Michael Connelly – Kan Bagi

Son düşüncesi Raymond oldu. Onu az sonra görecekti. Raymond uyanacak ve her zamanki gibi sıcacık, kucaklayacaktı. Tezgâhın ardındaki Bay Kang’la birbirlerine gülümsediler. Kang ona her gece gülümserdi, ama kadının aslında Raymond’ı düşündüğünü ve ona gülümsediğini bilmezdi. Kapıdaki çanın sesi kafasındakileri dağıtamadı. Elinde Bay Kang’a uzattığı iki dolar vardı. Ama Kang onları alamadı. Çünkü gözlerini aniden kapıya çevirmişti. Adamın yüzündeki gülümseme kaybolmuştu; aralanan dudaklarından hiçbir ses çıkmıyordu. Arkasından biri uzanıp omzunu tuttu. Şakağına dayanan soğuk demiri hissetti. Bir ışık seli gördü; kör edici bir ışık. O anda gözlerinin önüne Raymond’ın tatlı yüzü geldi, sonra her şey karardı. BİR Kadın onu fark etmeden McCaleb onu gördü.


The Following Sea’nin güvertesindeki kadını gördüğünde, zenginlerin teknelerinin önünden geçmiş, ana iskelede ilerliyordu. Cumartesi sabahıydı, saat on buçuktu ve baharın da etkisiyle birçok insan San Pedro limanındaydı. McCaleb her sabah yaptığı gibi, Cabrillo Marinası’nın etrafındaki sabah yürüyüşünü bitirmek üzereydi. Genelde yürüyüşün bu kısmında hızlanırdı ama teknesine yaklaştıkça yavaşladı. Huzursuz oldu, teknesinde davetsiz bir misafir vardı. Yaklaştıkça, huysuzluğunu unuttu, davetsiz gelen bu kadının kim olduğu ve ne istediği merakı ağır bastı. Kadın denize açılmak için giyinmemişti. Üstünde oldukça kısa, rahat, yazlık bir elbise vardı. Rüzgâr eteklerini uçurmasın diye bir eli hep eteğindeydi. McCaleb kadının ayaklarını göremiyordu fakat güneş yanığı bacaklarının kaslarından ayağında bot olmadığını tahmin etti. Topuklu ayakkabı giymişti. McCaleb ilk bakışta kadının sırf birilerini etkilemek için giyindiğini düşündü. McCaleb ise kimseyi umursamadan giyinmişti. Üzerinde oldukça eski kotu ve birkaç yaz önceki Catalina Gold Cup Turnuvası’ndan kalma tişörtü vardı. Giysileri balık kanı, kendi kanı, poliüretan ve yağ lekeleriyle doluydu.

Bunlar, iş ve balık giysileriydi. Hafta sonunu teknede çalışmaya ayırdığı için giysileri de ona göreydi. Tekneye yaklaşıp kadını yakından görünce, kendi görüntüsünden rahatsız oldu. Kulaklığını çıkarttı, Howlin’ Wolf (Uluyan Kurt) adlı grubun söylediği “I Ain’t Superstitious” (Ben Batıl İnançlı Değilim) şarkısını dinlemeyi sonraya bıraktı. Tekneye çıkmadan önce “Buyrun, ne istemiştiniz?” diye seslendi. Sesi, teknenin salonunun sürgülü kapısı önünde bekleyen kadını ürküttü. McCaleb, kadının önceden kapıyı çaldığım ve kapının açılmasını beklediğini anladı. “Terrell McCaleb’i arıyorum.” Otuzlarında, McCaleb’ten neredeyse on yaş küçük, oldukça çekici bir kadındı. Yüzü bir yerden aşinaydı fakat McCaleb çıkartamadı. “Bunu daha önce görmüştüm” duygusu. Tanıdığını zannetti ama bulamadı, yanıldığını anladı, tanımıyordu. Yüzleri unutmazdı. Bu yüz de, unutulamayacak kadar güzeldi. Kadın adını yanlış telaffuz etmişti, üstelik sadece gazetelerde geçen resmi adını söylemişti.

O anda anlamaya başladı. Kadını buraya getiren şeyi biliyordu. Yanlış yere gelmiş kayıp bir ruhtu bu da! “McCaleb” diye düzeltti. “Terry McCaleb” “Özür dilerim. Şey, ben içerde olduğunuzu sanmıştım. Tekneye çıkıp kapıyı çalmam doğru muydu, bilemiyorum.” “Boş verin, yaptınız bile.” Kadın bu azarlamayı duymazdan geldi ve devam etti. Sanki nasıl davranacağının, ne söyleyeceğinin provasını daha önceden yapmıştı. “Sizinle konuşmam gerekiyor.” “Bakın, şu anda biraz meşgulüm.” Teknenin altındaki açık kapağı ve güvertede sağa sola dağılmış tamir aletlerini gösterdi. “Neredeyse bir saattir bu tekneyi arıyorum. Bakın, fazla vaktinizi almayacağım. Adım Graciela Rivers ve bir şey öğrenmek…” McCaleb, kadının sözünü keserek “Bakın, Bayan Rivers,” dedi, “Ben gerçekten… gazetede benimle ilgili bir haber okudunuz değil mi?” Kadın başıyla onayladı.

“Hikâyenize başlamadan önce, buraya ilk gelen olmadığınızı söylemeliyim. Size de aynı şeyleri anlatacağım. İş aramıyorum. Eğer beni kiralamak istiyorsanız, üzgünüm ama hayır.” Kadın hiçbir şey söylemedi ve McCaleb o anda, ona da, tıpkı diğerlerine duyduğu gibi, bir yakınlık hissetti. “Bakın, önerebileceğim birkaç özel dedektif var. İyi çalışan ve sizi soymayacak olan dedektifler.” Küpeşteye ilerledi, yürüyüşe çıkarken almayı unuttuğu güneş gözlüklerini eline aldı ve konuşmayı bitirdiğini belirten bir hareketle taktı. Kadın anlamış görünmüyordu. “Haberde oldukça iyi olduğunuz yazıyordu, bir de kaçak oynayanlardan nefret ettiğiniz.” Elleri cebinde, omuzlarını silkti. “Şunu unutmayın. Asla tek başıma değildim. Ortaklarım vardı, koca bir ekip arkamdaydı. Tek başıma sağa sola koşturmak çok, çok farklı.

Sanırım, istesem de size yardım edemem.” Kadın başını sallayınca, “Nihayet anladı” diye düşündü. Artık bütün hafta sonunu teknenin motorundaki sorunla uğraşarak geçirebilirdi. Ama yanılıyordu. “Bana yardım edebileceğinizi düşünmüştüm. Belki kendinize de.” “Paraya ihtiyacım yok. İdare ediyorum.” “Paradan söz eden kim?” Cevap vermeden önce, bir an kadına baktı. “Nasıl yani? Ama yine de yardım edemem. Çalışma belgem yok. O olmadan özel dedektiflik yapamam, yasal değil. Gazetedeki haberi okuduysanız başıma gelenleri biliyorsunuz. Ehliyetim bile yok artık.” Otoparkı işaret etti.

“Oradaki Noel hediyesi gibi duran paketlenmiş şeyi görüyor musunuz? O benim arabam. Sağlık raporum onaylanana kadar araba bile kullanamam. Nasıl özel dedektif olurum ki? Otobüse binen türden mi?” Kadın bunu duymazdan geldi, kararlı bir bakışla adama bakmaya devam etti. Adam onu tekneden nasıl atacağını bilemiyordu. “Gidip sizin için şu isimleri bulayım.” Kadının yanından geçip kapıyı açtı. İçeri girdi, gözlerden uzak olmak için kapıyı kapattı. Telefon defterini aramak için çekmeceyi açtı. O kadar uzun zamandır ihtiyacı olmamıştı ki, defterin nerede olduğunu bilemiyordu. Defteri ararken koyulaştırılmış camların ardından küpeşteye dayanmış kadını izlemeye başladı. Nereden tanıdığını hatırlamaya çalıştı. Çok çarpıcı bir kadındı. Hüzünlü ve gizemli badem gözleri vardı. Böyle bir kadını asla unutmazdı. Çıkartamadı.

İçgüdüsel olarak ellerinde bir yüzük var mı, diye baktı; göremedi. Evet, ayakkabıları doğru tahmin etmişti, ayaklarında topuklu yazlık ayakkabılar vardı. Acaba hep böyle güzel ve bakımlı mıydı, yoksa sadece bu iş için mi böyle özenle hazırlanmıştı? Telefon defterini buldu, Jack Lavelle ve Tom Kimball’ın isimlerini ve telefon numaralarını not etti. Beklemekte olan kadına götürdü. “Burada iki isim var. Lavelle, Los Angeles Polis Teşkilatı’ndan emekli; Kimball, FBI’dan (Federal Araştırma Bürosu’dan). Birini seç ve ara. Benim gönderdiğimi söyle. İkisini de tanırım, yardımcı olurlar” Kadın isimleri almadı. Cüzdanından bir fotoğraf çıkarıp adama uzattı. McCaleb fotoğrafı aldıktan sonra hata yaptığını anladı. Bir doğum gününde çekilmiş, mutlu bir kadınla bir çocuğun fotoğrafıydı. Pastada yedi mum vardı. Önce Graciela Rivers’ın eski bir fotoğrafı olduğunu düşündü, fakat resimdeki kadın daha yuvarlak yüzlü ve daha ince dudaklıydı. Onun kadar da güzel değildi.

İki kadının da birbirine benzeyen kahverengi gözleri vardı fakat resimdeki kadının bakışları karşısındaki kadın kadar etkileyici değildi. “Kız kardeşiniz galiba?” “Evet. Bu da oğlu.” “Hangisi?” “Hangisi ne?” “Hangisi öldü?” Bu soru onun ikinci hatasıydı. Çenesini tutmalı, kadını öteki dedektiflere göndermeli, bu işten böylece sıyrılmalıydı. “Kız kardeşim, Gloria Torres. Biz ona Gloria derdik. Bu da oğlu, Raymond” McCaleb başını salladı, fotoğrafı uzattı ama kadın almadı. Kadının olayın devamını sorması için can attığını biliyordu, ama kendini frenledi. “Bakın, bu işe yaramayacak, aklınızdan geçeni biliyorum ama boşuna.” “Hiç duygulanmadınız mı?” McCaleb ne diyeceğini bilemedi. Boğazına bir şeyler takıldı. “Evet duygulandım. Gazetedeki haberi okudunuz, başıma geleni biliyorsunuz. Zaten bundan önce de, başımı derde sokan hep duygulanmam oldu.

” Öfkesini bastırdı. Kadının zaten yıkılmış olduğunu biliyordu. Sevdiği insanlar bir anda ortadan kaybolmuştu. Tutuklama yok, mahkumiyet yok, hapse atma yok. Hayatları bir anda alt üst olmuştu. Graciela Rivers da kaybedenlerdendi. Yoksa yollan kesişmezdi. Kadına, kendi sıkıntılarını da yansıtmaya hakkı yoktu. “Bakın, üzgünüm. Bunu yapamam.” Kadını uğurlamak amacıyla elini omzuna koydu. Teni sıcaktı. Fotoğrafı geri vermek istedi ama kadın almadı. “Lütfen, tekrar bakın. Son bir kez, sonra sizi rahat bırakacağım.

Hiçbir şey hissetmiyor musunuz?” Başını salladı ve umursamaz bir hareket yaptı. “FBI ajanıydım, psikolog değil.” Ama gözü fotoğrafa takılmıştı. Kadın ve oğlu mutlu görünüyorlardı. Bu bir kutlamaydı, ortada yedi mum vardı. McCaleb çocukluğunu, yedinci doğum gününü ve ailesiyle birlikte olduğu mutlu günleri hatırladı. Uzun sürmedi. Gözleri çocuğa takılmıştı. Annesiz ne yapacağını merak ediyordu. “Üzgünüm, Bayan Rivers. Gerçekten. Ama yapabileceğim hiçbir şey yok. Bunu istiyor musunuz?” “Bende iki tane var. Belki birini saklamak istersiniz diye düşünmüştüm” İlk defa, kendisini de içine çekmek üzere olan duygusal girdabı hissetti. Ortada fark edemediği bir şeyler dönüyordu.

Graciela Rivers’a iyice baktı ve o soruyu sorarsa girdabın tam merkezine düşeceğini fark etti. Kendini tutamadı. “Size yardım edemeyeceksem niye fotoğrafı saklamak isteyeyim ki?” Kadın hüzünle gülümsedi. “Çünkü o sizi hayata döndüren kadın. Arada bir, onun kim olduğunu, neye benzediğini hatırlamak isteyebilirsiniz” McCaleb’in gözleri Graciela Rivers’a kilitlendi, aslında ona bakmıyordu. Kadının ne demek istediğini kavramaya çalışıyor, hafızasını tarıyordu. “Neden söz ediyorsunuz siz?” Tek sorabildiği bu oldu. Konuşmanın tüm kontrolünü kaybetmiş, ipleri kadının eline vermişti. Artık girdabın tam ortasındaydı. Kadın elini uzattı, ama fotoğrafı almak için değil. Avcunu gömleğinin üstünden adamın göğsündeki yara üzerinde boylu boyunca gezdirdi. McCaleb buna izin verdi, donup kalmıştı. “Kalbiniz” dedi, “benim kız kardeşimin kalbi. Sizin hayatınızı kurtaran oydu.” İKİ Gözünün ucuyla sadece ekranı görebiliyordu.

Ekran gümüş ve siyah renkteydi, görüntü karlıydı, kalbi titreşen bir hayalet gibi görünüyordu. “Neredeyse ulaştık,” dedi bir ses. Bonnie Fox sağ kulağının dibindeydi. Her zamanki gibi sakin, rahatlatıcı ve profesyonel. Hemen sonra, x-ışını sayesinde, ekranda, atar damarının etrafından kalbin içine giden, yılan gibi kıvrılan aygıtı gördü. Gözlerini kapattı. Hissetmeyeceği söylenen ve hep hissettiği çekilmelerden nefret ediyordu. “Tamam, bunu hissetmemelisin.” “Tamam.” “Konuşma.” îşte yine olmuştu. Balık tutarken, oltanın ucundan yem çalmaya çalışan balığın oltayı hafifçe çekmesi gibi. Gözlerini açtı, incecik bir misina gibi dursa da, hâlâ kalbinin içinde olan aygıtı gördü. “Tamam, hallettik,” dedi kadın. “Şimdi çıkıyor.

Geçmiş olsun, Terry.” Doktorun omzuna dokunduğunu hissetti ama başını çeviremedi. Aygıt çıkarıldı. Doktor, aygıtı çıkardığı noktadaki yaraya pansuman yaptı. Kafasını sabit tutan kelepçe gevşetildiğinde, tutulmuş kaslarını oynatmaya çalıştı. O anda, Dr. Bonnie Fox’un gülümseyen yüzünü gördü. “Nasıl hissediyorsun?” “Bittiğine göre şikâyet edemem.” “Seni birazdan göreceğim. Önce kan tahlillerin sonucunu ve gönderdiğimiz doku örneklerini incelemem gerekiyor.” “Seninle konuşmak istiyorum.” “Tamam, ama birazdan.” Birkaç dakika sonra iki hemşire geldi, McCaleb’i sedyeye yatırıp asansöre götürdüler. Kendisine yatalakmış gibi davranılmasından nefret ediyordu. Yürüyebilirdi ama bu kurallara aykırıydı.

Kalp biyopsisinden sonra hasta yatar durumda tutulmalıydı. Hastanelerde hep kurallar vardır ya, sanki Cedar-Sinai en sıkı olanlarıydı. Altıncı kattaki kardiyoloji bölümüne götürüldü. Sedyeyle oraya taşınırken yeni kalplerine kavuşmuş olan şanslılar ve hâlâ beklemekte olanların bulunduğu odaların önünden geçti. Bir odanın önünden geçerken, içerde solunum cihazına bağlı küçük bir oğlan gördü. Yatağın yanında, çocuğa bakan ama onu görmeyen takım elbiseli bir adam oturuyordu. McCaleb bu hikâyenin sonunu biliyordu. Çocuk, hızla kaçınılmaz sona yaklaşıyordu. Solunum cihazı onu fazla götürmezdi. Babası olduğunu sandığı adam, oğlunun tabutuna da böyle bakacaktı. Nihayet odasına ulaşmışlardı. Sedyeden yatağına taşındı ve yalnız bırakıldı. Beklemeye hazırdı. Önceki deneyimlerinden biliyordu, Dr. Fox’un gelmesi, tahlillerin yapılması, sonuçların alınmasıyla birlikte altı saati bulabilirdi.

Hazırlıklı gelmişti. Bir zamanlar, iş gereği bilgisayar ve bir sürü dosya taşıdığı eski deri çantası artık biyopsi günleri için sakladığı dergilerle doluydu. İki buçuk saat sonra Bonnie Fox kapıda göründü. McCaleb okumakta olduğu Tekne Restorasyonu adlı dergiyi elinden bıraktı. “Hey, çok çabuk oldu.” “Aslında yavaştı. Nasılsın?” “Birkaç saattir boynuma birileri basıyormuş gibiyim. Laboratuvara gittin mi?” “Evet.” “Sonuçlar nasıl?” “Fena görünmüyor. Vücutta reddetme yok, her şey normal görünüyor. Hoşuma gitti. Bir hafta içinde prednisonu azaltabiliriz.” Raporları masaya yayıp bir daha kontrol etti. McCaleb’in her sabah ve akşam aldığı, dozları özenle ayarlanan ilaçları inceliyordu. En son saydığında, sabah on sekiz, akşam on altı ilaç alıyordu.

Teknedeki ilaç dolabı bütün ilaçlarına yetmiyordu, tabii ki. Teknesinin ön tarafında, başka bir dolabı da bu amaçla kullanmak zorunda kalmıştı. “İyi,” dedi, “günde üç defa tıraş olmaktan bıktım.” Fox raporları kaldırdı, yatağın önündeki dosyayı aldı. Her seferinde cevaplanması gereken sorulara ve cevaplarına göz attı. “Ateş yok mu?” “Hayır.” “Ya ishal?” “O da yok.” Ateş ve ishalin sürekli sorulmasından, bunların organ reddinin iki temel işareti olduğunu biliyordu. Günde iki defa ateşini ölçüyor, tansiyonunu ve nabız atışlarını kontrol ediyordu. “En önemli göstergeler normal görünüyor. Öne doğru eğilir misin?” Doktor dosyayı bıraktı. Steteskopu nefesiyle ısıttı, McCaleb’in kalbini ve vücudundaki üç ayrı noktayı dinledi. İki parmağını şah damarına dayayıp saatine bakarak, kendi yöntemiyle nabzını ölçtü. Bunu yaparken, çok yaklaşmıştı» McCaleb’in yaşlı kadınlara yakıştırdığı portakal çiçeği kokan bir parfümü vardı. Bonnie Fox yaşlı değildi aslında.

Doktor saatine bakarken McCaleb de ona baktı. “Bunu niye yapmak zorunda olduğumuzu hiç merak etmiyor musun?” “Konuşma” Sessizce, adamın nabzını ve tansiyonunu ölçtü. Bitirince “İyi,” dedi. “İyi,” dedi McCaleb. “Neyi yapmak zorunda olmamız demiştin?” Yarım kalmış veya unutulmuş bir sohbeti devam ettirmek tam onun tarzıydı. McCaleb’in söylediği şeyleri nadiren unuturdu. Bonnie Fox, McCaleb’in yaşlarında, ufak tefek, saçları vaktinden önce ağarmış bir kadındı. Laboratuar önlüğü üstüne tam oturmuyordu çünkü ondan daha uzun birisi için dikilmişti. Göğüs cebinin üzerinde cerrah olduğunu gösteren bir işleme vardı. Buluşmalarında hep ciddiydi. McCaleb’in son dönemde tanışmak zorunda kaldığı pek çok doktorda bulamadığı bir güven ve özen vardı onda. Bu yüzden, onu doktoru olarak seçmişti. Ondan hoşlanıyor ve ona güveniyordu. En derinde bir yerlerde, hayatını bu kadının ellerine teslim edeceği için az da olsa bir tereddüt geçirmişti. Ama bu tereddüt, kadını gördüğünde yerini suçluluğa bırakıyordu.

Organ nakli yapılacağı gün, anesteziden önce gördüğü en son şey onun gülümseyen yüzü olmuştu. Artık en ufak bir şüphesi bile yoktu. Ve dünyaya yeni bir kalple merhaba dediğinde de, onu bu güler yüz karşılamıştı. McCaleb nakilden beri geçen sekiz haftada, tedavisinde ters giden hiçbir şey olmadığını fark etti, kendine daha da inandı. Muayenehaneye ilk gelişinden beri, tam üç yıl geçmişti ve zaman içinde aralarında profesyonellikten öte bir bağ oluşmuştu. Artık iki iyi arkadaştılar, ya da McCaleb’in inanmak istediği buydu. Beş altı defa yemeğe çıkmışlar, genetik klonlamadan O. J. Simpson davasına kadar bir sürü konuda sohbet etmişlerdi. Hatta ilk karar çıktığında kadının hukuk sistemine sarsılmaz inancının yaşanan ırkçılığı görmesini engellediğini fark eden McCaleb, yüz dolar bile kazanmıştı. Kadın ikinci defa iddiaya yanaşmadı. Konu ne olursa olsun, konuşmanın ortasında, McCaleb kendisini kadının fikrinin tersini savunurken buluyordu, onunla uğraşmaktan zevk alıyordu. Bir sonraki hamleye hazırlanan Fox, sorusuna yanıt bekliyordu. “Bunu niye yapmak zorunda olduğumuz” dedi, tüm hastaneyi göstererek. “Organları çıkartmak, yenilerini takmak.

Bazen içimde başkalarına ait organlarla, kendimi yeni bir Frankenstein sanıyorum.” “Bir başka insan, bir başka organ… o kadar abartma” “Ama temeli o değil mi? Biliyorsun, ben FBI’da çalışırken her yıl terfi etmek için sınavlar uygulanırdı. Hedeflere atış filan. En iyi puan kalbi vurana verilir. Beyinden bile yüksek puanı vardır. On çember denir, onu vuran en yüksek sayıyı yapar.” “Bak, eğer bu ‘biz Tanrı mıyız?’ tartışmalarından biriyse, bunu çoktan aştığımızı sanıyordum.” Başını sallayarak gülümsedi ve birkaç saniye adama baktı. Olay böylece kapandı. “Gerçek sorun ne?” “Bilmiyorum. Sanırım suçluluk duyuyorum.” “Niye, yaşadığın için mi?” “Bilmiyorum.” “Saçmalama. Bunu da aşmıştık hani? Kurtulanların çektiği vicdan azabıyla da uğraşacak vaktim yok. İki seçenek vardır, yaşam ya da ölüm.

Sen büyük kararı verdin, seçimini yaptın, yaşamayı seçtin. Bunda suçluluk duyacak ne var?” Yenilgiyi kabul etti. Kadın hep böyle açık ve ikna ediciydi. “Neredeyse iki yıldır uygun bir kalp arıyordun, tam bulamayacağımız hissine kapılmışken bir tane bulduk ve şimdi ‘acaba bu doğru muydu?’ diye düşünüyorsun. Esas sorun ne, Terry? Seninle çene yarıştıracak zamanım gerçekten yok.” Kadına baktı, gerçekten aklından geçenleri okuyabiliyordu. Bu yetenek sadece en iyi ajanlarda ve polislerde olur sanıyordu. Önce tereddüt etti ama aklından geçenleri söylemeye karar verdi. “Bana kalbini naklettiğin kadının cinayete kurban gittiğini niye söylemediğini öğrenmek istiyorum.” Fox şaşırmıştı, şaşkınlığı yüzüne yansıdı. “Cinayet mi? Neden söz ediyorsun sen?” “Kadın cinayete kurban gitmiş.” “Nasıl?” “Tam olarak bilmiyorum. Vadide bir dükkânda, soygunda öldürülmüş. Kafasından vurulmuş. O ölünce kalbi bana takıldı.

” “Vericin hakkında bunları bilmene gerek yok. Nereden öğrendin bunları?” “Geçen Cumartesi kız kardeşi bana geldi. Her şeyi anlattı. Biliyorsun işte, hayatlarında birçok değişiklik olmuş.” Fox yatağa oturdu, bakışları sertleşmişti. “Öncelikle, kalbinin nereden geldiğini bilmiyorum. Asla sormam. Bize Organ Bankası’ndan geldi. Bize söylenen, bu kalbin listemizin ilk sırasındaki hastaya uygun olduğuydu. Bu hasta da sendin. Organ Bankası nasıl işler bilirsin. Az bilgimiz var, çünkü böyle olması en iyisidir. Sana bildiğimiz her şeyi söyledim. Kadın, yirmi altı yaşında, sağlıklı, uygun dokulu, mükemmel bir verici. Hepsi bu.

” “Özür dilerim, bildiğini ve benden sakladığım düşünmüştüm.” “Bilmiyordum, bilmiyorduk. Peki, biz onun kim olduğunu ve nereden geldiğini bilmiyorsak, kız kardeşi organın kime ve nereye gittiğini nereden öğrendi? Seni nasıl buldu? Kadının çevirdiği bir dolap olmasın?” “Hayır. O olduğunu biliyorum.” “Nereden biliyorsun?” “Geçen pazarki Times Metro gazetesindeki ‘…’nın Başına Gelenler’ köşesinden. Orada, dokuz şubatta, kan tipim çok nadir olduğu için uzun zamandır beklediğim kalbin, bulunduğunu yazıyordu. Kız kardeşi haberi okudu ve parçaları birleştirdi. Kardeşinin ne zaman öldüğünü, kalbin bağışlanmış olduğunu ve nadir bulunan kan tipinde olduğunu biliyordu. Ayrıca Holy Cross’ta acil serviste hemşire olarak çalışıyor. Böylece beni buldu.” “Peki, kardeşinin kalbini taşıdığını nereden…” “Benim yazdığım bir mektubu da getirdi.” “Ne mektubu?” “Herkesin sonradan yazdığı mektup işte. Bağış yapan aileye yazılmış klasik bir teşekkür mektubu. Hastanenin postaladıklarından. Benimki ondaydı.

Baktım, gerçekten de benimkiydi. Yazdıklarımı bile hatırladım.” “Bunun olmaması gerekiyordu, Terry. Ne istiyor? Para mı?” “Hayır, para değil. Anlamıyor musun? Bunu kimin yaptığını bulmamı istiyor. Katili bulmamı. Polis iki aydır tek delil bile bulamamış. Kadın işin ucunu bıraktıklarını düşünmüş. Gazetedeki haberi görmüş. Kardeşinin kalbinin bende olduğunu öğrenmiş ve polislerin beceremediğini benim yapacağımı düşünüp beni aramış. Geçen cumartesi, San Pedro limanında teknemi arayıp durmuş. Tek bildiği de teknemin adı. Ama sonuçta geldi, beni buldu.” “Bu saçmalık. Kadının adını ver ve onu…” “Hayır.

Senin bu işe karışmanı istemiyorum. Düşünsene, ya onun yerinde sen olsaydın ve senin kız kardeşin öldürülmüş olsaydı? Sen de onun yaptığını yapardın.” Fox kızgınlıkla yataktan kalktı. “Bunu yapmayı düşünmüyorsun, değil mi?” Sesinde bir doktorun emreden tonu vardı. McCaleb sessiz kaldı, cevap buydu. Fox’un yüzündeki öfkeyi açıkça görebiliyordu. “Beni dinle. Vücudun bunu kaldırmaz. Kalp naklinden beri sadece altmış gün geçti ve sen etrafta dedektifçilik oynamayı mı düşünüyorsun?” “Sadece ‘düşünüyorum’ dedim, tamam mı? Kadına ‘düşünürüm’ dedim. Risklerini biliyorum. Artık FBI ajanı olmadığımın da farkındayım. Tamamen farklı olacak, biliyorum” “Bunu aklının ucundan bile geçirme. Doktorun olarak bunu yasaklıyorum. Bu bir emirdir. Sana verilmiş bu armağana saygı duy, Terry.

Bu senin ikinci şansın.” “Saygı iki taraflı olmalı. O kadının kalbi olmasaydı şimdi yaşamıyordum. Ona da saygı göstermeliyim.” “Onun ailesine gönderdiğin teşekkür mektubu dışında hiçbir borcun yok. Hepsi bu. Sen veya başka biri, kalbini kim almışsa almış, hiç fark etmez. O öldü. Bu konuda hatalı düşünüyorsun.” Doktoru anlamıştı, ama ikna olmadı. Sırf mantıklı açıklaması var diye, korkup kaçması gerekmediğini biliyordu. Doktor, aklından geçenleri yine okudu. “Ama ne?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir