eder, o kadar. Onun her gün gördüğü bu Rüstem yanlış zamanda ve yanlış yerdeymiş duygusunu hiç yaşamaz gibi. Ama belki de yaşıyordur da bunu zinhar belli etmeyenlerdendir. Hem sonra kendisinin şimdi yanlış zamanda ve yerdeymiş gibi bir duygu yaşadığını bilen kim ki? Kim onun topluluk içindeyken kendinden sıkılmalarının zaman zaman uçsuz bucaksız bir kara boşluğa dönüştüğünün farkında? O kadar uzun zamandır bu sıkıntılarla boğuşuyor ki Aysu, bazen çok derinlerinde, bulunduğu ortamlardan uzaklaşmasına, muhabbetlerine katıldığı insanlara karşı aniden yabancılaşmasına, kahkahalarla karşılık verilen bir espriyi hiç de içten olmayan öylesine bir gülümsemeyle geçiştirivermesine neden olan karanlık gizli bir gücün saklı durduğu duygusuna kapılıyor. Sanki koca dünya, şimdi olduğu gibi, sonsuz bir kara delikten ibaret. Ama yine de bazen delikten ışıklar da görüyor, çoğu zaman tek başına evdeyken, günün ilk sigarasının ilk dumanını ciğerlerine çekerken ya da güzel bir düşün peşindeyken. Birkaç gün önce, hiçbir neden yokken böylesi bir yaşama sevinciyle dolup taştığında, insanı yaşama karşı dirençli kılan şey belki tam da bir anlık ışık, inanç ya da umut, artık nasıl tanımlayacaksa bunu, işte o hep bir yerde tetikte bekleyen o tamamlanmışlık duygusudur diye düşünmüştü. Onu sıkça eylemsizliğe sürükleyen karamsar gizli gücün karşısında durup şahlanan, adeta geleceğin bugünden daha güzel olacağını muştulayan başka bir güç… Kendini her an doğru yerde ve doğru zamanda hissedeceğini hatırlatan o umut. Sekiz saatlik işine katlanmalar, o sekiz saatin ortasına konmuş bir saatlik öğle tatillerindeki geçiştirmeler, bir masada çoğunlukla sıkıntıyla kıvranarak dinlediği dünyayı değiştirmeye soyunan söylevler… Her şey, hepsi geçici; bir an gelecek, bu katlanılması zül zamanlar sihirli bir asanın dokunmasıyla son bulacak ve birden adını koyamadığı bir huzurla dolacak; çünkü bedeni sadece tesadüfen buradadır.

Yürürken, birini beklerken, o biriyle konuşurken, dedikodu yaparken… Aysu tadı iyiden iyiye bozulan çayı masaya bıraktı, etrafına bakınmaktan vazgeçip önündeki yeşil örtüye dikti gözlerini. Zaman geçirmek için kalkıp biraz kitapçıya mı gitsem diye fikir yürüttü. Aklına işyerinden çıktısını aldığı çeviriler geldi sonra. Metinde hâlâ bazı dil hataları vardı, böyle kendisiyle uğraşıp saçma sapan sıkmtılanacağına, Canan gelene kadar bunları da düzeltebilirdi. İzinli olmasına rağmen haftalardır üzerinde çalıştığı çevirileri sırf kâğıt üzerinde görmek için işyerine uğramış ve metinlerin çıktılarını almıştı. Onlara otobüste göz atarken heyecanlandığı halde, şimdi içinden bakmak gelmiyordu. Yazıları kaydettiği disketi bilgisayardan çıkarıp çıkarmadığı takıldı aklına. Dosyayı kapatmıştı, bunu çok iyi hatırlıyordu, disketi çıkarmak için bilgisayarın düğmesine de basmıştı ama disketi oradan alıp almadığını hatırlayamadı: Yanındaki boş sandalyeye koymuş olduğu çantasına davrandı telaşla. İkiye katladığı on sayfalık çıktı -saydı, evet tam on sayfa- defterin arasındaydı. Ama disket yoktu. Kucağına aldığı çantadan defteri, okumadığı halde uzun süredir yanında dolaştırdığı bir kitabı, telefon defterini, şemsiyeyi, cüzdanı, cep telefonunu, avuç içi büyüklüğündeki bez makyaj çantasını, eldivenleri tek tek çıkarıp masaya koydu. Ama disket yoktu. O diskete sadece çevirileri değil, eve bilgisayar aldığından beri hiç kimseye gösteremeyeceği yarım yamalak iç dökmeleri, Şafak’tan ayrıldıktan sonra yazdığı tamamlanmamış sitem dolu mektupları da kaydetmişti. Yanlışlıkla. Çünkü yeni aldığı bu yavaş mı yavaş çalışan ikinci el toplama bilgisayarı ancak daktilo niyetine kullanabiliyordu.

Dün akşam diskete çevirileri kaydederken diğer belgeleri de kaydetmiş olduğunu çıktıları alırken fark etmişti. Hem de birim müdürü Aysel Hanım’ın bilgisayarında unutmuştu disketi. Kadın açıp içindeki dosyaları okusa… Sırtından buz gibi soğuk bir terin boşaldığını hissetti. Bir kez daha telaşla çantanın iki iç gözünü, dışındaki fermuarlı bölmeyi, kitap ve defterin sayfalarını tek tek karıştırdı. Yok, yok yok, diye söylendi. İşyerinden birini mi arasam diye geçirdi içinden. Ama kime güvenebilirdi ki? Bu unutkanlıkları ve dağınıklığı ona o kadar çok zaman kaybettiriyordu ki, bir gün, şimdi olduğu gibi büyük belalar açacaktı başına. Zaten, yalnız yaşıyor olması Aysel Hanım’a dert, bir de o yarım yamalak karalamaları okuduktan sonra… En doğrusu kalkıp gitmek ve şu kahrolası disketin akıbetini öğrenmekti. Kahvenin ön taraflarında sesini işittiği Rüstem’e içtiği iki çayın parasını ödemek üzere cüzdanından bozuklukları çıkardı. Masadaki eşyayı gelişigüzel çantasına atıp fazla düşünmeden ayağa kalktı. Sandalyenin arkalığına taktığı kabanı çekip alırken aklına geldi… Son bir umutla kabanın ceplerine attı elini. Disket oradaydı. Rahat bir nefes alarak yerine oturdu yeniden. Karmakarışık çantasından sigara paketini buldu. Yanında sıcak ve taze bir çay iyi gidecekti.

Rüstem çayları dağıtmış olmalıydı ki sesi kesilmişti. Aysu arkasına düşen çay ocağına doğru çevirdi başını. Gözü ocağın hemen yanı başındaki bölmede kâğıt oynayan gruba takıldı. Yüksekçe bir paravanla ön taraftan ayrılmış bölmede kâğıt oynayan, ceketsiz dolaşmayan bu erkek grubunun sigara dumanları yılankavi yükseliyor, havada buluşup bir sis kümesi halinde usul usul dağılıyordu. Adeta farklı bir dil konuşan, ayrı bir milletin üyelerine benzettiği bu kara kalabalığın yüzlerini tek tek birbirinden ayıramadığını fark etti bir kez daha. Belki baktığı halde görmek, bilmek istemediğindendi. Uzak, çok uzaklarda bıraktığı çocukluk hatıralarında saklı yetişkin yüzleri çağrıştırıyorlardı, şehrin sularında yıkana yıkana biraz daha beyaza kesmiş, bulanık ve karanlık erkek yüzleri. Esmer, genç bir adamın iskambil kâğıdını masaya atarken ağzındaki sigarayı ustalıkla hareket ettirip dudağının sol ucuna yerleştirdiğini, aynı anda cakayla yan gözle oturduğu masaya doğru baktığını fark ettiği anda, bakışlarını hızla geri çevirdi Aysu. Boşalmış çay tepsisiyle oturduğu masanın önünden geçen Rüstem, “Abla çay mı? İstersen biraz daha bekle! Taze çay demleniyor” dedi. Sonra, esmer adamın bu bakışlarını o da görmüş olmalı ki eğildi, Aysu’ya sokularak sır vermek isteyen kısık bir sesle, “Takma be abla Mahmut’un öyle buraları dikizlemesine. O Nevin’i arıyor” dedi. Onun ne söylemek istediğini hemen anlayamadı Aysu. “Hani, yazın sizinkilerden birine âşık olmuştu ya” diye sürdürdü Rüstem sözünü. O anda hatırladı Nevin’in ve Mahmut’un hikâyesini. Ama sizinkiler dediği Nevin’i sadece uzaktan gördüğünü, bizimkilerden olmadığını söyleyecekken vazgeçti.

Ne de olsa bu kahve her biri bir diğerine kendi içinde sanki homojenmiş gibi görünen, apayrı dünyalara sahip iki gruptan oluşuyordu. Gizli açık yazarlık düşleri kuranlardan, kadri kıymeti bilinmediğinden yakınan ve kendilerini İstanbul’un piyasa yazarlarından ayıran kitaplı yazarlardan, amatör tiyatroculardan; köşe yazarlarına, sistemin yardakçısı bulvar gazetelerine gıcık, kimi zaman Atatürkçü laiklerden çok Müslümanlara yakın ateist alternatiflerden; amatör ruhlu şairlerden ve onlara hayran, yeniyetme körpe üniversite öğrencisi kızlardan oluşan, Aysu’nun da aralarında bulunduğu kahvenin girişindeki birinci grup ve bu grubun karı kılıklı oğlanlardan ve düzüşebilecek uzun saçlı bir maymun bulmaya gelen entel dantel kızlardan ibaret olduğundan dem vuran, aslında azıcık takılsalar ya da paranın ucunu gösterip bir geceliğine bara götürüp şöyle temiz içirseler, o kızları yatağa atabileceklerini hayal eden, sadece hayal etmekle yetinmeyip buna canı gönülden inanan ve şimdi paravanın arkasında kumar oynayanlar gibilerden oluşan ikinci grup. Tam bu sözlerle olmasa da, iki kesimin birbiri hakkındaki görüşlerini, her iki grupla da arası az buçuk iyi olan Rüstem’den biliyorlardı. Rüstem’in sizinkilerden dediği Nevin’in ve Nevin’e âşık olan Mahmut’un hikâyesini de. Rüstem, Canan ve şimdi kim olduklarını hatırlayamadığı iki kişiyle kahvenin bahçesinde oturdukları bir yaz akşamı Mahmut’un Nevin’e abayı nasıl yaktığını anlatırken, Mahmut için genç ve yakışıklı diye söz etmişti. Genç olmasına gençti de, yakışıklı mıydı sahiden? diye düşündü Aysu. Hâlâ bakışlarını üzerinde hissettiği Mahmut’a dönüp bir daha bakmak geldi içinden. Adam biraz babasının gençliğine mi benziyordu? Babasının altmışlı yıllardan bugüne kalmış siyah beyaz fotoğrafı gözlerinin önüne gelir gibi oldu. Ama babası, düğmeleri boğazına kadar ilikli kolalı gömleği, özenle inceltilmiş favorileri, utangaç köylü bakışları ve dudaklarının üzerinde incecik kesilmiş bıyıklı, temiz yüzüyle yine de çok farklıydı. Bunun da bakışları mahcuptu ama ağzına dökülen bıyıklarıyla oynarken meydan okuyan bir havası vardı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir