Metin Karabasoglu – Peygamberin Bir Gunu

NE İNSAN SIRADANDIR, ne de içinde yaşadığı kâinat adlı o büyük âlem. Her akıl sahibi, hem içinde yaşadığı kâinatın her işinde ve her oluşunda bir amaç gözetildiğinin farkındadır, hem de kâinat içinde kendi biricikliğinin. Sönmemiş her akıl, akıp giden şu âlemin içinde bir amaç ve anlam arar ve bütün bu olup biteni, bütün bu gelip gideni anlamak ister. Anlam arayışı insan için hayatın olmazsa olmazıdır. Anlamsızlık hayatın manen ölümüdür. Anlamsız ve amaçsız bir kâinat, boş kalmak üzere açılmış bir okula benzer. Okunmamak üzere yazılmış bir kitaba yahut. Veya, kullanılmamak üzere yapılmış bir araca… Boş kalmak, öğrenci almamak ve birşey öğretmemek üzere açılmış bir okul ise tanım gereği imkânsızdır. Tıpkı kimse tarafından okunmamak üzere yazılmış bir kitabın, hiç kullanılmamak üzere yapılmış bir aracın imkânsız oluşu gibi… Aynı şekilde, anlamsız ve amaçsız bir kâinat da imkânsızdır. En küçük birşeyin dahi bir anlam taşıdığı; meselâ erik ağacının yaprakları ile badem ağacının yaprakları arasındaki farkta dahi bir amacın ve hikmetin gözetildiği şu kâinatta, kâinatın kendisiyle de güdülen bir amaç vardır. Her ‘şey’in bir anlam taşıdığı şu kâinatta, ‘herşey’ olarak kâinatın kendisi nasıl anlamsız ve amaçsız olabilir ki? Ama insan kâinatın içindedir; ve kâinatın her bir şeyine bakıp kâinatın bütününde bir amacın varlığından emin olsa bile, bu varoluş amacını kavrayıp kuşatamaz. Bütün insanlık biraraya gelse ve kâinat için bir anlamın ve amacın gerekliliği üzerinde ortaklaşsa bile, bu anlam ve amacın ne olduğunu kavrayamazlar. Bu, denizdeki balığın denizin ötesini, yumurtanın içindeki civcivin dışarıdaki dünyayı büsbütün kavrayıp kuşatması kadar zordur. Açıkçası, imkânsızdır. Kâinatı yaratan Hâlik-ı Zülcelâl, varolması gerektiğine inandığı bu amacı ve anlamı, bir ‘kullanım kılavuzu’yla insana bizzat açıklar.


Bu kâinatın içinde kendimizin ve herşeyin varlığını nasıl anlamlı kılacağımızı, neyi nasıl görüp ne şekilde iş göreceğimizi bize gösteren Kitabı göndermesi, kâinatı yaratan Zât-ı Zülcelâl’in uluhiyetinin bir lâzımıdır. Uluhiyet vahiysiz olmaz. Vahiysiz ve Kitabsız bir uluhiyet, en ufak ‘şey’inde dahi bunca hikmet ve amaç yüklenmiş kâinatın bütününü bir belirsizlik sisine mahkum eder; bir amaçsızlık, hikmetsizlik ve abesiyet uçurumuna düşürür çünkü. Bu ise, kâinatın içindeki her biri sayısız hikmetler ve anlamlar taşıyan bunca mevcudun şahitliğine zıttır. Diğer bir deyişle, yine tanım gereği imkânsızdır. Sözün kısası, nasıl bir mimar tasarlayıp inşa ettiği binayı niye yaptığına ve niye o şekilde yaptığına dair bir kayıt düşüyor; o bina için bir açıklayıcı kılavuz sunuyor ise, şu kâinatı bunca hikmetle bezeyip bunca sanatla süsleyen Sâni-i Zülcelâl de, sanatını gören ve hikmetinin farkına varan insan için, elbette bir açıklayıcı kılavuz sunar. Kâinat adlı eşsiz sarayında bunca sanatı ve hikmeti sergilediği gibi, bu sanat ve hikmete dair insana konuşur da. O’nun şanına yakışan konuşma ise, vahiy sûretindedir. Kitabullah adlı, vahiy suretinde gelen bu ‘kullanım kılavuzu’nun yanısıra, bu kılavuzun nasıl okunacağını ve içindekilerin nasıl uygulanacağını bilfiil gösteren bir rehbere, bir öğreticiye, bir yol göstericiye ihtiyacı vardır insanın. Bizim gibi bir insan olan; bizim yaşadığımız dünyada bizimle aynı ihtiyaçlar ve aynı donanımlar ile yaşayan, öğretici ve yol gösterici bir rehbere. O rehber ki, hem kâinatı yaratan Zât’ın insanlığa olan hitabını bize iletir, hem de o ilâhî hitabın mesajının hayatlarımıza nasıl tatbik olunacağını bize gösterir. Bunca hikmet ve anlam yüklü bir kâinatta böyle bir yol gösterici elçi, ışığın güneşi gerektirmesi derecesinde gereklidir. Işık vermeyen bir güneş ne derece imkânsızsa, vahiysiz ve resûlsüz bir ulûhiyet de o derece imkânsızdır. Ulûhiyet, risaletsiz olmaz. “Lâ ilahe illallah, Muhammedun Resûlullah” derken, her mü’min en başta bu gerçeği teyid etmektedir.

II. Nasıl Bir Peygamber? “ŞAŞILACAK İŞ! BU NASIL BİR PEYGAMBER? Bizim gibi yiyip içiyor, çarşıda gezip alışveriş yapıyor!” [2] Kırk yıldır aralarında yaşayan, üstelik ‘el-Emîn’ diye övdükleri Muhammed b. Abdullah emanetlerin en büyüğü ile karşılarına gelip “Lâ ilâhe illallah deyin, kurtulun!” davetini onlara ilettiğinde, Kureyş müşrikleri işte bu sözlerle itiraz etmişlerdi. Sonra, kendi akıllarınca bir peygamber tarifi getirmişlerdi: “Kendisiyle beraber olup da onu tasdik eden ve bizi Allah’ın azabıyla korkutan bir meleğin ona indirilmesi gerekmez miydi? Yahut, ona gökten bir hazine indirilip de geçimini ondan temin etseydi ya? Veyahut, bir bahçesi bulunsaydı da, ondan yiyip dursaydı ya?” [3] Onların istediği, böyle bir peygamberdi. Yemeyen ve içmeyen. Evinin ihtiyacı için çarşıda dolaşıp alışveriş yapmayan. Evinin geçimini düşünmesi gerekmeyen. Bilakis, yanında herkesin gördüğü bir melekle dolaşan ve gökten inmiş bir hazineden geçinen. Her gün bir mucize bahçesinden biten meyveleri ve bir semavî sofradan inen yemekleri yiyip içen… Oysa âlemlerin Rabbi, peygamber olarak, içlerinden birini seçip göndermişti. Tanıdıkları, bildikleri birini… İçimizden birini bizim için peygamber olarak seçmişti Rabbü’l-âlemîn. Çünkü ancak bizimle aynı hayatı yaşayan biri, yürümemiz gereken yolu bize öğretip gösterebilir. Ancak bizim gibi acıkıp doyan, bizim gibi aç kalınca halsiz düşen, bizim gibi sıcaktan da soğuktan da etkilenen, bizim gibi evinin geçimini düşünmesi gereken biri bize öğretici ve yol gösterici bir rehber olabilir. Yanında bir meleğin hazır durduğu ve her istediğini derhal ona sunduğu bir peygamber bize nasıl örnek olabilir? Her Allah’ın günü indirilmiş özel bir hazineden geçinen, acıktığı her vakit gökten inen bir sofradan yahut bitimsiz bir bahçeden yiyip içen biri, bize nasıl yol gösterebilir? Kaldı ki, peygamber böyle biri olsa bile, Kureyş’in müşrikleri, bu kez daha gür bir sada ile itiraz edeceklerdir. Âlemlerin Rabbinin peygamberiyle gösterdiği yolu seçmemek için, bu kez “O bambaşka biri” diyeceklerdir: “Baksanıza; ne bizim gibi yiyip içmeye ihtiyacı var, ne evinin geçimini düşünmeye. Biz onun gibi miyiz?” Âlemlerin Rabbi, bizim gibi birini peygamber olarak seçmiştir bizim için.

İçimizden birini… Muhammed Mustafa aleyhissalâtu vesselam, bizimle aynı donanımlar ve ihtiyaçlar içinde olduğu için bizim peygamberimizdir. Bizim gibi acıkıp doyduğu, bizimle aynı havayı soluduğu için. Bizim gibi hastalanıp bizim gibi şifa bulduğu için. Bizim gibi yorulduğu ve dinlenmek için bizim gibi uyumaya ihtiyaç duyduğu için… Bizimle aynı gökkubbe altında aynı günleri yaşadığı için. Her günümüzü ve bütün ömrümüzü nasıl yaşayacağımızı bize böylece gösterebildiği için… III. Günler: Sıradan ve Özel GÜNLER, HERKES İÇİN, basitçe ikiye ayrılırlar: özel günler, sıradan günler. Sıradan günler, adı üstünde ‘sıradan’dır. Bir sıraya dizilmiş gibi, birbiri ardınca gelir ve gider, yaşanır ve geçer. Hayat sıradan günler boyu mutad bir çizgide akar durur. Özel günler ise, bu ‘sıradan’ günlere kıyasla, ‘sıradışı’ günlerdir. Ancak hayatın bildik ritminin değişip mutad akışının başka bir yöne evrildiği günlerdir ki, hâfıza arşivinde ‘özel günler’ olarak yerini alır. Özel günler bu yüzden hiç unutulmaz. Akıp giden zamandan aklımızda kalanlar sorulduğunda aklımıza en başta ve çoğu zaman yalnızca ‘özel günler’in gelmesi bu sebeptendir. Peki, ya geride kalan öteki günler? Onlar, hâfıza arşivine ‘herhangi bir gün’ diye yazılmışlardır. ‘Öylesine bir gün’ diye.

Belli belirsiz. Sıradan ve silik. Adsız ve tanımsız. Simgesiz ve işaretsiz… Oysa gerçek hiç de böyle değildir. Gerçekte o ‘sıradan’ günlerin hiçbiri ‘sıradan’ değildir. Hayatlarımızın köşe taşı niteliğindeki özel günlere rengini ve şeklini o sıradan günler verir çünkü. Özel günler, ‘herhangi bir gün’ deyip geçtiğimiz bu günlere göre biçim alıp şekillenir. Hayatımızı herhangi bir günde nasıl yaşamış, hayatın gündelik akışı içinde ne gibi niteliklerle donanmışsak, özel günlerimize de bunlar yansır. Sıradan günler içinde neyi önceleyip neleri önemsemiş, neyi düşünüp neyi ardımızda bırakmış isek; yüz yüze geldiğimiz özel sınanma günlerinde ona göre şekil alır davranışımız. Özel bir günde dillere destan bir mertlik göstermeyi, herhangi bir günde de mert olabilen biri başarır meselâ. Herhangi bir günde kolayca yalan söyleyen birini, o özel sınanma günlerinde dürüst bir insan olarak bulamazsınız. Herhangi bir günde feragati başaramayan, özel güne kahraman yazılamaz. Ancak herhangi bir gününü gereğince, lâyıkınca yaşayan biri ‘özel gün’lerde zirveyi bulur. Bu açıdan bakınca, gerçekte ‘sıradan’ bir gün yoktur; her gün özeldir. Mademki özel günlerin rengini ve rotasını onlar belirler, hiçbir gün gerçekten sıradan değildir.

Bilakis, hepsi de sıradışı ve özeldir. Dolayısıyla, Peygamber aleyhissalâtu vesselâmın yaşadığı ‘özel’ günleri gereğince kavramak için dahi, ilk önce onu ‘herhangi bir gün’de tanımak gerekir. Onun hayatındaki özel günler, ‘Peygamberin bir günü’nü kabiliyetimiz nisbetinde kavradıktan sonra gereğince anlaşılabilir. Hicret günleri, Bedir, Uhud, Hendek, Hudeybiye, Hayber günleri; Fetih günü ve Huneyn… Bütün bu özel günlerin sırrı, Peygamberin bir gününde gizlidir. Çünkü ancak bu ‘sıradan’ günlerde içe taşınandır ki, özel günlerde dışa vurur. Özel günlerde dışa vuran, sıradan bir günde içe taşınandır. O halde bize düşen, Peygamber aleyhissalâtu vesselamı ‘herhangi bir gün’ünde tanıyıp, kendi ‘sıradan gün’lerimizi buna göre yaşamaya çalışmaktır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir