Michel Cieutat, Philippe Rouyer – Haneke Haneke’yi Anlatıyor

Juliette Binoche, Isabelle Huppert, Daniel Auteuil, Jean-Louis Trintignant, Ulrich Mühe, Naomi Watts gibi dünyaca ünlü yıldız oyuncuların yer aldığı on bir uzun metraj. Sayısız uluslararası ödül, biri 2009’da Beyaz Bant (Das Weisse Band) ile, diğeri 2012’de Aşk’la (Amour) iki Altın Palmiye. Fakat yine de elinizdeki kitap, Fransızcada, Avusturyalı yönetmen Michael Haneke’nin eserlerine adanmış ilk kitap. Haneke sineması, herkesin üzerinde fikir birliğine varması için fazla radikal. 1989’da Cannes’da keşfettiğimiz ilk uzun metraj filmi Yedinci Kıta’dan (Der Siebente Kontinent) itibaren bizi cezbeden de duygulandırmayı reddeden o keskin anlatımıydı zaten. Sıradan bir ailenin kendini imhaya varan soğukkanlı yolculuğunu anlatmak için Haneke, bir yıl içinde farklı zamanlardan üç güne odaklanmayı seçiyor ve bu tercihle sinemasının da temellerini atıyordu: karakterlerin duygularını dile getirebilmelerinin imkansızlığı, gündelik hayattaki nesnelere vurgu, sabit ya da hareketli görüntülerin büyüleyiciliği, çerçeve dışında kalanın, görünmeyenin meziyetleri, eşsiz titizlikte bir ses, duyguyu dışlayan değil, onu incelikli ve dolaylı bir biçimle ihtiva eden bir üslup. 9 10 Haneke sinemasının kalbinde, yeniden yaratılan ses ve görüntülerin düzeninde insanların ve durumların hakikatine ulaşma kaygısı var. Yönetmen hikayesine vücut verecek biçimi yaratmaya, istisnasız hepsini tek başına kaleme aldığı senaryolarını yazma aşamasında girişir. 1992 tarihli ikinci uzun metrajı Benny’nin Videosu’nda (Benny’s Video) şiddetin tasvirine dair bak.ışına filmin içindeki filmle ayna tutar; Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası’ndaysa ( 71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls, 1994) birçok veçhesini göstermek üzere gerçeğin yeniden üretimini parça parça eder. Ütopik bir kardeşliğin sınırlarını çizmek üzere farklı kaderlerin iç içe geçtiği Bilinmeyen Kod’dan (Code inconnu, 2000), kimsenin muaf olmadığı suçluluk duygusunu masaya yatırmak üzere adeta gerilim filmi kılığına giren Saklı’ya (Cache, 2005) kadar bütün filmleri tek tek incelenmeye değer. Kendi filmini yeniden çekerken bile Haneke o güne dek görülmemiş bir biçim yaratıyordu. Ölümcül Oyunlar ABD (Funny Games U.S. 2008) sinema tarihinde, farklı oyuncularla, ama orijinaliyle (Funny Games, 1997) plan plan aynı açılardan, aynı kamera hareketleriyle çekilmiş yegane yeniden yapım.


Haneke’yi diğerlerinden ayıran, takıntılarını polisiyeden trajediye bambaşka tarzların dünyalarında eritme ve her birinde kendi üslubunu eşsiz bir şekilde koruma özelliği. Beyaz Bant’ın küçük Alman köyüne de, Piyanist’in günümüz Viyanası’na da ya da Ölümcül Oyunlar ABD’nin hayali Aınerikası’na da aynı gözle bakıyor; sanatı gerçeklikle baş etmenin tek yolu olarak gören sanatçının endişeli bakışıyla. Avusturya kökenine dair fanteziler, vaktiyle rahip olmaya heves etmesi, adının sette despota çıkması ve sert görünüşü gibi birtakım yarı gerçeklerle birleşince yönetmenin herkese haddini bildiren adam olarak karikatürize edilmesine yol açıyor. Oysa gençliğinde Haneke’nin esas ilgisini çeken, dinden ziyade felsefeydi; naif bir arzuyla varoluşsal sorularının cevaplarını orada bulacağını düşünmüştü. Ama kısa süre sonra, edebiyat, tiyatro ve sinemanın kendisinin çok daha yatkın olduğu bir biçimde bu arayışı sürdürmesinin yolunu açtığını anladı. İnsanın Ht•vdiği kişinin ıstırabı karşısında nasıl davranabileceği gibi imklinsız bir soruyu soran şu an için son filmi Aşk.’a kadar, Haneke sineması başından beri, hayatın can acıtan yanlarını didikliyor, kuzıyor, kaşıyor, seyircisinin huzurunu kaçırıyor ve onu, kesin diye bildiklerini gözden geçirmeye davet ediyor. Haneke’nin gerçekliğin muğlaklığı ve nüansları üzerine !{İden filmlerinin şifrelerini çözmeyi de bilmek lazım. Ne oğullarının işlediği cinayetin üzerini örten Benny’nin anne babası ne de Saklı’daki utanç verici geçmişinin üstesinden gelmeyi beceremeyen televizyon programcısı pislik insanlar. Davranışlurı sürüklendikleri paniğin, bazen de belki korkaklıklarının sonucu; fakat Haneke asla nasıl davranmaları gerektiğini göstererek yargılamıyor onları. O karakterlerin yerinde olsaydık daha doğru bir tavır alamazdık muhtemelen … Bu ayna tutan filmlerle yüzleşmenin rahatlatıcı ve huzur veren bir yanı yok elbette. Haneke’nin filmleri asla bize her şeyin iyi sonuçlanacağını düşündürmez. Hiçbir şeyin, hiçbir zaman düzelmeyeceğini vurgulayarak bu fikirle yaşamayı öğrenmemize yardımcı olur. isteyen, bu dünyanın gerçeklikleri karşısında hiçbir ağırlığı olmayan Disney aleminin gürbüz neşesini tercih etmekte serbesttir; Haneke’nin 2006’da Paris’te sahneye koyduğu bir Mozart operasında, Don Giovanni’nin ölümcül eğilimlerinin silip attığı gülünç Mickey Mouse maskelerinin telkin ettiği gibi… lşyerlerinde (Paris’in Detense semtinde bir iş kulesi) parti yapmak isteyen temizlik görevlilerinin taktığı bu maskeler, Haneke’nin kendine has mizah duygusunu yansıtıyor: Tüm filmlerinin kalbine işlemiş ve gerçeklik ile gerçeğin temsili arasındaki mesafenin altını çizen kara bir mizah. Ölümcül Oyunlar’daki iki genç katilin iğrenç şakalaşmaları geliyor elbette akla.

Öylesine bir provokasyon mu bu? Tam tersine, bu şakalar seyirciyi kelimenin gerçek anlamıyla sorgulamaya çağırıyor ve tahammülü zor bir tezatla durumun dehşetine ekleniyor. Haneke, kurban durumundaki aile fertlerini canlandıran oyuncularından rollerini trajedi, katil gençlerdense komedi tarzında oynamalarını istemiş. 11 12 Mizahi dokunuşlar, Piyanist’teki anne-kız kavgalannın ve sadomazoşist hezeyan anlarının arasına sızabildiği gibi, Beyaz Bant’taki bazı en sert sahnelerde de kendini gösteriverir. Onun daha ilk televizyon filmlerinde yeşerir bu dramın içine sızan gülünçlükler paradoksu. Haneke’nin Fransa’da çok ender birtakım vesilelerle gösterilmiş olan ve telif hakkı nedeniyle DVD olarak yayınlanamayan (Şato hariç) on televizyon filmi, yurtdışında pek tanınmıyor. Çoğunu sinema için ilk uzun metrajını çekmeden önce yaptığı bu filmleri bilmek, sanatının iyi anlaşılması bakımından bizce elzem. 1974’teki, tiyatro kökenlerinden sıyrılmaya çalıştığı ilk denemesi Liverpool’dan Sonra’dan ( … und was lwmmt danach?) ya da 1979’daki ilk özgün senaryosu olan iki bölümlü iddialı fresk Kemirgenler’ den (Lemminge), son televizyon filmi ve Ulrich Mühe – Susanne Lothar çiftini ilk yönetişi olan 1996’daki Kafka uyarlaması Şato’ya kadar, hiçbirine gelecekteki başyapıtların müsveddeleri olarak bakılamaz. Televizyon filmlerinin yarısı esasen özgün metne bir saygı duruşu niyetiyle çektiği edebiyat uyarlamalan olsa da, her birinde dramaturjiye dair araştırma ve denemelerine bir yenisini ekler. Haneke, en başından beri çektiği her filmi, yeni bir sınama olarak görür. Televizyon filmlerini bu kitaba dahil etmemek olamazdı. Sanatçının saiklerini kavrayabilmek için kat ettiği yoldaki hiçbir şeyi görmezden gelemeyeceğimizi düşündük: Kendini bulduğu o ilk yıllar, müzik tutkusunun doğuşu, radyo tecrübesi, tiyatro yılları, sonra televizyona adım atışı ve arada opera paranteziyle sinemada kendini var edişi. Positif dergisi için yaptığımız söyleşiler vesilesiyle Michael Haneke’yle birçok defa bir araya gelmiştik. Haneke’nin eserine adamak istediğimiz kitaba söyleşi biçimini verme arzusu Beyaz Bant’ın gösterime girmesi üzerine yaptığımız kafa açıcı görüşmeler sırasında filizlendi. Her zaman büyük bir berraklık ve coşkuyla kendisini ifade eden Haneke, filmleriyle konuşma tarzı birbirini andıran yönetmenlerden. Editörümüz Jean-Marc Roberts’in daha önce yaptığımız yayımlanmış söyleşileri kullanmamak kaydıyla, bize tam bir serbestlik tanıması üzerine, Puris ve Viyana’ da iki yıla yayılan zaman zarfında elli küsur san ilik mülakat yaptık.

Ôğleden sonralan kesintisiz dört-beş saatlik sohbetler ve üst üste birkaç günlük seanslar halinde gerçekleştirdik söyleşileri. Akşamlarıysa, çoğunlukla yönetmenin aynı zamanda ilk okuyucusu, ilk seyircisi, fetiş figüranı ve dekor kurulumlarında kıymetli yardımcısı da olan eşi Susie’nin eşliğinde güzel masa muhabbetlerine geçtik. Bu projeyi layıkıyla sona erdirebilmemiz için büyük zaman ayıran Michael Haneke, bizimle Fransızca konuşmayı da kabul etti. Ve akabinde ara vermeden, asla sansürlemeye kalkmadan yanlışları gidermek ve eksikleri tamamlamak için metnin tamamını özenle okudu. Söyleşilerden ziyade, esas bu titiz okuma çalışması, enerjisi, sabırsızlığı, mükemmel bir sonuç elde etmek için gösterdiği kararlılıkla Michael Haneke’nin çalışma tarzına tanık olma imkanı da sunmuş oldu bize. Haneke, sohbetlerimizdeki dostane üsluptan, düşüncelerinin akışından ya da mizahından hiçbir şey eksiltmedi. Sonuçta, umarız, Haneke’nin insan ve yaratıcı olarak tam bir portresini çizmeyi başarmışızdır. Philippe Rouyer, Michel Cieutat ve Michael Haneke 13 14 Truffaut’nun meşhur Hitchcock söyleşisini tarihsel bakımdan model alarak söyleşiler esnasında ve kağıda dökme aşamasında kronolojik akışı takip ettik; tek istisnayla: Pratik nedenlerle, son televizyon filmlerinin hepsini tek bir bölümde topladık ve iki Ölümcül Oyunlar’ı bir arada ele aldık. Haneke, hiçbir sorumuza kaçamak cevap vermedi; ancak, çok kesin bir tavırla -Başka nasıl olabilirdi ki zaten?- filmlerini yorumlamayı reddetti. Yani, Beyaz Bant’taki olayların faillerini ya da Saklı’nın son planında iki çocuk arasında geçen konuşmanın içyüzünü okuyucu bu kitaptan da öğrenemeyecek. Her şeyin özü, olayların müzikal akışındaki özende, oyuncuların yönetimindeki hassasiyette, yazarın dünyaya bakışını ortaya koyan sahneleme anlayışında olduğuna göre, bunların zaten ne önemi var ki! Bu sayfalar, Haneke sinemasını daha iyi anlamaya ve sevdirmeye katkıda bulunacaksa maksadımız hasıl olmuş sayılır. MICHEL CIEUTAT – PHILIPPE ROUYER Mayıs, 2012 1 Taşradaki çocukluğum – Müziği keşfedişim – Sinemaya dair ilk anılarım – Rahip olma hevesi – Her şeye karşı derin bir öfke – Felsefe öğrenciliği günleri – Radyo programcılığı ve ilk dergi yazıları – Almanya’nın en genç dramaturgu – 1968 ve terörizm – Bergrnan, Bresson ve yönetmen sineması – En sevdiğim filmler. Sık sık dile getirdiğiniz bir sözünüz var: Biyografisi, sanatçının eseri hakkında bizi aydınlatmaz … Evet, çünkü bir filmin ortaya attığı meselelerin yönetmenin biyografisiyle bağlantılı olduğunu ileri sürerseniz, o filmin etki alanını, kapsamını da sınırlamış olursunuz. Aynı şey kitaplar için de geçerli. Ben başka yerlerde birtakım izahatlar aramak yerine, doğrudan eserle karşı karşıya kalmayı isterim.

Biyografik sorulara cevap vermeyi reddetme- L min sebebi de bu. “Bu kadar karanlık Beatrix von Degenschild ve oğlu Michael. 15 16 filmler yaptığına göre şu Haneke nasıl bir adammış?” merakı kadar beni sinirlendiren bir şey yoktur. Bunu çok aptalca buluyorum ve bu sahte tartışmaya girmek bile istemiyorum. Ama yine de gençliğinizle ilgili bazı sorularımız olacak … Herkes hayal kırıklığına uğrayacaktır, zira hüzünlü bir çocukluk geçirmedim. Son derece normal bir insanım. İnanması zor olabilir ama öyle. Anneniz oyuncu, babanız da oyuncu ve tiyatro yönetmeniydi; sanat ortamıyla bu denli iç içe olmak sizi mutlaka etkilemiştir … Tam olarak değil, çünkü beni yetiştiren annemle babam değildi. Ben teyzemin yanında, taşrada büyük bir kır evinde büyüdüm. Viyana’nın 50 kilometre kadar güneyinde, Wiener Neustadt adlı küçük bir şehirdi, Kemirgenler filmimin konusu da orada geçer. Teyzeniz de müzikle ilgiliymiş. Büyüme çağınızda evdeki müzik ortamından etkilenmediniz mi hiç? Pek o kadar değil. Ama etkilenebilirdim; çünkü ailede bir müzisyen de vardı. Babam Alman’dı ve savaşın sonunda, doğrudan memleketine döndü, bir daha da Avusturya’ya gelmedi. Bunun üzerine, annem Alexander Steinbrecher adlı Yahudi bir besteciyle evlendi.

Steinbrecher, lngiltere’ye kaçarak nazizmden canını kurtarmış, sonra da Kapellmeister, yani Burgtheater’ da müzik direktörü olmuş. Sizin de müzik düşkünü olduğunuzu biliyoruz … Evet, ama ailem nedeniyle değil. Bendeki tutkuyu esas ateşleyen, müziği kendi kendime keşfetmem oldu. Çocukluğumda, o zamanlar bütün burjuva ailelerde adet olduğu üzere, teyzem piyano öğrenmemi istemişti. tık başta nefret ettim, hatta bırakmaya bile kalktım. Ne zaman piyanonun başına otursam, teyzem başımda dikilir; ben çalarken “Yanlış! Yanlış! Yanlış!” diye ll’krarlayıp dururdu. Sonra bir gün, çok iyi hatırlıyorum, Azizll’I’ yortusuydu, on yaşında olmalıyım, bütün aile mezarlık ziyarl’line giderken ben onlara katılmamıştım. Radyo dinliyordum, ı ıluğanüstü bir müzik çalındı kulağıma. Parçanın sonunda, l lımdel’in Mesih’i olduğu anons edildi. İşte o an benim için adelu bir vahiy gibi oldu. O güne kadar, Schlager dediğimiz zamanın ünlü şarkıları haricinde başka bir müziğe ilgi duymamışlıın. O andan itibaren klasik müzik dinlemeye başladım. Kısa lıir süre sonra, on üç yaşındayken sanırım, Mozart’ı seyrettim, film• müthiş kitsch’ti, ama başrolde Oskar Werner harikaydı.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir