Michael Shermer – İyilik ve Kötülüğün Bilimi

1 959’da profesyonel gökbilimcilere, o dönemde henüz karara bağlanmamış olan birbirine rakip iki kozmolojik kuramla ilgili tartışma hakkındaki görüşleri soruldu: “Evrenin başlangıcı milyarlarca yıl önceki bir Büyük Patlama’ya mı dayanmaktadır?” Üçte birinin yanıtı evet oldu. “Madde uzayda sürekli olarak yaratılmakta mıdır?” Neredeyse yansı evet yanıtını verdi. En anlamlısı da, “Bu tür bir Gallup anketi bilimsel ilerleme açısından yararlı mıdır?” sorusunu % 1 OO’ü hayır diye yanıtladı. 1 Son soruda oybirliğine vanlmasının nedeni, bilimsel tartışmaların ortak görüşle çözüme kavuşturulamamasıdır. Ne yazık ki, karmaşık insani ve toplumsal sorunlar söz konusu olduğunda gerçeğin görüşten ayrılması hiç de kolay değildir ve bu durum en çok ahlak ve etik meseleleri için geçerlidir. Bu nedenle, Darwin ‘in Hükmü adını verdiğim bir ilkeyi uygulayacağım bu kitapta: Yararlı olabilmesi için her gözlemin bir görüşün lehinde ya da aleyhinde olması gerekir. İngiliz doğabilimci ve evrim kuramcısı Charles Darwin, arkadaşı Henry Fawcett’a yazdığı 18 Eylül 1 861 tarihli mektupta, İngiliz Bilimsel İlerleme Birliği’nin (British Association for the Advancement of Science) bir toplantısında karşılaştığı suçlamayı yanıtlar. Darwin ‘i savunan Fawcett, kitabı eleştirenlerden birinin Türlerin Kökeni’nin fazlasıyla kuramsal olduğunu iddia ettiğini ve “olgularını önümüze koyup bırakmalıydı” dediğini bildirmiştir. Darwin’in yanıtı artık bir klasiktir: “Yaklaşık otuz yıl önce, yerbi7 timcilerin yalnızca gözlemde bulunmaları, kuram oluşturmamaları gerektiğinden söz edilirdi; bu durumda kişinin bir çakıl ocağına gidip çakıl taşlarını saymasının ve renklerini tanımlamasının yeterli olacağının söylendiğini de hatırlıyorum: Yararlı olabilmesi için her gözlemin bir görüşün lehinde ya da aleyhinde olması gerektiğinin anlaşılamaması ne tuhaf!”2 Yarar!t olabilmesi için her gözlemin bir görüşün lehinde ya da aleyhinde olması gerekir. Benim bu kitaptaki yaklaşımım, yaptığımız iş bilim olduğuna göre hem veriler hem de kuram konusunda her türlü geçerlilik iddiasının koşullu olduğunu kabul ederek, ahlakın “neden”ini ve “nasıl”ını anlama çabasına, verilerin ve kuramın akıllıca bir kullanımıyla Darwin’ in Hükmü’nü uygulamak olacak. Caltech’ten Nobel Ödüllü fizikçi Richard Feynman’ın dediği gibi, “Kuşkuyla, belirsizlikle ve bilmeden yaşayabilirim. Yanlış olabilecek yanıtlar bulmaktansa bilmeden yaşamanın çok daha ilginç olduğunu düşünüyorum. Buna izin verirsek, ilerledikçe kararsızlığımızı korursak , altcmaıiflere yer bırakmış olacağız. Gerçeğin, bilginin, ıcilniln ınutlıık do(trıısıııııııı coşkusuna kapılmayacak, hep kararsız kıılııcııQıı. ı … ı ilerlemek iı,:in, lıilinıneyene açılan kapının aralık hınıkılıııı1111 .


ıcn:kir.” llıı gilrilşiln, ııhlak ilkelerinin kendileri kadar, ııhlııki ilke ve dııvnınışların nasılını ve nedenini açıklama amaçlı lıcrhııngi hir kıırnın iı,:in de geı,:erli olduğunu düşünüyorum. Kuşkuyla kesinlik, açık fikirlilikle dar fikirlilik arasındaki bu dengeye ben kuşkuculuk adını veriyorum. “Mütevazı kuşku bilgenin feneridir,” der William Shakespeare Troilos ile Kressida’da (2. perde, 2. sahne). Ahlakın kökenini, doğru ve yanlış ahlak ilkelerinin temelini arayışımız pek çok açıdan, yapabileceğimiz herhangi bir keşif kadar önemlidir; ahlak söz konusu olduğunda varış yeri kadar yolculuk da önem taşır. Bu ikisi birbirinden ayrılamaz. Ahlaklı davranmak isteyen kişi, emirle dayatılan ahlak ilkelerini edilgenlik içerisinde kabul edemez. Ahlak ilkeleri ahlaki muhakemeyi gerektirir. İnsani çabaya dayalı, tutarlı bir ilkeler dizisine ulaşmayı bekleyebileceğimiz diğer pek çok alanın aksine, ahlak dünyası karmaşıklık ve inceliklerle öylesine yüklüdür ki, istisnasız ahlak ilkesine ender rastlanır ve çelişkiler tutarlılıklar kadar yaygındır. Bu kitapta By ele alınan -ve insanlık durumuyla ilgili soruların en derinleri arasında yer alan- konular hakkında tutarlı davranmaya çabalarken, Ralph Waldo Emerson’ın 1 841 ‘de “Self-Reliance [Kendine Güven]”de yaptığı bir gözlemi hatırladım: “Aptalca bir tutarlılık küçük akılların gulyabanisidir.” Walt Whitman ‘ın Song of Myse(f adlı mükemmel şiirindeki dizelerini, tutarlılığın her zaman üstün gelmediği (umarım az sayıdaki) durumlarda kendimi savunmak için kullanıyorum: Çelişiyor muyum kendimle? Pekala öyleyse. çelişiyorum kendimle; (Genişim ben – çokluklar var içimde.) Bu uyandan, bir apologia pro vita sua (kişinin kendi yaşamı için bir özür) niteliğindeki bu kısa entelektüel otobiyografiden sonra, ahlakın “nasıl”ı ile “neden”inin, inancın gücü konulu üçlemenin üçüncü cildinin temelini oluşturduğunu belirtmek istiyorum.

Why People Believe Weird Things [İnsanlar Neden Saçma Şeylere İnanır] başlıklı ilk cilt3, Skeptic dergisinin baş editörü, Scientific American ‘ın yardımcı editörü ve aylık köşe yazarı olarak başlıca görev alanlarımın içerisinde yer alan çeşitli konuları ele alıyordu. Sahte bilimi ve batıl inançları araştırıp açıklayan ve zaman zaman yanlışlarını ortaya çıkaran bu kitap, sağlam bir bilimin temellerini atıyor ve düşünüşün nasıl yanlış yola saptığını gösterirken, ima yoluyla, nasıl doğru yola girdiğine işaret ediyordu. Dinle rahatsız edecek kadar birbirine yakın ve iç içe olan -reenkamasyon, hayaletler, ölüme yaklaşma deneyimleri, ölümsüzlük kuramları, ölülerle konuştuklarını iddia eden medyumlar, yaratılışçılık ve Tanrı ‘nın varlığına dair sözde bilimsel kanıtlar gibi- bazı konuları ele aldığından, Tanrı ‘nın doğası ve varlığı, ölüm sonrası bir yaşamın olasılığı ve bilimle dinin ilişkisi hakkındaki görüşlerimi belirtmem istendi kaçınılmaz olarak. İlk başlarda yanıtlarım küstahçaydı. “Ölümden sonraki yaşam konusundaki görüşleriniz nedir?” diye soruluyordu örneğin. “Destekliyorum,” diye dalga geçiyordum göz kırparak. Ama yıllar geçtikçe, yüzlerce konferanstan ve binlerce mektuptan sonra, çoğu insan için 9 yaşamın temel sorularının dalga geçilecek bir konu olmadığını anladım. Ciddi araştırmalar ve düşüncelerle -(tövbekar Hıristiyan’dan tövbekar ateiste ve şimdiki tanrıcı olmayan agnostik konumuma dek) çeşitli dini inanç sistemleri hakkında kafa yorarak, okuyarak ve kendimi etkin biçimde adayarak yaşam boyu edindiğim deneyimlerle düşünceleri birbirine bağlayarak- geçirdiğim birkaç yılın sonucunda, üçlemenin How we Believe: Science, Skepticism, and the Searchfor God [Nasıl İnanırız: Bilim, Kuşkuculuk ve Tanrı Arayışı] adlı ikinci cildi ortaya çıktı.4 Bu kitapta inanç sistemlerinin doğasını, özellikle Tanrı sorusuyla ilgili olarak açıkladım ve yanıt bulma çabasında benimsenebilecek çeşitli konumları özetledim. Genel kategoriler zaten bellidir: Tanncılık, “bir tanrıya ya da tanrılara duyulan inanç” ve “evrenin yaratıcısı, yüce hakimi olan tek bir Tanrı ‘ya iııaıııııak”tır. Ateistlik, “bir Tanrı ‘nın varlığına inanmamak ya da ink:lr ctmck”tir. Agnostiklik ise “bilmemek, bilinmez, bilinemez”dir. Oxford English Dictionary’de yer alan bu yaygın tarihsel kullanımları, dinbilimci ve felsefecilerin getirdikleri ince nüansları değil, insanların bu terimleri anlama ve kullanma biçimlerini temsil ettikleri için veriyorum. (Nasıl fnanırız’da bu terimler ve özenle sınıflandırılmış onlarca konum içerisinde nasıl incelenebilecekleri konusunda kapsamlı bir bibliyografya denemesi sundum). Ahlakı öncelikle bir agnostik ve tanrıcı olmayan kişi konumundan tartışacağım için, bu terimlerle ne kastettiğime açıklık getirmem gerekiyor.

Agnostik sözcüğü (türevi olan agnostiklik ile birlikte), 1 869’da İngiliz evrim biyoloğu Thomas Henry Huxley tarafından şu anlamda kullanılmıştır: “Maddi olguların ardında ve ötesindeki hiçbir şeyin varlığının bilinmediğine, şimdilik bilinemez sayılabileceğine ve özellikle de her şeyin yaratıcısı olan Tanrı ‘nın ve görünmeyen bir dünyanın, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz konular olduğuna inanan kişi.”5 Bu kullanıma ve Tanrı’nın varlığını kanıtlama ya da çürütme amaçlı, bir ömür boyu süren (ve tam bir başarısızlıkla sona eren) araştırmama dayanarak, Tanrı sorusunu çözümsüzlük sanatı olarak tanımladım ve evren hakkındaki bir yorumla kişinin şahsi inançları hakkındaki bir yorum arasında, önemli olduğunu düşündü10 ğüm bir aynın yaptım. Evren hakkındaki bir yorum olarak agnostiklik, bence Tann meselesinde benimsenebilecek en akılcı konumdur, çünkü bilim ve akıl kıstaslarına göre Tanrı bilinemez bir kavramdır. Tanrı ‘nın varlığını ampirik kanıtlar ya da akılcı analiz yoluyla ne kanıtlayabilir ne de çürütebiliriz (gerçi bence ateistlerin Tanrı’ nın yokluğuna dair savlan, tanncıların ilahi gücün gerçekliğine dair savlarından biraz daha güçlüdür). Bu nedenle, bilimsel bir açıdan, hem tanrıcılık hem de ateistlik evrenle ilgili yorumlar olarak savunulamaz konumlardır. Ama insanın kişisel bir inanca ya da inançsızlığa dayanarak düşünmesi ve hareket etmesi gerekir; bu nedenle, bir etiket kullanmak zorunda kaldığımda (ki bundan genellikle kaçınmaya çalışırım) kendime “tanrıcı olmayan” diyorum; Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu konusunda bahse girmek zorunda kalsam, yokluğu üzerine bahse girer ve hayatımı buna göre yaşarım. Tanrıcı olmamanın agnostiklikle ilgili yaygın bir yanlış anlamadan kaçınmak gibi bir avantajı da vardır: Bir karara varmadan önce Tanrı’nın varlığına (ya da yokluğuna) dair daha fazla kanıt beklediğiniz, Tanrı ‘nın varlığını kanıtlayacak ya da çürütecek yeni kanıtların birdenbire ortaya çıkacağını (ya da çıkabileceğini) varsaydığınız bir konum olduğu görüşü. Yanılıyor olabilirim elbette ve kanıtlar birdenbire ortaya çıkabilir, ama o güne dek bir Tanrı olmadığını ve Tanrı meselesinin çözülemez olduğunu varsayacağım. Bir Tanrı var mı? sorusu, bunu sormanın uygun yolu bile değildir. Daha iyi bir soru şudur: Bir Tann’ nın olup olmadığını bilmek mümkün mü? Benim yanıtım kesinlikle olumsuzdur. Tanrıcı olmamak, ateistliğin genellikle karşı karşıya kaldığı küçümseyici önyargılardan, komünizmle, liberalizmle, postmodernizmle, ahlak ve kültürdeki genel yozlaşmayla ilişkilendirilmekten kaçınmayı da sağlar. Bu tür çağrışımlar ateistler açısından gülünç ve aşağılayıcıdır, ama günümüz kültüründe yaygın oldukları görülmektedir. Nasıl inanırız’da Tanrı ‘nın varlığı ya da yokluğu dışında, inanç sistemlerinin doğası ve yapısı; dinin psikoloj isi, antropolojisi ve sosyoloj isi; insanların Tanrı ‘ya neden inandıkları ve başkalarının Tanrı’ya inandığını neden düşündükleri; bilimle din arasındaki ilişki; mitlerin kökeni ve öykü anlatma güdüsü; dinle ahlak arasındaki il ilişki ve olağanüstü karşılıklı bağımlı bir evrende nasıl anlam bulabileceğimiz gibi konulan da ele aldım. İnsanlar Neden Saçma Şeylere İnanır’ın yayımlanmasından sonra olduğu gibi, Nasıl İnanınz 1 999’da yayımlandığında da pek çok mektup aldım; bu kez sorgulanan şey, dinin başlıca işlevinin, hem geleneksel avcı-toplayıcı topluluklara hem de günümüz devlet toplumlanna hizmet eden iki amacında bulunabileceği yönündeki iddiamdı: ( 1) açıklama, (2) toplumsal kaynaşma. Mitler ilk amacı karşılarken, dünyanın ve yaşamın kökenlerini ve doğasını açıklarlar ve bu bakımdan yerlerini büyük oranda bilime kaptırmışlardır.

Bilim Çağı ‘nda yaşıyoruz ve bizim mitoloj imiz bilimciliktir. Dünyanın ve yaşamın kökenleriyle doğası hakkındaki açıklamalar, eskilerin bilgi ve bilgeliğini koruyan dilenci keşişlerin kuşaktan kuşağa aktardıkları nihai gerçekler değildir; tersine, bunlar hep koşulludur, sürekli değişirler ve en iyisi ampirik kanıtlar, deneysel sınama ve mantıklı muhakemeyle ifade edilmeleridir. Bilimin kazandığı zafere ve bilimciliğin kültürel nüfuzuna rağmen din, daha önce hiç olmadığı kadar güçlenip büyümektedir. Özellikle Amerika’da, ama başka ülkelerde de, bir ilahi güce inandığını itiraf edenlerin sayısı -ve nüfus içerisindeki oranı- hiç bu kadar yüksek olmamıştır. Bu dikkat çekici eğilime getirilen açıklamalar, onları öneren kuramcılar kadar çeşitli ve karmaşık olsa da, genel bir nedensel vektör dinin ikinci amacında, yani toplumsal bağlamında bulunabilir. Bilim Devrimi ‘nden ve Aydınlanma Çağı’ndan bu yana din, dünyayı açıklama işinden yavaş yavaş ama geri dönülmez bir şekilde uzaklaşıp, en iyi yaptığı şeye -toplumsal düzen ve ahlaki gelişim için bir temel oluşturmaya- odaklanmıştır. İnsanların çoğu kiliseye evrenin ve yaşamın başlangıcı konusunda bir açıklama duymak için gitmez (ve bunun için gitseler bile, modem bilimin bulguları hakkında biraz bilgileri varsa, her şeyin on bin yıldan kısa bir süre önce altı gün içinde yaratıldığını öne süren Yaratılış mitini sözcüğü sözcüğüne kabul etmeleri gerektiği söylendiğinde dehşete düşeceklerdir.) Halkın büyük bir kısmı oraya kafa dengi dostları, komşuları ve iş arkadaşlarıyla bir araya gelip kendi yaşantılarının ve yaşamın anlamını düşünmek ve öykülerde, mitlerde ve günlük 12 yaşamın hepimizin karşısına çıkardığı karmaşık sorunlarla ilgili anekdotlarda verilen nasihatlerden ahlaki mesajlar çıkarmak için gider. Bugüne dek bilimin -hatta bilimciliğin- bu toplumsal bağlamda yapacak ya da söyleyecek çok az şeyi olmuştur ve dinle bilim arasında hiçbir çelişki bulamayacağımız nokta özellikle burasıdır. Yorumcular bir çelişki olduğunu savunduklarında, örneğin yerkürenin yalnızca 6.000 yaşında olduğunu iddia etmenin, en az 4,5 milyar yaşında olduğuna işaret eden yerbilim ve gökbilim verileriyle doğrudan çeliştiği, açıklayıcı bağlamdaki bir dini düşünmektedirler. Din dünyanın gerçek yapısı konusunda sözde bilimsel iddialarda bulunmadığı sürece, bilimle din arasında hiçbir çelişki yoktur. Burada elbette, dünyaya ve yaşamlarımıza ölçülebilir ve aktif bir müdahalesi bulunmayan bir Tanrı varsayımından yola çıkılır. Örneğin, dua Tanrı’yı bir kişinin hastalık ya da kazadan kurtulmasına müdahale etmeye ikna ediyorsa, kendileri için dua edilen hastaların, dua edilmeyenlere kıyasla hastalık ya da kazaları daha çabuk atlatması gerekir. Bugüne dek dua ve şifacılık çalışmalarının ya anlamsız olduğu, ya da anlamlı olsa bile derin metodolojik eksiklikler içerdiği görülmüştür.

6 Bu düzeltmeyi de yaptığımıza göre, bilim ve din vadisine barış hakim olmalıdır … ve aslanla kuzu yan yana huzur içinde yatacaklardır. Ahlakın Nasılı ve Nedeni Ahlaki sorunların neredeyse tümü başkalarıyla nasıl etkileşim kurduğumuzla ilgili olduğundan, ahlak üzerine yapılacak inceleme, özünde, insanoğlunun özellikle toplumsal düzeyde yaptığımız şeyleri neden yaptığının incelenmesidir. Ahlak ve etik derken neyi kastederiz? Ben ahlakı, toplumsal bir grubun kuralları bağlamında doğnı ve yanlış düşüncelerle davranışlar olarak tanımlıyorum. Etiği, toplumsal bir gntbun kuralları bağlamında ahlaki düşüncelerle davranış/ar hakkındaki bilimsel inceleme ve kuramlar olarak tanımlıyorum. Diğer bir deyişle ahlak, doğru ve yanlış düşünce ve davranış meseleleriyle, etik ise doğnı ve yanlış düşünceyle davranışın in13 celenmesiyle ilgilidir. Bu kitabın ilk yarısında öncelikle ahlak, ikinci yarısındaysa etik ele alınıyor. Yani “Ahlakın Kökenleri” başlıklı 1. Kısım, ahlaki duyarlılıklar dediğimiz şeyle bağlantılı düşünce, davranış ve duyguların gelişmesine, “Koşullu Etik Bilimi” başlıklı 2. Kısım da etik sistemlerinin -mutlak, göreli ve kendi koşullu etik kuramım- gelişmesine ve bunları evrimsel ve kültürel mirasımızla nasıl uzlaştırabileceğimize odaklanıyor. iyilik ve Kötülüğün Bilimi, Nasıl inanırız ‘ ın kaldığı yerden devam ediyor. Dini, mitler yaratıp geliştirmek, özgeciliği ve işbirliğini teşvik etmek, bencilliği ve rekabetçiliği caydırıcı hale getirmek ve bir toplumun üyeleri arasındaki işbirliği yapma ve birbirine karşılık verme düzeyini ortaya çıkarmak için, insan kültürünün ayrılmaz bir mekanizması olarak gelişmiş bir toplumsal kurum olarak tanımlıyor. Kitabın ilk yarısında bu cümleyi ayrıntılı olarak açacağım, ama şimdilik söylemek istediğim, devlet gibi kurumlar ya da yasalar ve haklar gibi kavramlar daha ortada yokken, dinin insan etkileşimlerinin kurallarını dayatacak bir toplumsal yapı olarak gelişmiş olduğudur. Temel özgürlüklerin korunması için devletçe yürürlüğe konan anayasal haklardan çok önce, insanlar iyi niyeti güçlendirecek ve aşırı hırsı, açgözlülüğü ve benzeri kötülükleri azaltacak çeşitli davranış kontrolü mekanizmaları tasarlamışlardı. İnsani erdem ve kusurların, azizlerin ve günahkarların dinsel temeli, gayri resmi bir ahlaklı ve ahlaksız davranış psikolojisinin kurallarla düzenlenmesidir aslında. Biz insanlar hiyerarşik bir sosyal primat türüyüz, bu nedenle kurallara, ahlak derslerine ve bunları uygulayacak bir toplumsal yapıya ihtiyaç duyarız.

Toplumsal bağlamda, bu toplumsal yapı dindir ve Tanrı -hatta yalnızca inananların beyinlerinde var olan bir Tanrıkuralların nihai dayatıcısıdır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir