Metin Karabaşoğlu – Risale Okumaları – Büyük Buluşmalar

DÖRT YIL ÖNCE Risale Okumaları’nın birinci kitabını hazırlarken zihnimizi en ziyade meşgul eden hususlardan biri, Risale-i Nur’un kendisi ile ondan istifade biçimi arasındaki ciddi uçurumdu. Ortada, havada bin küsur kilometre hız yapmaya muktedir bir uçağı yüz kilometre hızla yer taşımacılığında kullanmak gibi, yahut kanser gibi bir illete deva sunan bir ilacı başağrısını gidermek için istimal etmek gibi bir durumun varlığı âşikârdı. Evet, Risale-i Nur’dan istifade edilmiyor değildi; ama ‘lâyıkınca’ bir istifadenin olmadığını da hissedebiliyorduk. Risale Okumaları, böyle bir tesbitin eşliğinde, bir yandan Risale-i Nur’dan daha fazla istifade imkânı, bir yandan da onun enginlik ve derinliğine dair bir bakış sunma ihtiyacıyla ortaya çıkan yazıların biraraya geldiği bir kitaptı kısacası. Yayınlandığı tarihten bugüne kitaba gösterilen ilginin yanısıra, ilgili dönemde ortaya konulan başka kitapların varlığı, sözkonusu tesbitte yalnız olmadığımızı gösteriyor; ve bizi, “Dert bilinirse devası âsândır” ümidine sevkediyor. Öte yandan, giderek daha fazla sayıda insan farkına varır hale gelmekle birlikte, Risale-i Nur’un anlaşılması ve yorumlanması ile ilgili ciddi sorunların hâlâ daha ortada olduğu; buna ilaveten, ‘Risale-i Nur’u temsil’ bâbında ‘ayna değil, gölge’ olan ciddi sorunların varlığı da bir vâkıadır. Risale Okumaları: Büyük Buluşmalar, dizinin birinci kitabı Keşif Yolculukları gibi, bu sorunların öncelikle farkına varılması ve peşisıra aşılması yönünde bir dizi tahlil içeriyor. Bunun yanısıra, Risale-i Nur’un anlam derinliğine dair yazılarla, onun daha iyi anlaşılması yönünde gayretleri ve dikkatleri harekete geçirmeyi hedefliyor. Her hâlükârda, kitabın, Risale-i Nur’un anlaşılması yolunda ‘çok şey yapıldı’ rehavetine sığınmayıp ‘yapılacak çok şey olduğu’nu anlamaya vesile olacağı ümidindeyiz. Bu kitapta ele alınan konular göstermektedir ki, Risale-i Nur’la ilgili çalışılması elzem hususlar bir değil, binlercedir. Aynı şekilde, ortadaki dert de tek haneli rakamlarla açıklanacak kadar az değildir. Dolayısıyla, bu konuda açıkyürekli ve ufku açık daha pek çok çalışmaya ihtiyaç bulunuyor. İlki yayınlanmış bulunan, ikincisini şimdi nazarlara sunuyor olduğumuz, üçüncüsünü ise yayına hazırlamakta bulunduğumuz Risale Okumaları bu alanda mütevazı bir katkı sunabilse, ne mutlu bize! Risale Okumaları’nın bir ufuk ve vizyon kazandırma işlevi görmekle birlikte, Risale ‘okuma’ya veya Risale-i Nur’un muhtevasını kavramaya dair sistemli bir bütün sunmadığını da peşinen itiraf edelim. Risale Okumaları’nı okuyanlar, nelerin yapılmaması gerektiği konusunda veya Risale’ye neden dikkatle bakılması gerektiği konusunda bir anlayışa sanırım sahip olacaklardır. Ama ya ötesi? Bu yolda, özellikle ihtiyaç hissettiğimiz üç alanda müstakil çalışmaların duası içindeyiz.


Bunlardan ilki, yaklaşık dört yıldır üzerinde çalıştığımız ama henüz yazım aşamasında kaldığımız “Risale Okuma Kılavuzu” adlı çalışma olacaktır. Bu çalışmada, biiznillah, kendi anlama biçimimi mutlaklaştırma hatasına düşmeden, kendi Risale okuma biçimim üzerine sistemli ve örnekli bir çerçeve sunmayı planlıyorum. Diğer çalışma ise, Risale-i Nur’un temel kavramlarına dair genel bir çerçevenin eşliğinde, belli temel konuların bir deneme hacminde ‘değinilmeyip’ bir makale hacminde irdelendiği bir muhtevayı hedeflemektedir. Üçüncü olarak ise, Risale-i Nur’un ‘çekirdeği’ ve ‘fihristesi’ diyebileceğimiz bazı risaleler üzerinde yoğunlaşan; meselâ Onuncu ve Onbirinci Söz, İkinci Şua, Yirmidördüncü Mektup, Otuzuncu Lem’a, Yirmidördüncü Söz ve Yirmibeşinci Söz’ü ‘bir de bu gözle okumaya’ davet eden bir çalışma dizisini planlıyoruz. Dileyelim ki, Rabb-ı Rahîm bunun için gerekli zamanı, imkânı ve ömrü versin ve ayrıca bu yönde çalışan gönül dostlarının sa’yini ve sayısını arttırsın. Dualarınızı bekliyoruz. Nitekim şu husus bilinmelidir ki, Risale-i Nur gibi kuşatıcı bir külliyata dair ufuk açıcı çalışmalar ortaya koymak, tek başına bir kişinin veya birkaç kişinin harcı değildir. Bu satırların yazarı, son tahlilde, kendi anladığı kadarını yazabilecek durumdadır. Risale-i Nur’a dair kendi ‘keşif yolculukları’nın sonuçlarını ortaya koyan gönül dostlarının çalışmalarını ise ‘tek-yönlü’ bir okuma ve anlama yanılgısından kurtulmanın teminatı olarak görüyor, bu çalışmaların sayıca ve nitelikçe kaydedeceği gelişmelerin omuzlarımızda hissettiğimiz yükü biiznillah hafifleteceğini umuyoruz. Bu noktada, Risale-i Nur’a dair söyleyecek sözü olan herkesin—ümmî nebî aleyhissalâtu vesselâmın ‘ilmi yazıyla bağlamayı’ tavsiye eden hadisi uyarınca—‘uçar gider’ hükümdeki sözlerini yazı ile ‘kalır’ hale getirmelerini istirham ediyorum. Bu yolda yapılan her çalışmanın bir değeri olduğuna inanıyorum. En zayıf çalışma dahi, nazarımda, en azından ‘neyin nasıl yapılmayacağı’ konusunda bir nümune teşkil ederek daha iyi çalışmalar için bir basamak oluşturacağı için değerli ve anlamlıdır. Risale Okumaları: Büyük Buluşmalar da, bu durumun bir istisnası değildir. Bu kitabın Risale-i Nur’un anlaşılmasında bir ‘zirve’yi temsil etmediğini biliyorum; umarım, ‘en zayıflar’ arasında da değildir. Her hâlükârda onun, bu güzelim eserin anlaşılması yönünde dikkatli nazarlar için bir ‘basamak’ veya ‘köprü’ işlevi gördüğünü görmek bizi mutlu edecektir.

Sizi kitabın sayfalarıyla başbaşa bırakırken, Rabb-ı Rahîm’den, hepimiz için, bu kitabın yazılmasına vesile olan Risale-i Nur’a ve elbette Risale-i Nur’un uğrunda yazıldığı Kur’ân-ı Hakîm’e ciddi bir muhatabiyet diliyorum. Selam ve sevgiyle… METİN KARABAŞOĞLU Hartford, 16 Şubat 2002 BİRİNCİ BÖLÜM Ayrıntıda Gizlenen İz Sürmek YİRMİ YILLIK RİSALE TETEBBUATIM esnasında anladığım o ki, Risale-i Nur’daki birçok bahsin açılması ve anlaşılması, evvelemirde açıkyürekli olmayı gerektiriyor. Meselâ, ya hiç ya da gereğince anlamadığımız bir bahis için anlamış gibi yapmamamız, anlamadığımızı kabul ve itiraf etmemiz, ilaveten, ilgili bahsi anlama yolunda iz sürücü olmamız gerekiyor. Ayrıca, bugün doğru ve tam açıklama olduğuna inandığımız bir yorumun yanlışlık veya eksikliği yarın ortaya çıktığında, hatadan dönmenin de, eksiğini tamamlamanın da bir fazilet olduğunu bilebilmenin rahatlığıyla hareket edebilmek; ‘hata etmiş durumuna düşmemek’ için hatalı veya eksik yorumu inadına savunma gibi feci bir hataya düşmekten sakınmak lâzım geliyor. “Esmâ-i Sitte Risalesi,” yani “Otuzuncu Lem’a” üzerinde bazı arkadaşlarla beraberce yaptığım bir yılı aşan bir müzakere hengâmında dikkatimizi çeken bir nüans, sanırım, bir önceki paragrafta anlatmaya çalıştığım hususlara dair bir örnek teşkil ediyor. Bu risalede, Allah’ın güzel isimleri arasında ‘İsm-i Âzam’ olarak çalışılan altı esma-i hüsnadan Kuddüs, Âdl, Hakem ve Ferd isimleri sözkonusu olduğunda ‘bir ism-i Âzam veya İsm-i Âzam’ın altı nurundan bir nuru olan…’ ifadesini kullanıyor Bediüzzaman. Sıra Hayy ve Kayyûm isimlerine geldiğinde ise, bu ifadeye bir ilavede bulunuyor: ‘İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzam’ın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru olan…’ Altı ism-i âzamdan son ikisine, Hayy ve Kayyûm’a gelindiğinde karşımıza çıkan bu ‘iki ziyasından bir ziyası’ ilavesi, müzakeremiz esnasında ziyadesiyle düşündürmüştü bizi. Bir kere, bunun son iki isme gelindiğinde sözkonusu edilmesi, herhalde anlamlıydı. İkincisi, burada ‘ziya’ya ‘nur’a göre bir öncelik ve üstünlük atfedildiği anlaşılıyordu; lâkin bu, ‘nur’u ‘ziya’ya nisbetle daha üstün ve öncelikli göregelmiş bizlerin zihinsel kategorilerine oturmuyor, dolayısıyla bir kavram analizi gerektiriyordu. Gerçi, ilgili müzakereler hengâmında bu mesele gereğince çözülebilmiş değildi. Lâkin, “Burada izini sürmemiz gereken, rastgele ortaya atılmamış bir ayrım var. Ziya ile nur arasındaki nüansı kavramamız gerek” diye bir hâşiye düşülmüştü en azından. Okunan bahiste ism-i Hayy ve ism-i Kayyûm için kullanılan ‘İsm-i Âzamın iki ziyası’ ifadesinin hikmetini bir soru işareti olarak zihninde taşıyan biri olarak, ilerleyen zaman zarfında, ihtimal ki bu soru işaretini zihnimde taşımayı sürdürmeme karşı bir ikram-ı ilâhî suretinde, iki koldan bir açılım nasip olacaktı bana. Bu açılımlardan ilki, yakınlarda rastladığım bir hadisin izini sürmekle gerçekleşti. İlgili hadis, ismi Âzamı Bakara, Âl-i İmran ve Tâ-Hâ sûrelerinde aramamızı öneriyordu bize.

Bakara’da Âyete’lKürsî vardı; Âyete’l-Kürsî’nin ilk cümlesinde ise, esma-i hüsnâ’dan Hayy ve Kayyûm isimleri… Âl-i İmran? Onun ikinci âyetinin de aynı cümleyi ihtiva ettiğini biliyordum. Peki ya Tâ-Hâ? Tâ-Hâ sûresini de bu hadisin izini sürerek okumaya başlayıp sonuna doğru geldiğimde, 111. âyette yine aynı iki ismi görecektim: “Ve aneti’l-vücûhi li’l-hayyi’l-kayyûm.” Böylece, esma-i hüsnânın ‘en büyük’leri arasında Hayy ve Kayyûm isimlerinin derecesinin ve büyüklüğünün nebevî bir işaretle de tasdik olunduğunu görmüş oluyordum. Yani, Said Nursî, ‘İsm-i Âzam’a adadığı Esma-i Sitte Risalesi’ni (Otuzuncu Lem’a) yazarken, Hayy ve Kayyûm’u en sonda öylesine zikrediyor değildi. Kesinlikle bu hadisin ve de bu hadisin dersini alan önceki büyüklerin izini sürmüş olmalıydı. Bundan artık emindim de, ‘ziya’ ile ‘nur’ nüansını hâlâ açabilmiş değildim. ‘Ziya’nın kavram olarak ‘nur’dan daha üstün konumda olduğunu artık anlayabiliyordum da, neydi ‘ziya’yı ‘nur’a üstün ve öncelikli kılan; bunu hâlâ bilmiyordum. Günler geçip, “Hüvellezî ceale’ş-şemse diyâen ve’l-kamera nûran…” âyetiyle karşılaştığımda, kesin cevabın eşiğine gelmiş olduğunu hissedecektim. Barla Lâhikası’nda Bediüzzaman ile talebelerinin mektuplaşmalarını okurken karşıma çıkmıştı bu âyet. Sonra, Mu’cemü’l-Müfehres adlı Kur’ân fihristine baktığımda, bu âyetin, Yûnus sûresinin 5. âyeti olduğunu tesbit etmiş oldum. Sonrasında ise, birazcık muhakeme yeterliydi artık. ‘Ziya’yı Güneşe, ‘nur’u ise Aya izafe ediyordu âyet. Demek ki, ziya doğrudan ‘ışık’ın ifadesiydi.

‘Nur’ ise, bu ışığın ‘yansıması’nın ifadesi. Zira, âyetin kendisine ‘ziya’ atfettiği Güneş ışığı doğrudan yayıyor iken, âyetin kendisine ‘nur’ atfettiği Ay Güneşten aldığı ışığı yansıtıyordu. Demek, Hayy ve Kayyûm isimleri doğrudan doğruya Zât-ı Zülcelâl’e bakıyordu. Kuddûs, Adl, Hakem ve Ferd isimlerini ise, esmâ-i hüsnânın kâinattaki tecelliyatına bakarak kavrıyorduk. Ki bu nazarla bakılırsa, “Esma-i Sitte Risalesi”nin yüzü daha kâinata dönük Kuddûs isminden başlayıp Adl, Hakem, Ferd diye devam ederek Hayy ve Kayyûm isimlerinde noktalanması; sıralamanın bu şekilde olması kesinlikle rastgele değildi. Bu sıralama, dikkatli bir Kur’ân talebesinin şuurlu bir tercihiydi. Demek ki, onun anladığı üzere, ism-i Hayy ve Kayyûm’un cilvesi iledir ki Kuddûs, Adl, Hakem ve Ferd isimleri kâinatta tecelli ediyordu. Risale-i Nur adlı şaheserin Kur’ân’ı üstad, Resûlullah’ı muallim edinmiş bir zâtın kalb ve dimağından süzülüp doğduğunu, dolayısıyla ondaki her bahse ve her ifadeye dikkatle muhatap olmak gerekliliğini ifade eden bir tecrübeydi bu benim için. Öte yandan, ‘soru sorma’nın ve ‘iz sürme’nin ‘anlama’nın ve ‘keşfetme’nin ön şartları olduğunu belgeleyen bir tecrübe… Bu ‘iz sürme’nin hazır ücreti olarak dünyama açılmış bir mânâ daha var ki, onu takip eden yazıda dile getirmek istiyorum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir