Mihail Aleksandrovic Solohov – Alyoşka’nın Yüreği

Kasabanın eğlentilerine Kazak köyünün delikanlıları gelmeye başlayalı (güzün olmuştu bu, harmandan sonra) Marinka’nın kendisine karşı birden soğuduğunu görmüştü Syoma. Sanki aralarında hiç bir zaman sevgi olmamıştı. Syomka’ya kenarlarını kendi eliyle yeşil renkte işlediği, dört köşesinde kız gibi harfler parlayan o şahane armağanı, o mavi saten keseyi veren Marinka değildi sanki! Syomka keseyi çıkarıp «Krestyanskaya gazeta» (*) parçasını tükürükleyerek keçi ayağına benzeyen sigaralar sararken onu sevgiye safdilce inandıran bu harika, pembe bir ateş gibi yanan harfler değil miydi? Şimdiyse sanki saten kesenin gökmavisi rengi atmış, nakışın sarılaşan düğümleri solmuştu. Marinka’nın «Kimi Seviyorsam Onun Olsun» cümlesinden aldığı K-S-0-0 harfleri de Syomka’­ ya yitirdiği mutluluğu hatırlatarak sinsi bir kurnazlıkla bakıyorlardı. Kesenin içindeki kaçak tütün bile sert geliyordu Syomka’ya. Acımsı, çimdikleyici bir tat gelmişti tütüne. Marinka’yla olan ilişkilerinin zamansız kopmasının nedeni doğrudan doğruya kaloşlarla ilgiliydi. (*) Krestyanskaya gazeta: Köylil gazetesi. Ç.N. 9 Syomka bunu bir pazar günü, eğlentiye ilk kez Kazak köyünün delfüanlıları geldiğinde sezmişti. Delikanlılardan birinin, takma adı «Yaşbıyık» olan Grişka’nın, Alman malı bir akordeonu, yanları çizgili, tüylü külot pantolonu ve üstünde pırıl pırıl yeni kaloşlar pırıldayan çizmeleri vardı. İşte Marinka bütün gece bu kaloşlardan hayran bakışlarını ayırmamıştı. Syomka ise, unutulmuş ve zavallı, eğlentinin sonuna dek bir köşede oturmuş ve oradan çarpık, titreyen bir gülümsemeyle dansetmekten kızaran Marinka’ya değil, akordeoncunun dudaklarını çarpıtan kasılmaya da değil; Grişka’nm çamurlu yerde, doğrusunu söylemek gerekirse, dolambaçlı figürler çıkaran bir çift kaloşuna bakmıştı. Gündelik ve bayramlık için bir tek örme çarığıyla yırtık bir pantolonu vardı Syomka’nın.


Kumaş eskilikten yama tutmuyor, iplikler aralanıyor ve Syomka’nın kara denecek kadar esmer teni görünüyordu. Bu yüzden de eğlentiden sonra Marinka’yı eve Grişka götürmüş, Syomka ise sigara dumanıyla tütsülenen evden en son çıkmış ve çiğden ıslanmış bahçe çitlerine tutunarak Marinkalar’a yollanmıştı. il Tekerleklerin kabarttığı toz, yolun üzerinde keçe gibi yatıyordu. Rüzgarın kovaladığı bir gece akıyordu kasabanın üzerinden. İncelmiş ay gökyüzünde tembel tembel sürtüyor, kasaba caddesinde, Syomka’nm önünde, Marinka Grişka’yla elele yürüyordu. Marinka başını biraz yana yatırmıştı. Grişka ise hafifçe kamburunu çıkarmış, kaloşlarıyla tozun içinde kabarık evlekler açıyor ve dişlerinin arasından ıslık çalıyordu. 10 Marinkalar’ın avlusunun yanında kesilmiş söğütler duruyordu. Çift oturdu. Syomka parmaklarını çıtırdattı ve bir keçi hafifliğiyle çiti aştı. Tahtaların aralarından Marinka ve parmakları çift sıralı akordeonun tuşlarında dolaşan Grişka olduğu gibi görünüyordu. Akordeonun boğuk bağırışları eşliğinde, hafif sesle bastırıyordu Grişka: – Oh, Marişa, bilmiyorum, Neden üzüyorsun beni Bir baksana artık Çektiklerime benim! . Marinka ona biraz daha sokuldu, kaçamak bir sesle sordu: – Kaloşları nereden aldınız, Grigoriy Klımiç? Grişka bacağını salladı: – Kooperatiften. Marinka’nın büyülenmiş gibi Grişka’nın kaloşlarına baktığını görüyordu Syomka. Akordeonun kaçamak hırıltıları arasından yeniden Marinka’nın titreyen sesini duydu: – Kaç para verdiniz? – Beş buçuk.

– Beş buçuk mu? . diye yineledi Marinka sorusunu, sesinde saygılı bir şaşkınlık vardı. Ne kadar pahalı, oysa siz çamura buluyorsunuz onları. Syomka Marinka’nın eğildiğini ve mendiliyle Grişka’nm kaloşlarının tozunu aldığını gördü. Grişka ayaklarını çekti. – N’apıyorsun, Marişa, bırak!. Kaloşun ne önemi var benim için?!! Birini eskitirsem ikincisini alacak param var! Bak, mendilini kirlettin … – Mendil yıkanır … Marinka iç çekecekken yutkundu. – Kızlar da kaloş giyer mi sizin köyde? 11 Grişka akordeonu omzuna attı ve Marinka’nın elini yakaladı. – Giymesine giyerler, ama kendime yakışanını bulamıyorum ben. Bir tanesinin çok gönlü var bende, ama kurbağa gibi suratı var. N’apayım ben onu? Grişka küçümser bir tavırla tükürdü, dudaklarını koluyla sildi ve Marinka’nın yanağına kene gibi yapıştı. Syomka’nın bacakları uyuşmuştu, ama çitin arkasında, bir lahana evleğinin içinde, gömülmüş gibi oturuyordu hala. Ancak Marinka’nm beyaz eşarbıyla Grişka’nın biçimli kasketi birbirine karışınca başını çevirdi ve titreyen elleriyle çevresinde bir taş aradı Syomka . … Bulutların arkasında yolunu şaşırıp dolaşan ay yorulmuş ve kamburunu çıkarıp batıya doğru alçalmaya başlamıştı. Samanlıkta bir horoz kanatlarını çırparak kalk borusunu çaldı.

Grişka kalktı. – Evet, Marişa, yarın nereye geleyim? Marinka yana kaymış eşarbını düzeltti, fısıltıyla yanıtladı: – Demirhaneye gelin… bekleyeceğim. Syomka yay gibi fırladı. Çite tutunmuş, kazık, elinin altında çatırdamıştı. Marinka bir çığlık attı, kapıya doğru seğirtti, Grişka’ysa horozlandı, yan döndü. Syomka çiti aştı ve ağır kazığı sallayarak Grişka’ya yaklaştı. Öfkeden konuşamıyordu, kekeledi: – Nedir bu yaptığın? … başkalarının kızlarına? . ha? . – Yürü, yürü … açıl!. Sana sorulmadı!. – Yoo, dur bakalım!. Ufak bir hesabımız var seninle… Ödeşelim … – Duracak bir şey yok… dedi Grişka uzata uzata, başını eğdi, kolunu açmadan öne doğru hızla atıldı, Syomka’nın karnına güçlü bir yumruk indirdi. 12 Sıcak bir tıkanma boğazını ilmek gibi sıktı. Neredeyse kazığı elinden düşürüyordu Syomka, ama acıyı yenerek dudaklarını çarpıttı ve vurdu. Grişka’nın kafasındaki kasket uçtu, topaç gibi yuvarlandı.

Aşağı kayan vuruş akordeona rastlamıştı. Yırtılan körüğün içindeki hava, rahat bir soluk alırcasına boşaldı. Grişka daha dönecek fırsat bulamamıştı ki sopa bir ıslık çalıp yeniden omzuna indi. Bir dakika sonra Grişka’nın beyaz gömleği sokak boyunca parlayarak uzaklaşıyor, Syomka ise düşen kasketi kendini yitirmişçesine avuçlarında mıncıklıyor ve yakıcı soluksuzluktan kıvranarak, ince ve kederli bir sesle kapının yanında duran Marinka’ya, – Bu keseyi sen vermiştin bana, diyordu. Al geriye, yılan! . Ben seni bir şey sanıyordum, ama sen kaloşları görür görmez öpüşmeye başladın… İstesem yirmi tane kaloşum olurdu benim belki. Marinka avucunun içine esnedi, solan yıldızlara bakarak, ilgisizce, – Bıktım senden, baldırı çıplak! dedi. Bakmaya utanıyor insan sana, neyine bakayım? Pantalonuna bir bak, sanki itler paralamış… her şeyin meydanda, kaloş kim, sen kimsin?!. Bir kez daha gözü yaşarıncaya kadar esnedi ve Syomka’ya arkasını dönüp bezgin bezgin sitem etti: – Toynaklı attan farkın yok… Hiç olmazsa bir dolak uydur kendine, Allahın çıplağı! – Benim pantolonumla senin ne ilgin var, akıl ogretme bana… Dolaklar da öyle… Ola ki babanın uçkurunu bitler yemiştir tümden. Hiç karışıyor muyum ben onların işine? … Bana ne, varsın işkembesiyle birlikte indirsinler gövdeye! Marinka kapı rezesini gürültüyle şakırdattı, ayakla13 rının ucunda yükseldi ve bahçe kapısının üstünden dışarı bakarak bağırdı: – Başkasının bitinin hesabını tutma sen!.· Kendininkiler yeter! Senin anan baharda torbayla geziyor, dilencilik ediyordu… Kendin ekmek dilenirken başkasının babasına laf ediyorsun! Syomka bahçe kapısına doğru nişan almadan tükürdü. – Çekil, pis! . Yazıklar olsun ki sana zamanımı verdim, pis dudaklarını öptüm … Allah kahretsin seni! Şimdi senin yerine dananın kuyrukaltını öperim daha iyi, alçak!. – Dana bile iğrenir senin gibi saçaklı itten! . diye zehirli bir dille tısladı Marinka.

Seni domuz öpse üç gün kusar be!. Yanıma bile sokulma! Hiç gerekli değilsin bana! Tuu!. Syomka uzaklaşan ayak seslerine kulak verdi ve bakışları kapıya takıldı kaldı. Syomka’nın iki ay önce kasabanın bostanlarında, güzel ve tatlı bir gecede doğmuş olan sevgisi de o gece Marinkalar’ın kapısı önünde öldü. 111 Syomka sabah şafakla birlikte tarla sürmeye gitti. Öfkeli, perişan; pulluğun ardından yürüyordu. Dalgınlıkla iki kez yandaki yolu sürdü. Pulluğun kollarını gevşek gevşek tutuyor, izler yüzeyden, yamru yumru oluyordu. Demirler yalpalayarak toprağın nasırlaşmış, sert kabuğunu yalnız hafifçe deşiyor, cilalı çeliğin yana devirdiği her toprak parçasının içinde birisinin kaloşlarının parıltısını görüyordu sanki Syomka … Öğle yemeğini yedikten sonra dinlenmek için arabanın altına uzandı. Kapanan gözkapaklarına uyku ası14 lır asılmaz Syomka kendisini kasabanın tanıdık çocukları arasında gördii; yanda bir yerden çizmelerinin içine biçimsizce sokulmuş pantolonunu zevkle seyrediyordu. Orada, aşağıda ayçekirdeği kabukları atılmış toprağın üstünde Syomka’nın ayakları kazık gibi dikiliyor ve onun, Syomka’nın kendi kaloşlarmın parıltısı gözleri kamaştırıyordu. Tatlı ve dinlendirici bir uykuydu. Uyanınca yeniden acıyla doldu Syomka’nın yüreği. * Babası ölürken buzağılı bir inek ve bir sürü çıplak kardeşle anasını Syomka’nm başına sarmıştı. Syomka’nın annesi baharda kapı kapı dileniyor, pencere altlarında dilim dilim ekmek topluyordu.

Çocuklar kışın ocağın üstünde çırılçıplak didişiyor, yazınsa kamışlı derenin içinde dikilip duruyorlardı. Çok şükür üst baş gerekmiyordu o zaman. Üçüncü yıl dana bir tosun haline gelmişti. Görülmedik bir doru rengi, oldukça iri boynuzları, geniş göğsü vardı. İnekse çalışmaktan kötülemiş, hemen hemen hiç süt vermez olmuştu. Öksürüyordu, sürekli ishaldi. İşte bu zavallıyla çalışıyordu Syomka. Böyle bir donanımla, hele insanın bir de hepsi birbirine dadılık eden altı çocuklu ailesi olursa herkes bilir ki, fazla bir şey getirmez çalışma. Bir desyatinayı (*) üç günde sürdü. Düşüncelerle ve iç çekişlerle dolu bu üç gün üç gece, stepten geçen uzun, üstünden araba işlememiş bir yol gibi geçti Syomka’nın yaşamından. Dördüncü gün hava açık, hafifçe ayazlıydı. Rengi atmış gökyüzündeki küçük, acınacak kadar kansız güneş yazın olduğu gibi kasabanın üzerinde dolaşmıyor, kenarda, güney tarafında duruyordu. (*) Desyatina: 1,09 hektarlık eski Rus yüzey ölçüsü. Ç.N.

15 Kasabada bir tek Syomka’ların avlusı,ı.nda harman edilmemiş arpa yığını kederli kederli duruyordu. Bir sabah tahılı serdiler. Syomka komşudan bir döven buldu, inekle tosunu koştular. Stepanovna -Syomka’nın anası- haç çıkardı. – Başla, yavrum. Tanrı yardımcın olsun! Ve harman «Tanrının yardımıyla» başladı. İnek sık sık duruyor, sırtını sivriltiyor ve tahılı yeşil, pis kokulu, cıvık pisliğiyle ıslatıyordu. Syomka’nın annesi buğusu tüten pisliği elleriyle acele acele kürüyor, her başağı kurutmak için özenle seçip ayırıyordu. Syomka ise öfkeden yemyeşil olup kırbacı ineğin kaburgaları sayılan böğrüne güm güm yapıştırıyordu. İneğin kuru, buruşuk derisinde sık, birbirini kesen kırbaç izleri kabarmıştı. İkinci serimi yaparken Syomka, – İneği satalım, anacığım, dedi. Şuncacık fayda yok ondan. Ne çekişinden hayır var, ne yaptığı işten. Harmanı bitirene dek tüm arpayı ıslatacak, tarla sürmeye desen hiç hayrı yok.

Stepanovna’nın yıllanmış romatizmadan kancalaşmış elleri havaya kalktı, güçsüzce yana düştü. – Aklını mı yitirdin sen, Syomuşka? Ya çocukları neyle doyuracağız? Bir sütle yaşıyorlar. – İneğin işi bitti bitecek, çocuklar da kabak yesin. – Kabaktan nah böyle şişer karınları. Syomka yabayı dövülmemiş arpa yığınına fırlattı. – Ya kışın ne yiyeceğiz? Tahıl ne kadar, görüyor musun? Kendin düşün: yirmi pud (*) kadar öğütsek Noele dek yeriz, ya sonra ne yapacağız? . – Acaba tosuncuğu mu … Tosunu mu satsak dersin, Syomka? .

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir