Merdan Yanardag – Turkiye Neden Feda Edildi

Bu kitapta, “Türkiye’nin neden feda edildiği” sorusunun yanıtını aradım. Bu soru kitaba da adını verdi. Bazen yan yollara da saparak yaptığım uzun bir yolculuktan sonra ulaştığım sonuçları ve bulduğum yanıtı, bu çalışmanın sayfalarında sizinle paylaşacağım. Cumhuriyet’in soluna kapalı yapısı, kendisinin tasfiye edilme sürecinde önemli bir rol oynadı. Türkiye önce soğuk savaşa, sonra da “ılımlı İslam” projesine kurban edilen bir ülke oldu. Türkiye, 1950’li yıllardan 1990’a kadar NATO’nun “Dolaylı Saldırı Doktrini” diye kodlanan stratejik planlamasının hayata geçirildiği ilk saha ülkesiydi. Dolaylı Saldırı Doktrini, esas olarak iki blok (sosyalist ve kapitalist ittifaklar) arasındaki nükleer silah dengesi nedeniyle Doğu ile Batı arasında doğrudan bir savaşın çıkmayacağı varsayımına dayanıyordu. Ancak bu doktrinin esasını başka boyutu oluşturuyordu. NATO’ya göre kapitalist ülkelerdeki sol güçler, gençlik örgütleri, sendikalar, aydınlar vb. toplumsal muhalefet hareketleri, Batı uygarlığı da denilen kapitalizme karşı içeriden dolaylı bir savaş/saldırı yürütüyordu. Bu durumda adı geçen muhalefet kesimleri ve sol çevreler, “yurttaş” değil, “düşman” sayılmalıydı. Bu dehşet verici bir yaklaşımdı. Çünkü NATO üyesi devletlerin yurttaşlarının bir bölümüne karşı savaş açtığı anlamına geliyordu. Bu savaşı NATO bünyesinde oluşturulan ve komuta merkezi Pentagon’da olan “Süper NATO” adlı illegal bir örgüt yürüttü. Bu örgütün NATO üyesi her ülkedeki adı farklıydı.


Örneğin Türkiye’deki adı “Kontrgerilla”, İtalya’daki adı ise “Gladio” olarak konulmuştu. Sermaye birikimi bakımından zayıf olan Cumhuriyet burjuvazisi korkak ve sinikti. Asker ve sivil bürokrasinin sistem içinde merkezi bir güç kazanmasının nedenlerinden biri ve belki de en önemlisi, Türkiye burjuvazisinin bu özelliğinden kaynaklanan korkaklığıydı. O nedenle, elinizdeki kitabın en önemli temalarından birini de bu konu, yani kendi devrimine, değerlerine ve geleneklerine sahip çıkmayan, dahası ihanet eden Cumhuriyet’in kurucu güçleri ve burjuvazisi oluşturdu. Cumhuriyet’in, onu daha ileriye taşıma iddiası ve kapasitesindeki solu ezerek nasıl bütün gücünü yitirdiği irdelendi. Simgesel olarak, Harbiye’nin imam-hatibe nasıl yenildiği ve sürekli kendi solunu tasfiye eden TSK’nin dinci gericiliğe nasıl teslim olduğu tartışıldı. Cumhuriyet’in en iyi evlatlarını ve kendisini ileriye taşıyacak insan kaynaklarını hoyrat şekilde imha etmesinin yarattığı sonuçlar değerlendirildi. Laiklik tanımının çarpıtılması Türkiye muhafazakârları ve İslamcılarının temel iddiaları; modernleşme ve aydınlanma süreçlerine muhalefetleri ve bu itiraz üzerinden kurdukları gelecek tasarımları bir varsayıma dayanır. Bu varsayım özetle şöyledir: Türkiye’yi tarihsel ve kültürel bakımdan belirleyen temel etken “İslam medeniyeti” olgusudur. Ancak Meşrutiyet’ten ve özellikle Cumhuriyet’ten sonra Türkiye seçkinleri İslam uygarlık havzasından koparak Batı uygarlık havzasına iltica ve iltihak etti. Ancak toplum yerinde kaldı. Dolayısıyla devleti elinde tutan elitler ile millet arasında bir uçurum oluştu. Bu uçurum kültürel çatışmaya yol açtı. Bu anlamda devlet ile millet arasında yüz yıldır devam eden ve siyasal derinliği de bulunan bir kavga vardı. Tarih tezi böyle olunca, hedef de “devlet ile milleti barıştırmak” ve bu amaçla Cumhuriyet’i İslami ilkelere dayalı olarak yeniden yapılandırmak şeklinde ortaya konuluyordu.

Laikliği tasfiye edilemese bile din odaklı şekilde yeniden tanımlamak ve kamusal yaşamı büyük ölçüde dinselleştirmek bu barışın gerçekleşme şartı sayıldı. Nitekim, AKP iktidarı laikliği de “din ve vicdan özgürlüğü” diye son derece eksik ve bir o kadar da yanlış şekilde tanımlamaya başladı. İlk bakışta sorun yokmuş ve doğruymuş gibi görünen bu tanım, tam tersine devletin ve toplumun dinselleştirilmesine hizmet edecek bir işlev görür oldu. Bir parantez açarak bu konuyu Önsöz’de kısaca değerlendirelim; laiklik, sadece “din ve vicdan özgürlüğü” olarak son derece dar bir şekilde tanımlanamazdı. Örneğin din ve vicdan özgürlüğü geniş biçimde Osmanlı Devleti’nde de vardı. Özel bir düşmanlık güdülen Alevilik dışında, hiçbir dinsel topluluğun inancına karışılmıyordu. Ancak bu durum Osmanlı’nın bir şeriat devleti olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Devlet ve toplum dini kurallara göre yönetiliyor, toplum kesimleri dini inançlarına göre tanımlanıyordu. Vergilendirme de askerlik de bu konumlar üzerinden belirleniyordu. Uluslaşma, modernleşme ve aydınlanmanın (dolayısıyla kapitalizmin) hukuksal temelini oluşturan Medeni Kanun (Code Civil) yoktu. Oysa laiklik din ve vicdan özgürlüğünün yanı sıra, ondan daha önemli olarak insan aklının özgürleştirilmesidir. Dinin kamusal yaşamdan çıkarılarak özel alana iade edilmesi ve orada özgür şekilde yaşanmasının garanti altına alınması anlamına gelir. Devleti ve toplumu dini kurallara göre değil, akıl ve bilime dayalı olarak yönetmektir. Dünyaya, topluma ve yurttaşların kendilerine hükmetme iradesinin gökyüzünden yeryüzüne indirilmesidir. Parantezi kapatır, konumuza dönersek; yukarıda sözü edilen varsayımın temelinden yanlış ve bilimdışı bir yaklaşım olduğunu söylemeliyiz.

Çünkü, Batı, kültür havzasını Hıristiyanlıktan ibaret sayıyor; aydınlanma, modernleşme, uluslaşma süreçlerinin yarattığı kültürü, felsefe birikimini, bilimi, edebiyatı görmüyor. Daha da önemlisi, bütün bunların insanlığın ortak kazanımlarını oluşturan evrensel değerler olduğu gerçeğini kavrayamıyor ve bu olguyu dışlıyor. Diğer taraftan, Türkiye, İslam dünyasında sadece “Sünni İslam”ı esas alan bir kültür ve “medeniyet” tanımına dayanıyor. Oysa Türkiye, 200 yıla yaklaşan bir uluslaşma, modernleşme ve aydınlanma mücadelesiyle bu süreçte oluşan zengin bir birikime, hatta geleneğe sahip. Toplum tarafından içselleştirilmiş küçümsenmeyecek seküler bir bilinç ve yaşam tarzı söz konusu. Cumhuriyet’i bir avuç seçkinin rejimi sananlar, Cumhuriyet mitingleriyle başlayan, 19 Mayıs, 29 Ekim gibi ulusal günlerde giderek kitleselleşen eylemler karşısında şaşırdılar. Gezi Parkı Direnişi’yle de tam anlamıyla paniğe kapıldılar. Yukarıdaki varsayımın çok önemli başka bir boyutunu ise şu teori oluşturuyor: Batı’nın “fenni (bilimi) ve tekniği” yerine, kültürü ve üstyapı kurumları (hukuku, yönetim biçimi vb.) alındı. Oysa tam tersi yapılmalıydı, Batı’nın “fenni ve tekniği” alınmalı, yerel kültür korunmalıydı. Böylece devlet ile millet arasında oluşan ikilik, kültürel çatışma ve kavga olmazdı. Burada sözü edilen yerel kültür dindir. Hatta siyasallaşmış din… İkinci büyük yanlış da bu efsanedir. Çünkü ilk varsayımı tamamlayan bu yaklaşım, Batı’nın bilimini ve tekniğini yaratan şeyin, onun kültürü olduğunu görmüyor. Dahası bu gerçeği reddediyor.

Çünkü Batı kültürü denildiğinde aklına din geliyor. Oysa modern Batı kültürünü yaratan şey dinin eleştirisidir. Marx’ın işaret ettiği gibi bu eleştiri tamamlandıktan sonra Batı bugünkü “uygarlık” seviyesine ulaştı. Bu dinin ortadan kaldırılması anlamına gelmiyordu. Din insanların özel hayatlarına bırakılıyor ve orada özgürce yaşanması sağlanıyordu. İdeal tanım buydu. Batı kültürünü oluşturan olgu, sekülerizmi (laikliği) devlet ve toplum yaşamına egemen kılmak, insan aklının özgürleştirilmesi, dünyayı ve toplumu akıl ve bilimle yönetmenin esas alınmasıydı. Özgür felsefe, bilim ve bütün bunların üzerine yükselen edebiyattı. İşte Batı’nın “fenni ve tekniği” denilen şeyi bu kültür yaratmıştı. Söz konusu İslamcı ve muhafazakâr varsayım 300 yıldır bu gerçeği göremedi. Bu taassup nedeniyle Müslüman dünya, geri kalmışlık çemberi içinde kıvranıyor. Aşamadığı ortaçağının içinde acı çekerek yaşıyor. Oysa bin yıl önce İbni Rüşt’ün İmam Gazali’ye yönelttiği itiraz, tam da bu çemberin nasıl kırılacağının yolunu gösteriyordu. Elinizdeki kitapta, “Türkiye neden feda edildi?” sorusunun yanıtını bu perspektifle aradım ve bu önemli sorunsalı da masaya yatırdım. Durum böyle olunca, İslam dünyasının bin yıldır süren bu karanlık çağa nasıl girdiğini inceleyerek başladım Doğu’nun ortak hikâyesini anlatmaya.

İmam Gazali ile İbni Rüşt arasında 11. yüzyılda yaşanan ve bugünkü yaşamımızı, Doğu’nun kaderini belirleyen büyük polemiğe kadar gittim. İslam’ın, günümüze ulaşan ortaçağının teolojik, kültürel ve tarihsel nedenlerini bulmaya çalıştım. Çünkü, “Türkiye neden feda edildi” sorusunun çok önemli yanıtlarından biri de, özgür akıl ve felsefe (bilim) ile kör inancın ve dogmatizm kavgasında yatıyordu. İttihat ve Terakki’den, BOP ve Ilımlı İslam’a Türkiye’nin aydınlanma ve modernleşme sürecinde önemli bir rol oynayan 1908 Hürriyet Devrimi, Jöntürk hareketi ile İttihat ve Terakki Fırkası da incelediğim konular arasında. Çünkü bugün Türkiye’nin ilerici ve gerici güçleri arasında süren kavganın, devrim ve karşıdevrim güçleri arasında yaşanan çatışmanın bu topraklarda 150 yılı aşan bir tarihsel derinliği var. Soruna bu tarihsel perspektiften bakmadan, bugünün Türkiyesi’nde olup bitenleri tam olarak kavramak zor. Ülkemizdeki dinci-faşizan hareket de soruna zaten bu tarihsel derinliği içinde yaklaşıyor. AKP’nin ve Türkiye yeni muhafazakârlığının (Neo-Con) önde gelen fikir yapıcılarından Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 2012 yılında hükümetin “Yeni Osmanlıcı” dış siyasetinin gerekçelerini anlatırken, “Biz tarihimizdeki yüz yıllık parantezi kapatacağız” diyordu. İşte o parantez, Türkiye’nin Osmanlı Devleti’nde başlayan ve Cumhuriyet’le sonuçlanan uluslaşma, aydınlanma ve modernleşme tarihidir. Davutoğlu’nun kapatacaklarını söylediği parantez, 1908 Hürriyet Devrimi’yle (İkinci Meşrutiyet) başlayan ve günümüze kadar gelen dönemdir. Bu bakımdan 2008 yılında başlatılan Ergenekon operasyonlarının 1908 Jöntürk Devrimi’nin yüzüncü yılına denk getirilmesinin bir anlamı var mı diye düşünüyor insan.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir