Metin Akar – Yunus Emre

HAYÂTI: XIl’inci Yüzyıl’ın ikinci yansı ile XIV’üncü yüzyılın başlarında yaşadığı sanılan Yunus Emre, sâdece bu asırların değil, bütün Türk edebiyatının, bilhassa Tasavvufî Türk edebiyatının en büyük temsilcisidir. Bâzı araştırıcılar onun Sarıköy’lü, bazıları da Karamanlı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu mesele henüz çözülmüş değildir. Hacı Bektâş Veli Vilâyetnâme’si, Şekayıku’n-Nu’mâniyye ve Nefahatül-Üns Tercümesi gibi bir kısım eski kaynaklara ve yaygın olan inanca göre Yunus Emre, Sarıköy’de doğmuş, çiftçilik yapmış, Tapduk Emre adlı bir şeyhin dervişi olmuş, daha sonra doğduğu köye dönerek bir zâviye (küçük tekke) kurmuş, ömrünün sonuna kadar Sarıköy’de kalarak halkı irşâd etmiştir. Bu köyün, Hacı Bektaş türbe ve kazasına 34 km. mesafede bulunan, Niğde Ortaköy’üne bağlı olan, bugünkü adı ile Sarıkaraman Köyü olması ihtimâli oldukça kuvvetlidir. Yunus Emre’nin Karamanlı olduğunu iddia edenler de vardır. Ancak, Fuad Köprülü, Abdülbâki Gölpınarlı gibi Yunus Emre mütehassısları, Karaman’daki Yunus’un Kirişçi Baba adıyla tanınan bir başka Yunus olduğunu söylerler. Adnan Erzi’nin bir mecmuada bulduğu kayda göre şâirimiz 1320 yılında, 82 yaşında iken ölmüştür. Eğer bu kayıt doğru ise Yunus’un 1238 yılında doğmuş olması gerekir. Yunus Emre’nin kendi eserlerinin incelenmesinden de hayâtı hakkında bâzı bilgiler elde edebiliyoruz. Buna göre, Risaletü’n Nushiyye’sini 1307 yılında yazmıştır: Söze târih yedi yüz yedi-y-idi Yunus cânı bu yolda fedâ-y-idi. *** Anadolu’yu, Azerbaycan’ı, Suriye’yi dolaştığını; Gezdim Urum ile Şâm’ı, Yukarı illeri kamu *** mısrası ile ifâde etmiştir. (Urum, Anadolu’dur. Yukarı iller ile kastettiği yer de Azerbaycan’dır.


) Mevlânâ Hüdâvendigar bize nazar kılalı Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır. *** beyitinden anlaşıldığına göre, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî ile de görüşmüştür (Yunus’un yaşadığı yıllarda, büyük bilgin ve şeyhlere Mevlânâ ünvanı verilirdi. Bu beyitte zikredilen şahsın Hacı Bektaş Velî olması da ihtimâl dahilindedir). Arapça ve Farsça’yı çok iyi bildiği Kur’ân-ı Kerim’den yaptığı iktibaslardan, İran’lı şâir Sâdî-i Şirâzî’den yaptığı manzum gazel tercümesinden anlaşılmaktadır. O, zannedildiği gibi ümmî değildir. Tahsil görmüştür. Hint-İran, Yunan-Roma mitolojisinden, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen peygamber kıssalarından, Veysel Karanî, Hallacı Mansur, İbrahim bin Edhem gibi ermiş kimselerden, Şeyh-i San’an gibi hikâye kahramanından, Leylâ ve Mecnun, Hüsrev ve Şîrîn gibi İslâmî klâsik edebiyata geçmiş âşıklardan bahsetmesi; aruz veznini devrinin şâirlerine göre oldukça başarılı olarak kullanması, Arapça ve Farsça isim ve sıfat tamlamalarını kusursuzca kurması bu fikrin delilleri arasında sayılabilir. Dört kitabın mânâsın okudum hâsıl ettim Aşka gelicek gördüm bir uzun hece imiş, *** beyiti, Yunus Emre’nin Kur’ân, İncil, Zebur ve Tevrat gibi dört mukaddes kitabı okuyup anladığını göstermektedir. Ayrıca tefsir, hadis vb. İslâm ilimlerini bildiğini de kendisi anlatmaktadır. Kısacası Yunus, ümmî değil, iyi tahsil görmüş bir şairdir. DESTÂNÎ HAYÂTI: Samimi ve özlü şiirleri ile yüzyıllarca Türk milletinin fikir ve his hayâtını etkilemiş olan Yunus Emre’nin hayâtı halk tarafından destanlaştırılmıştır. Onunla ilgili efsâneler şöyle özetlenebilir: Yunus, çocukken mektebe gitmiş, dili bir türlü alfabeye dönmemiş. Bir gün hecelerken, hocasına; Elif okuduk ötürü Pazar eyledik götürü Yaratılmışı hoş gördük Yaratanından ötürü *** deyip okulu bırakmıştır. Köyünde çiftçilik yaptığı yıllardan birinde bir kıtlık olmuş; o da çok bunalmıştır.

Kırşehir’e yakın Sulucakarahöyük’te Hacı Beştâş Velî adlı bir pîr olduğunu, kapısına gelen ihtiyaç sahiplerine buğday verdiğini duymuştur. Yunus da o pîre varmaya karar verir. Ulu kişi huzûruna boş elle varılmaz, yoldan gelenin eline bakılır, diye düşünmüş. Ama öyle yoksul ki, götürecek değerli bir şeyi yok. Yolda alıç toplamış Hacı Bektaş dergâhı için, heybesine doldurmuş, öylece gitmiş; Müritler, Yunus’un alıç getirdiğini, ziyâret dileğinde olduğunu Hacı Bektaş’a iletmişler. Yunus’un töreye uygun, samimî davranışı Hacı Bektaş’ı duygulandırır, bir derviş ile ona haber salar: —Sorun bakalım, buğday mı ister, himmet mi? Zavallı Yunus, “ben himmeti ne yapacağım, karın doyurmaz; bana buğday lâzım” der. Hacı Bektaş; “pekiyi” der. Hurcunun, heybesinin aldığı kadar buğday verirler. Yunus yola koyulur. Yolda, ben ne yaptım, eğer himmet alsaydım buğdayı da bulurdum, diye düşünür ve geri döner. Hacı Bektaş’a; “buğdayı boşaltsınlar, sen bana himmet ver” der. Hacı Bektaş; “o artık geçti, biz o ihsânın anahtarını Tapduk Emre’ye verdik, git nasibini ondan al” der. Yunus, Tapduk Emre’ye gidip dervişi olur. Bu tekkede odun taşımak ile vazifelendirilmiştir. Kırk yıl odun çeker.

Bu kırk yıl içinde tekkeye bir tek eğri odun getirmez. Sebebini soranlara, bu kapıdan içeriye odunun bile eğrisi giremez, diye cevap verir. Diğer dervişler onun hizmetini, ihlâsını; şeyhinin kızını seviyor da onun için canla başla hizmet ediyor diye yorumlarlar, fısıldaşırlar. Dedikodular şeyhin kulağına gidince, yalancılıktan kurtarmak için kızım Yunus’a nikâhlar. Fakat Yunus, ben şeyhimin kızına lâyık değilim, diye ömrünün sonuna kadar bu kıza dokunmaz. Yunus bu tekkede bir türlü feyze erişemediğini düşünüp canı sıkılmış ve dergâhtan kaçmış. Yolda kendi gibi iki dervişe rastlamış; onlarla arkadaş olmuş. Yemek vakti gelince dervişlerden biri duâ etmiş, Tanrı onlara gayb âleminden bir sofra indirmiş, yemişler. İkinci öğünde diğer dervişin duâsı ile sofra gönderilmiş. Sıra Yunus’a gelince, “Allah’ım, bende feyz yok, beni utandırma, yüzümü kara çıkarma, bunlar kimin yüzü suyu hürmetine senden yemek istedilerse lütfet, o zâtın hürmetine yemek gönder”, demiş. Bu defa, her zamankinden daha fazla yemek gelmiş. Ertesi gün dervişler Yunus Emre’ye, kimin hürmetine duâ ettin, söyle, diye ısrarla sormuşlar. Yunus; “önce siz söyleyin, sonra ben” demiş. Dervişler; “biz Tapduk Emre’nin dervişi Yunus’un yüzü suyu hürmetine duâ etmiştik” derler. Yunus irkilmiş, feyze erdiğini, Tanrı katında itibarı olduğunu, fakat kendisinin kendisini bilemediğini anlamış.

Dervişlerden ayrılıp Tapduk Emre’nin tekkesine dönmüş. Sabah, tan yeri atarken ana bacıyı (şeyhinin karısını) bulup kendisini affettirmesini rica etmiş. Ana bacı, Yunus’a; “Sen kapının eşiğine yat, bilirsin şeyhin gözü görmez, sabah namazına çıkarken ayağı sana dokunur, bu kim diye bana sorar; ben de, “Yunus” derim; “Bizim Yunus mu?” diye sorarsa bil ki gönlünden çıkmamışsın; hemen ayaklarına kapan ve af dile. Yok eğer, hangi Yunus, derse, o zaman anla ki gönlünden çıkmışsın; artık çâre yok” demiş. Yunus, ana bacının dediği gibi yapmış. Tapduk, “bizim Yunus mu” deyince, Yunus iki gözü iki çeşme, ayaklarına kapanmış. Şeyhi onu affetmiş, fakat, “Kendi mertebeni öğrenmeden bana inanmadın, şimdi canını vermen gerek, asâmı atacağım, arkasından git, nereye düşerse orada Allah’a kavuş” deyip asâsını atmış. Asâ, Yunus’un doğduğu yer olan Sarıköy’e düşmüş. Yunus, köyüne gidip tevekkül ile başını toprağa koymuş ve Tanrı’ya kavuşmuş. SANATI: Yunus Emre, sanatını halkın hizmet ve faydasına vermiş, halka kendi dili ile hitâp etmiş, ifâdesi en zor duygu ve düşünceleri yine halk dili ile halka iletmiştir. XIII-XIV’üncü yüzyıllarda, Anadolu’da, Batı Türkçe’si yazı dilinin doğuşunda ve gelişmesinde Yunus Emre de mühim rol oynamıştır. Türkçe’yi son derecede güzel kullanmış, işlemiş ve geliştirmiştir. Onun şiirlerinde en güzel, en saf Türkçe ile karşılaşırız. Bu dil XIII-XIV’ünçü asır Türk-İslâm medeniyetinin zenginliğini aksettiren millî bir dildir. Yunus, şiirleri ile sâdece kendi duygu, düşünce ve hayâllerini iletmemiş, Türklüğün seciye ve ahlâkını da cihâna duyurarak milletinin tercümanı olmuştur.

İşte bu sebeplerden dolayı her Türk onun eserlerinde kendisini, kendi dilini, kendi iç dünyâsını bulmuş, Yunus Emre asırlarca sevilerek okunmuştur. Yunus, bir tasavvuf şâiridir. Onu anlamak için tasavvufun ne olduğunu da bilmekte fayda vardır. Tasavvuf, “zühd ve takvâ ile (ibâdet ve dinin yasakladığı şeylerden uzak durmakla) rûhu temizlemek, kendi varlığım, Allah’ın sevgisinde eritmek, kalbini dünyâ ile ilgili şeylerden boşaltıp sâdece Tanrı’ya tahsis etmek, kendini yok bilip Allah’ın varlığında yaşamak, onun bütün emirlerine uymak, yasaklarından kaçmak ve böylece insan için en büyük mutluluk olan Allah’ın yüzünü görmeye nâil olup rızâsına kavuşmaktır”. Hazret-i Peygamberin ve arkadaşlarının yaşayış tarzı ve düşünceleri, Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilenler tasavvufun menşeini teşkil eder. Sahabe ve onlara tâbi olanların ruhlarına hakim olan Allah korkusu ve zühd hareketi, giderek şiddetlenmiş ve tasavvufa dönüşmüştür. Ancak, ilk zâhidlerde görülen Allah korkusu şuuru, daha sonrakilerde yerini Allah sevgisine bırakmıştır. Tasavvuf, aynı zamanda; “Tanrı nedir, kimdir; kâinat niçin yaratılmıştır” gibi soruları cevaplamaya çalışan bir düşünüş yoludur. Bu felsefenin en yaygın olanı Vahdet-i Vücut felsefesidir. Vahdet-i Vücut’a (vücut birliği felsefesine) göre, kâinatta Tanrı’dan başka hiçbir şey gerçek vücûda sâhip değildir, her şey Tanrı’nın birer görüntüsüdür. Tek varlık olan Tanrı, aynı zamanda tek güzel, tek hayır menbaıdır. Tek ve eşsiz güzel olan Tanrı kendi güzelliğini görmek için evren olarak görünmüş, (tecellî etmiş)’tir. İnsan da onun bir görüntüsüdür. İnsanda varlığın yanı sıra yokluk özelliği de vardır. İnsan, kendi benliğini, dünyâya olan bağlılığını yâni yokluk unsurlarını, gidererek varlık unsurunu bulur, böylece Tanrı’ya (aşk yolu ile) ulaşır.

Başlangıçta ferdî-dînî bir hareket şeklinde gelişen tasavvuf, IX ve X’uncu asırlarda şekillenmiş, ahlâk ve ibâdetlere dâir özel nizamlar ortaya koyan bir okul hâline gelmiştir. X’uncu ve XI’inci asırlarda tasavvufçular tarîkatler hâlinde teşkilâtlandılar. Türk dünyâsı bu zümre mensuplarını daha XI ’inci asırda tanımış, tasavvuf ve tarikatlar Türkler arasında da yayılmıştır. Edebiyata da yansıyan bu inançlar Ahmet Yesevî (XI’inci asır) ile ilk usta propagandacısını bulmuştur. Türk Tasavvuf Edebiyatı’nın Anadolu sahasında en büyük ustası Yunus Emre olmuştur. Tasavvufun inceliklerini anlaşılır ve samimî bir dil ile anlatan şâirimiz, ilâhî aşkın ürpertilerim bizzat yaşamış, bunu şiirlerinde çok başarılı bir şekilde yansıtmıştır: Benim gönlüm, gözüm aşktan doludur Dilim söyler yâri, yüzüm suludur *** Senin aşkın deniz, ben bir balıcık Balık sudan çıksa hemen ölüdür. Yar yüreğim yâr, gör ki neler var Bu halk içinde bize güler var *** Bütün mutasavvıflar gibi o da Allah’ı sevmiş; Cümle yaratılmışa bir göz ile bakmayan Şer’in evliyâsıysa hakikatte âsîdir. *** diyerek, Allah’ın yarattığı her insana bir göz ile bakacak, Yaratılmışı hoş gördük, yaratanından ötürü *** diyebilecek olgunluğa erişmiştir. Hayat, ölüm, kâinat, varlık, yokluk, dünyânın faniliği gibi hususları yine tasavvufun çerçevesi içinde ele almış, görüşlerini en sâde, en güzel şekliyle anlatmıştır. Yunus Emre bir halk şâiri değildir, halkın şairidir. Halktan ve hayattan ayrılmayış, halk dili ile söyleyiş onu halkın şâiri yapmıştır. Yunus, sâdece Türkiye’de değil bütün Türk dünyâsında sevilmiş, okunmuş, şiirleri bestelenmiş, Anadolu’da onun adına pek çok yerde anıtmezarlar yapılmış, hattâ başka Yunus’lara âit mezarlar bile buna mal edilmiştir. Vefâtından sonra yedi yüz yıl geçmiş olmasına rağmen unutulmamış, ünü dünyâya yayılmıştır. O, Türk edebiyatının en büyük şâirlerindendir. ESERLERİ: Yunus Emre’nin Risâlettü’n Nushiyye ve Dîvan olmak üzere iki eseri bilinmektedir.

Risâletü’n-Nushiyye ruh, akıl, nefis, öfke, sabır, kanaat, cimrilik vb. gibi konuları tasavvufa göre açıklayan, öğüt veren, ahlâkî-tasavvufî bir mesnevidir. 562 beyitten meydana gelmiştir. Batı Türkçesi ile yazılan ilk dîvan Yunus Emre’ye âittir. Bu eserin pek çok el yazması ve taşlaması nüshaları vardır. Yeni yazı ile de defâlarca basılmıştır. Ancak, bu baskı ve yazmaların çoğuna, ismi Yunus olan başka şâirler (Kâtipzâde Yunus, Âşık Yunus vs.) ile Âşık Paşa, Sait emre vs. gibi şâirlerin de şiirleri karışmıştır. Yapılan ayıklamalar sonunda Yunus Emre’ye âit 330 civarında şiir tespit edilmiştir. Bu şiirlerin çoğu hece, 60 kadarı da aruz ölçüsü ile yazılmıştır. Aruz ile yazılan şiirlerinde, ortadan eşit sayıda bölünebilen kalıpları seçtiğinden, beyitlere dörtlük ahengi verilmiş, böylece millî zevk yaşatılmıştır. Fakat onun en güzel şiirleri hece vezni ile yazılanlarıdır. Yunus Emre’nin eserlerinin en güzel baskılarını Abdülbâkî Gölpınarlı ile Faruk K. Timurtaş yapmıştır.

Elinizdeki kitapta bulunan şiirler adı geçen bilginlerin eserlerinden seçilmiş; orijinal dile, güzelliği bozmayacak şekilde, yer yer müdahale edilmiştir. Ayrıca, öğrenciler ve diğer gençlerin Yunus Emre’yi kolayca anlayabilmelerini sağlamak için her şiir yaşayan Türkçe ile nesre çevrilmiştir

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir