Michael Laitman – Çemberi Tamamlamak

Dünya oto-pilota yerleşiyor. Sürücüsüz araçlar, robotlar hızla hayatın bir gerçeği hâline geliyor. Her zaman hâyâl ettiğimizden çok daha farklı bir geleceğe hazırlanmak zorundayız. Mutfağa yürümekten, kettle çalıştırmaktan, kahveyi kaşıklamaktan, suyu kaynatmaktan, kupaya dökmekten, tatlandırmak için süt ve şeker eklemekten, masaya servis açmaktan ve onu masaya taşımaktan “Kahve!” diye seslenmek çok daha kolaydır. Trafik ve potansiyel tehlikeler açısından hatasız bir robotik arabanın sizi işinize götürüp geriye getirmesi bunu kendinizin yapmasına nazaran hem çok sakin hem de çok güvenlidir. Bugün bizim yaptığımız her şeyi sonunda robotlar ve bilgisayarlar mı yapacaklar? Eğer öyleyse biz nasıl yaşayacağız? Bunun gerçekleştiği gün hâlâ sahip olabileceğimiz bir işimiz olacak mı? Eğer işimiz olmayacaksa robotun bize kahve hazırlayıp servis ettiği akıllı ev için ödemeyi nasıl yapacağız? Değişim her yerde oluyor. İnsan doğası araştırmacısı olarak çalışmalarımın en büyüleyici yönlerinden biri bu değişiklikleri tanımlamak ve onlar için nasıl hazırlanacağımızı belirlemektir. Şu an benzeri görülmemiş bir değişimin içerisinden geçtiğimizi düşünüyorum. Dünyayı değiştiren şey sadece teknolojik buluşlar değildir. O içe yerleşmiş olan ve tamamen yeni olan bir algıdır. Bunlar kendimizle ve diğerleriyle olan ilişkimizin nasıl olacağını belirleyecek olan şeydir. Yeni dünyada düşüncelerimiz “benden” daha çok “biz” üzerine odaklanacak. Küreselleşme ilerledikçe birbirimizin hayatları artan bir şekilde birbirine karışıyor. Daha iyi ya da daha kötü şartlar için her şey birbirine bağlı ve biz de birbirimize bağımlıyız. Bu değişim derin bir sosyal etkiye sahip olmaya bağlı ve biz bu kaymaya hazır değiliz.


Değişime hazırlanmak ve sosyal dönüşümlerle başa çıkmak için bir eylem planı geliştirmeye başladım. Hedefimin iddialı olmasına rağmen bu herkesin uygulayabileceği şaşırtıcı şekilde kolay bir tekniktir. İlk seferki deneyim merak gerektirir; birkaç istekli insan ve bir saatten daha az serbest zaman yeterlidir. Kolay olması en büyük avantajlarındandır çünkü birçok insanın bunu denemesi, geliştirme ve yaygın bir eğlenceye dönüştürmesine olanak sağlar. Bu yolla yeni çağdaki hayatımıza kolaylıkla ve hoşça adapte olabiliyoruz. Bu kitap metodun temellerini ve herkesin kullanabileceği bazı basit egzersizler sunar. GİRİŞ “Uzun zamandır karşılıklı bağımlılığın içinde yaşadığımız yeni dünyayı tanımladığına inanıyorum.” Tony BLAIR İngiltere Eski Başbakanı Yıllar önce genç olduğum zamanlarda Woodstock festivali vardı. Saçlarında çiçekler olan güzel kızlar Jimmy Hendrix, Joan Baez kalplerinde, daha barışçıl bir Amerika ve dünya hâyâl ederdi. Martin Luther KING bir hâyâlim var dediğinde bizler ona ve onun hâyâline inandık. Tüm protestolar barışçıl değildi, tüm yürüyüşler sessiz değildi yine de birçok nesil gözlerinde 1960’ların nostaljik parlaklığını yansıtıyordu. Protestolara rağmen bizlere “çiçek çocuklar” adı verildi, bugünün bazı muhaliflerine olduğu gibi, haklı olsun ya da olmasın haydutlar adı verilmedi. 1960’lı yıllar ve 70’lerin başında yıllar geçti fakat bizler geleceğe inanmıştık, umutluyduk. Bir şeyleri daha iyi yapabileceğimize inanmıştık. 2011 yılında “Wall Street’i İşgal Et” hareketi ilk ortaya çıktığı zaman önce yine değişim hissi ve havada bir iyimserlik vardı.

Sonrasında büyük durgunluk ortaya çıktı ve finansal kriz ABD ekonomisini neredeyse yıkıma uğrattı. Sosyal hareket, eşitlik ve ekonomik adalet talep etti. Medyanın ilgisini çeken her şeyde olduğu gibi hareket hızla dünyaya yayıldı. İşgal çadır kampları Londra, Madrid, Sidney, Tel Aviv ve daha birçok şehirde ortaya çıktı. Aynı zamanlarda Arap dünyasında çok daha az iyicil olan protestolar patlak verdi. Arap Baharı geldiğinde Mısır, Suriye, Libya, Yemen ve diğer pek çok ülkedeki milyonlarca insan için devam eden şiddetli devrimler ve karşı mücadeleler milyonlarca insan için kâbus hâline geldi. Bu işgal hareketi, Avrupa ve Amerika’da sessiz durumda ama problemi ortaya çıkartan nedenler hâlâ cevap bekliyor. Çiçek çocukların iyimserliği, ilgisizlik ve engellenmiş hâyâl kırıklığı ile değiştirildi. Bununla birlikte artık insanların güvenlik, güven, kendini ifade etme ihtiyaçlarına cevap yoktur. Eylemciler bunları ihtiyaçları olarak talep ettiklerinde daha agresif olacaklar. Bugün ABD, sosyal dokusu sonucunda herkes tarafından tahmin edilen bir imtihanın içinden geçiyor. 1960’larla karşılaştırıldığında bazı Amerikan şehirlerinde patlak verdiğini gördüğümüz kargaşalarla ilgili kötü hatta kavgacı bir şey olduğu görünüyor. Bu protestolarda ifade edilen acı ve hâyâl kırıklığı gezegendeki ilgili her insanın aklında büyük bir kırmızı ışık yakmaktadır. Fakat Amerika’da insanların taşımak zorunda oldukları zaten ağır olan yüke daha ağır bir yük eklendi. Burada her acı ve zorluk “Amerikan Rüyası”nın karşısında duruyor.

Sonuç olarak insanlar sadece uğraşmak zorunda oldukları günlük zorluklarıyla uğraşmakla kalmıyor nereye giderlerse gitsinler sıkça onları içinde tutan imkânsız bir hâyâlle yetiştirildiler. Her zaman başardıklarını düşündüklerinde bir şey gizlice yaklaşır ve kulaklarına fısıldar “Jones’a bak! Sen uyurken onlar ‘Amerikan Rüyası’nı yaşıyorlar. Çocuk, uyan ve git biraz daha kazan!” 1931 yılındaki ”Amerika’nın Destanı” adlı kitabında Amerikan Rüyasını tanımlayan James Truslow Adams bunu ”Bir ülke hâyâl edin. Yaşamın herkes için daha iyi, daha zengin ve daha dolgun olması gereken bir ülke. Her bir vatandaşı için yetenek ve başarısına göre fırsat sağlayan bir ülke.” Ancak yine de pek çok Amerikalı bu hâyâllerini yaşamaya çabalayarak büyürken hayatın gerçeklerine karşı sert bir ulusal travma yarattı. O zamanlar bile Adams ”Bizlerin birçoğu yorgun hâle geldi ve güvensizleşti” itirafında bulundu. Eğer kitabın ilk yayımlandığı zaman olan 1931’de bu doğruysa bizler bugün insanların hissettiği ve dile getirdiği hayal kırıklığına ne diyoruz? Jones’lara ayak uydurmak ve hâyâl peşinden koşmak sadece yorucu ve sinir bozucu değildir. Aynı zamanda düşüncelerimizi tamamen çözdükten sonra bizi tüm dünyayla sonsuz ve gereksiz bir mücadeleye mahkûm ettiler. Ellerinizin aniden vücudunuzun bir parçası olduğunu unuttuklarını ve kendilerini sağa ve sola adlı ayrı insanlar olarak düşünmeye başladığını hâyâl edin. Vücudun bir uzvu olduklarını bilmeden serbest konuşma adına birbirine iftira atıyorlar, eşit fırsat adına birbirleriyle yarışıyorlar, serbest rekabet adına vücudun enerjisini ve oksijenini istismar ediyorlar. Peki ya vücudumuzun geri kalanına yani bize ne olacak? Ve sonunda sola ve sağa ne olacak? Onlar veya vücut her ikisi de kazanır mı? Eğer sağ ve sol el ele verir ve birlikte çalışırsa herkes yararlanır. Sadece onların gelişmesiyle kalmaz tüm beden sağlıklı ve güçlü olur. Geri kalan organlar ortak bir amacı olan bedeni sürdürmek için ortak başarının payına neşeyle katkıda bulunurlardı. Amerikan toplumu da tıpkı bu vücut gibidir ve her kişi de, tıpkı bahsettiğimiz eller gibidir.

Sağ ve sol elin yaptığı gibi biz de gerçekle olan temasınızı kaybettik. Kendimizi yalnız olarak, yabancılaşmış ve müstakil olarak düşünüyoruz. Fakat gerçek şu ki sadece düşünmek ile Amerika’daki sosyal dokuyu çöküşe daha yakın hâle getiriyoruz. John Donne 1624’te ”Hiç kimse kendi başına bir ada değildir. Her insan ana kıtanın bir parçasıdır.” diye yazdı. Eğer biz sağ ve sol ele aynı bedenin parçaları olduklarını hatırlatırsak her şey yoluna girecektir. Benzer şekilde ”Kimsenin bir ada olmadığını” anımsatırsak dünyadaki her şey daha iyi olacaktır. Adams Amerikan Destanı’nda Amerikan Rüyası’nın sadece motorlu araçların ve yüksek ücretlerin hâyâlini değil aynı zamanda her erkek ve kadının doğuştan yetenekli oldukları konulara en üst düzeyde erişebilecekleri ve bununla diğerleri tarafından tanınacakları bir toplumsal düzen riyası olduğunu yazmıştır. Amerika’nın yarattığı maddi bolluk ve kişisel gerçekleştirme için sunduğu sınırsız fırsatlarla herkesin mutlu olması için ihtiyacımız olan tek şey aynı vücudun organları olduğumuzu hatırlamaktır, bir vücudun tüm organları mutlu değilse hiçbir organ gerçekten mutlu olamaz. Örneğin ayak parmağınıza küçük bir diken batmışsa onu çekip dışarı çıkarana kadar rahat olamazsınız. Sadece bu yüzden hepimiz mutlu olmadıkça biz mutlu olamayız. Bu belki şu anda hissedilebilir bir sansasyon olmayabilir fakat hızla “bir” koşuluna yaklaşıyoruz. Ya bir gemide olduğumuzun bilinçli olarak farkında oluruz ve birlikte yelken açarız ya da hepimiz boğuluruz. Bütüncül yaklaşımın apaçık faydalarına rağmen biz h hâlen hepimizin bağlanmış olduğunu unutmaya yatkınız.

Bu bilinçli bir karar değil ancak doğal düşünce şeklimiz olarak kendimizi ayrı bireyler olarak algıladığımız görülüyor. Gerçek bunun tam zıttı olmasaydı bu problem teşkil etmeyebilirdi. Masamızdaki yemekler dünyanın her yerinden geliyor; aynı şey vücudumuza giydiğimiz giysiler ve iletişim ve eğlencede kullandığımız araçlar için de geçerlidir. Kendimizi yönettiğimiz fikri muhtemelen hayattaki en saçma şey olmasına karşın hâlâ hepimiz öyle düşünüyoruz. Bir bebek ilk adımlarını attığında herkes onu alkışlar ve o kendisini dünyanın tepesinde gibi hisseder. Ama bebek bağımsız hale geldiğinde kendi başına hayatta kalabilir mi? Bizler birbirimizden çok farklı değiliz. Gerçek şu ki süpermarkete gidebiliyor ve yiyeceklerimizi satın alabiliyor olmamız bunları kendi başımıza sağlayabileceğimiz anlamına gelmez. Bazı ”hayali ebeveynler” marketteki tüm ürünleri oraya getirdi ve biz onları almaya gidiyoruz! Doğrudur; bakkaliye ürünleri satın alabilecek parayı kazanmak için çalışmamıza rağmen sahip olduğumuz işimiz bile bizim özgür seçimimiz değil. Lakin bu durum ”hayat” adını verdiğimiz bu benzersiz şey tarafından bize verilen bir koşuldur. Bağımlılığımız ve birbirimize bağlılığımız açısından benzersiz değiliz. Her canlı yaşamı için kendi çevresine bağımlıdır. Benzersiz olduğumuz yerlerde bağımlılığımıza direnişimiz var. Her hayvan karşılıklı bağımlılık gerçeğini kabul eder ve onunla yaşar. Bizler diğer insanların hayatımıza olan etkisini kabul etme gerekliliğine kaşlarımızı çatıyor ve kayıtsızca direniyoruz. Sonuç olarak doğanın geri kalanında olduğu gibi bizler aynı karşılıklı bağımlılık ilkeleri çerçevesinde yaşıyoruz .

Tüm diğer canlılar verileni verildiği gibi alırlar, bizlerse onu belli seviyelerde geri gönderiyoruz. Yaşamımızı karmaşıklaştıran ve zorlaştıran şey budur . Karşılıklı bağımlılık kendi içinde zor değildir ancak biz öyle deneyim yaşıyoruz. Çünkü bağımsızlığı arzuluyoruz ve kendi zihinlerimizi oluşturmak istiyoruz. Karşılıklı bağımlı olmayışımız bize eziyet ediyor. Fakat bizim buna kızgınlığımız söz konusu olamaz ve herkesten ayrı yola gidişimiz imkânsızdır. Görünüşte sanki bizler sonsuza dek acıya mahkumuz ama gerçekte öyle değildir. Her sistemin kendi kanunları vardır. Kanunlar olmasaydı hiçbir sistem olmazdı, kaos olurdu. Buradaki hüner yahut hile, bu kanunları nasıl avantajımıza kullanacağımızı öğrenmektir. NASA uzaya araç fırlattığında kabul edilen prensip; minimum miktarda yakıt kullanan uzay araçlarını hızlandırmak için kullanılan ”çekimsel sapan” olarak adlandırılan bir manevraya dayanır. Uzay aracının yolu üstündeki gezegenlerin yerçekiminden ve hareketlerinden avantaj elde ederek bunu yapar. Aynı şekilde eğer biz karşılıklı bağımlılığın doğal bir yasa olduğunu kabul edersek onu avantajımıza göre kullanabileceğiz. Bununla birlikte insanlar sıradan hayvanlar değil, egosu olan hayvanlardır. Egolarımız bize benzersiz olduğumuzu hissettiriyor ve bu nedenle başkalarıyla bağlantılı olmaktan ötürü acı çekiyorlar.

Birbirimize bağımlılığın sağlıklı olduğunu göstermenin tek yolu, egolarımıza ondan fayda sağlandığını göstermektir. Vücudumuzdaki tüm organlar benzersiz ve daha büyük bir bütünün parçasıdır. Parçaların hepsi birlikte bütünün yaşaması ve refahta olması için gereklidir. Benzer şekilde gezegendeki her insan eşsizdir ancak insan toplumunun bütünlüğü için gereklidir. İnsan toplumu hayatta kalmak ve kendi kendine yetebilmek için gereken ne varsa, bunu her birimize sağlar. Bu kavram önsözde bahsettiğim eylem planının özüdür. Aramızdaki iç bağlantımızın karmaşıklıklarını tamamen kavradığımız zaman nasıl çalışmak zorunda olduğumuzu bileceğiz. Böylece hayatlarımızı tamamen kontrol altına alabileceğiz. Bunu yapmak için öncelikle sistemin parçalarının hepsinin birbirine bağlı olduğunu ve hiçbir parçanın daha önemli ya da daha önemsiz olmadığını fark etmeliyiz. Her bölüm eşsiz bir role sahiptir ve her bölüm diğer tüm parçaların başarısı için eşit seviyede öneme ve gerekliliğe sahiptir. Bu doğanın eşsizliğidir. Eylem planı eşitliğe dayanır. Bu yüzden onu ”integral eğitim” olarak adlandırdım. İntegralin anlamı bütünü kapsayan ve eğitimin anlamı da şu andaki ben merkezli düşüncemiz yerine kendimize bütünsel düşünceyi öğretmektir. Bu eşsiz eşitlik aynı zamanda, “bağlantı çemberi”nin integral eğitimdeki birinci unsur olmasındandır.

Burada baş yoktur, herhangi bir parça daha önemli değildir. Her biri çemberin bütünlüğünü tamamlamak için eşit derecede gerekli ve önemlidir yine de çemberin içindeki her bir nokta farklıdır. Açıklamayı daha net yapmak için kitabı iki kısma ayırdım. Birinci kısım integral eğitimin arkasındaki fikirlerin üstünde detayları verir. Bizim kendi merkezli düşüncelerimizi aşmamıza izin verecek ilkeler yahut çerçeve ne olmalıdır? Bu izinler bağlantı kanununun faydalarının tadını çıkarmamızı sağlar. İkinci bölüm bu yeni bağlılık biçimi konusunda bize yardım etmek için hepimizin deneyebileceği pratik örnekler ve alıştırmalar sunar. Bu yüzden daha fazla telaşlanıp gürültü patırtı olmadan haydi başlayalım.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir