Miguel de Unamuno – Satranç Ustası Don Sandalio’nun Romanı

Kısa süre önce tanımadığım bir okuyucudan bir mektup aldım, sonra da bir dostundan aldığı mektuplardan birinin bir bölümünü göndermiş bu okuyucu; dostu ona Don Sandalio adlı bir satranç ustasıyla tanışmasını anlatıyor ve kendisinin özelliklerinden söz ediyordu. “Biliyorum -diyordu bana okuyucum- siz romanlarınız ya rumanlarınız için her zaman argümanlar ya da konular ararsınız… işte size gönderdiğim mektup parçalarından çıkarabileceğiniz bir konu. Göreceğiniz gibi anlatılan olayların geçtiği yerin adını vermedim, döneme gelince, 1910 yılı sonbahar ve kışı olduğunu bilmeniz yeterli. Biliyorum ki sizin olayları belli bir yere ve zamana yerleştirmek gibi bir kaygınız yok ve hiç kuşkusuz sebepsiz değil bu tavrınız.” Biraz bir şeyler daha anlatıyordu ama öndeyiş ya da tadımlık olarak daha fazlasını söylemiyorum. O zaman acınası bir yetenek gelişti zihinlerinde, aptallığı görmek ve artık tahammül edememek ona Gustave Flaubert, Bouvard et Pécuche I 31 Ağustos 1910 Sevgili Felipe sahilde sakin bir köşedeyim, denize bakan dağların eteğinde; hiç kimse tanımıyor beni burada ve Allaha şükür ki ben de kimseyi tanımıyorum. Bildiğin gibi ben buraya yakınlarımdan ve başka insanlardan kaçmak için geldim, denizin dalgaları ve bir süre sonra bu dalgalar gibi yuvarlanacak olan ağaçların yapraklarıyla arkadaşlık etmek için geldim. Yeni bir insanlardan kaçma hastalığı nöbeti ya da daha doğrusu antropofobi beni attı buralara bildiğin gibi çünkü ben insanlardan nefret etmekten ziyade korkuyorum. Bende acınası bir yetenek gelişti… Gustave Flaubert’e göre Bouvard ve Pécuchet’sinin zihinlerinde gelişen yetenektir bu: aptallığı görmek ve artık tahammül edememek ona. Benim için onu görmek ve işitmek söz konusu olmasa da durum bu; aptallığı görmek de her gün, durmaksızın gençlerin ve yaşlıların, koca aptalların ve kötülerin aptallıklarını işitmek de değil mesele benim için. En kötü ve zararlı diye tanınanlar en büyük aptallıkları yapıyorlar. Ayrıca çok iyi bildiğim gibi sen bana kendi sözlerimle karşı çıkacaksın ve benim sık sık söylediğim lafı yineleyeceksin: dünyanın en aptal adamı hiç aptalca bir laf etmeden ve hiçbir aptallık yapmadan ölen adamdır. Kimi zaman karşıma çıkan insan gölgeleri arasında yalnız Robinson Crusoe’yu oynamam bir şeyi değiştirmiyor. Hatırlar mısın birlikte okuduğumuz Robinson’un o müthiş bölümünü: kayığına giderken kumsalda bir çıplak ayak izi görüp şaşırmasını. Dona kalmış, yıldırım çarpmıştır adeta, bir hayalet görmüş gibi olur.


Çevresine bakar, kulak kabartır, bir şey görmez, bir şey duymaz. Kumsalda dolaşır, gene bir şey duymaz, görmez! Sadece bir ayak izi, parmaklar, topuk… ayağın parçalarından izler vardır… Ve Robinson çok şaşkın ve sıkıntılı bir halde barınağına, tahkimli bölgesine dönerken iki üç adımda bir arkasına bakar, ağaçları ve bitkileri birbirine karıştırır, uzaktan her ağaç gövdesinin birtakım belirsizlikler ve işaretler barındıran bir insan olduğunu sanır. Ne kadar da Robinson’a benzetiyorum kendimi! Çıplak insan ayağı izleri görmekten değil çılgın ruhlarının sözlerini duymaktan kaçıyorum ve aptallıklarının bulaşmasından korunmak için yalnız olmak istiyorum. Ve kırılan dalgaların sesini ya da dağdaki ağaçların yaprakları arasındaki rüzgârın uğultusunu duymak için sahile kaçıyorum. Bir erkeklik sorunu değil! Kadınlık da değil tabii ki! Olsa olsa henüz konuşmayı bilmeyen, evde ana-babasının kendisine bir papağana öğretir gibi öğrettikleri teşekkürleri tekrarlayamayan bir çocuktur söz konusu olan. II 5 Eylül Dün dağda yürüyüşe çıkmıştım ve bir yandan da ağaçlarla sessizce konuşuyordum. Ama insanlardan kaçmak mümkün değil: her yerde rastlıyorum onlara; ağaçlarım insansı ağaçlar. Ve bunun nedeni bunların insanlar tarafından ekilmiş ve yetiştirilmiş olmaları değil, başka bir neden söz konusu. Bu ağaçların hepsi evcilleştirilmiş ve evcil. Yaşlı bir meşeyle dost oldum. Bir görseydin bu ağacı Felipe, bir görseydin! Ne kahraman! Çok yaşlı bir ağaç muhtemelen! Kısmen ölmüş diyebiliriz. Düşünebiliyor musun: kısmen ölmüş, tamamı ölmemiş! İçindeki damarları gösteren derin bir yarası var. Ve bu damarlar boş. Yüreğini gösteriyor bu ağaç. Ama biliyoruz ki botanik nosyonlarımız ne kadar eksik, yüzeysel olursa olsun onun gerçek yüreği bu değildir; biliyoruz ki ağacın altındaki katmanla kabuk arasında özsu akıyor.

Ama kenarları yuvarlaklaşmış bu yara ne kadar etkiliyor beni! Meşe ağacının içine hava giriyor ve havalandırıyor orayı; fırtına çıktığında birisi sığınabilir bu meşeye, oralarda dolaşan birisi, bir münzevi ya da bir orman Diyojen’i sığınabilir buraya. Ama özsu ağacın kabuğu ve gövdesi arasında akıyor ve güneşte yeşillenen yapraklara hayat veriyor. Ve ölü de olsa meşe güneşte yeşillenecek ve belki de kovandaki arılar onun o kocaman yarasının içinde bir kovan kuracaklar. Nedenini bilemiyorum sevgili Felipe ama şunu söyleyebilirim ki bu ihtiyar meşe beni insanlıkla barıştırıyor. Hem sonra niçin söylemeyeyim sana? Uzun zamandır aptalca tek bir laf duymadım! Gene de uzun süre böyle yaşanmaz. Teslim olacağım, korkum bu. III 10 Eylül Sana söylememiş miydim Felipe? Teslim oldum. Dernek üyesi oldum, dinlemekten çok görmek için de olsa durum bu. Bu arada ilk yağmurlar da başladı. Kötü havalarda ne deniz kıyısı ne de dağ imdada yetişiyor ve otelde kalınca ne yapabilirsiniz? Bütün gün okumak ya da daha doğrusu tekrar okumak? Mümkün değil. Sonunda derneğe üye olmaktan başka çarem kalmadı. Bir süre okuma salonunda oturuyorum ve orada gazete okumaktan çok gazete okuyanları seyrediyorum. Çünkü gazeteleri bir an önce elimden atmam gerekiyor. İçindeki yazıları yazanlardan daha aptal bunlar. Aptalca şeyler söylemek için belli bir yeteneğe sahip olanlar var ama bunları yazmak için? Yazmak için… bir tane bile yok! Okuyuculara gelince, karikatürlere kendi kafaları karikatürlere benziyor bunların.

Daha sonra herkesin toplandığı salona geçiyorum; ama öğle sonrası toplantılardan ya da oluşturdukları gruplardan kaçıyorum. Kulağıma kadar ulaşan konuşma kırıntıları çok fazla yaralıyor beni; bu yarayı bir kaplıcaya kapanır gibi çekildiğim bu sahil ve dağ köşesine kadar taşıdım. Hayır insanın aptallığına tahammül edemiyorum. Ve olabildiğince ağırbaşlı ve sessiz bir tavır içinde meraklı biri gibi davranmaya çalışıyorum ve insandan evliliğe ya da ne bileyim ben sineğe geçiyorum. Sonuç olarak bu insanlar hemen hemen hiç konuşmanın olmadığı bir dernek keşfettiler. Ve yalancı kötümser Schopenhauer’ın o müthiş budalalığını hatırlıyorum; ona göre koca aptallar, birbirlerine söyleyebilecekleri fikirleri olmadığından küçük, boyalı kartonları icat ettiler ve bunlar oyun kâğıtlarıdır. Ama bu koca aptallar oyun kâğıtlarını icat etmiş olsalar da o kadar aptal değildirler çünkü Schopenhauer’ın kendisi, kötümserlik denen, sanki kâğıt oynayanları öldüren sıkıntı, kaygı yokmuş gibi, acıdan daha kötü bir şeyin bulunmadığı bir zihinsel oyun sistemi dışında bu tür bir şey icat etmemiştir. IV 14 Eylül Dernek üyelerini, aynı derneğin mensubu üyeleri tanımaya başlıyorum, şahsen tabii ki çünkü ben de, oradan geçerken bile olsa üyelerinden biri oldum derneğin. Onların, tabii ki sustuklarında ne düşündüklerini düşünmeye çalışarak eğleniyorum çünkü bunlar bir şey söyler söylemez bu konuda herhangi bir şey düşünmem mümkün değil. Görevimi yaparken, çok konuşulan bu yerde oyalanıp dururken, kâğıt oynayanları seyretmeyi tercih ediyorum. Tam bir şamata, karışıklık… Kabul, beş daha! On daha! Bunlar bir süre eğlendiriyor beni, çabuk yoruluyorum. Şilem! İngilizceden gelen ve ezilmiş gibi bir şey ifade eden bir sözcük! Bayağı eğlendiriyor beni, özellikle döğüşen bir horoz havasında karşısındakinin yüzüne doğru haykırıldığında…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir