Milan Kundera – Saptirilmis Vasiyetler

Hamile Grandgousier Hanım işkembe çorbası içmekte ölçüyü iyice kaçırdığı için kendisine peklik ilacı vermek zorunda kaldılar; ilaç öylesine güçlüydü ki etene1 lobları gevşediler ve Gargantua’nın cenini bir damara girdi, ilerleye ilerleye anasının kulağından dışarı çıktı. Kitap daha ilk cümlelerden başlayarak oyununu açık oynuyor: Kitapta anlatılanlar ciddi şeyler değildir: Bunun anlamı da şudur: Kitapta gerçekler (bilimsel ya da mitossal) doğrulanmıyor; olguların (gerçeklerin, olayların) gerçeklikte olduklarına benzer betimlemesine girişilmiyor. Rabelais’nin benzersiz mutlu çağı: Romanın kelebeği bedeninde krizalitin parçalarını taşıyarak uçmaktadır. Panurge romanın henüz bilinmeyen geleceğinden gelirken Pantagruel devsel görünüşüyle hâlâ geçmişe aittir. Yeni bir sanatın olağanüstü doğuş ânı Rabelais’nin kitabına inanılmaz bir zenginlik kazandırmaktadır; her şey oradadır: Gerçeksilik (gerçeğe benzerlik), inanılmaz (gerçeğe benzemez) olan, istiare, yergi, devler ve normal insanlar, küçük öyküler, içedönüşler, gerçek ve düşsel yolculuklar, bilgince tartışmalar, katkısız dilsel ustalık ürünü yazılar. XIX. yüzyılın mirasçısı olan günümüz romancısı ilk romancıların bu olağanüstü karışık evrenine ve bu evreni saran, onu devindiren neşeli özgürlüğe karşı kıskançça bir özlem duymaktadır. Rabelais nasıl kitabının ilk sayfalarında Gargantua’yı dünya sahnesine anasının kulağından indiriyorsa, aynı şekilde Şeytan Ayetleri’nde Salman Rushdie’nin iki kahramanı, bir uçağın havada infilak etmesinden sonra, sohbet ederek, şarkı söyleyerek yere düşmekte, komik ve tuhaf davranmaktadırlar. Yatar koltuklar, karton bardaklar, oksijen maskeleri ve yolcular “yukarda, arkada, aşağıda, boşlukta” yağmur gibi yere inerlerken, bu iki kahraman Etene: Memelilerde ana Ue cenin arasında kan alıp verme işini sağlayan organ, son, eş, döl eşi, meşime, plasenta. (Çev.) 9 dan biri olan Gibreel Farishta “havada kulaç atarak ya da kelebek stilinde yüzmekte ve^başlangıcımsının (başlangıç benzerinin) sonsuzluğunda (sonsuzluk benzerinde) ayak ve bacaklarını açarak top gibi yuvarlanmaktadır.” Öteki kahramana, Saladin Chamcha’ya gelince, “bütün düğmeleri iliklenmiş gri bir takım elbise giymiş, kolları gövdesine yapışmış […] başında bir melon şapka […] zarif bir gölge gibi […] tepe üstü düşmektedir.” Roman işte bu sahneyle başlar, çünkü, tıpkı Rabelais gibi Rushdie de romancı ile okur arasındaki sözleşmenin daha başlangıçta yapılması gerektiğini bilmektedir; şunun açıkça bilinmesi gerekmektedir: Olağanüstü olaylar söz konusu olsa da, burada anlatılanlar ciddi şeyler değildir. Ciddi olmayan ile olağanüstünün uzlaşması: İşte size Dördüncü Kitap’tan bir sahne: Pantagruel’ia gemisi açık denizde koyun yüklü bir şileple karşılaşır; pantolonu yırtmaçsız, gözlüğü başlığına takılı Panurge’ü gören bir celep zıpırlık edip ona boynuzlu muamelesi yapabileceğini sanır. Panurge hemen öcünü alır: Heriften bir koyun alıp denize atar; bunu gören öteki koyunlar koyunluk edip hepsi birden denize atlarlar.


Tüccarlar şaşırırlar, kimini postundan kimini boynuzlarından yakalayayım derken kendileri de cumburlop denizi boylarlar. Panurge eline bir kürek alır, hiç kuşkusuz tüccarları kurtarmak için değil, şilebe tırmanıp çıkmalarını engellemek amacıyla; bu dünyanın bayağılıklarını, öteki dünyanın iyiliğini ve mutluluğunu sayıp dökerek, Ölülerin yaşayanlardan daha mutlu olduklarını ileri sürerek onları uzdiliyle yüreklendirir. Bununla birlikte, hâlâ’ insanların arasında yaşamak istiyorlarsa, Yunus Peygamber misali balinalara rastlamalarını diler. Tüccar takımının hepsi boğulup ölünce, iyi yürekli Rahip Jean, bizim Panurge’ü kutlar, ancak koyun için celebe para ödeyerek parasını çarçur etmesini eleştirmekten geri durmaz. Bunun üzerine Panurge: “Tanrı adına, elli bin franklıktan daha fazla eğlendim!” der. Gerçekdışı, olanaksız bir sahne; hiç değilse bir kıssadan hissesi var mı? Rabelais cezalandırılmalarından hoşlanacağımız tüccarların bayağılıklarını mı göstermektedir? Yoksa Panurge’ün acımasızlığına karşı bizi öfkelendirmek mi istemektedir? Yoksa iyi bir kilise karşıtı olarak, Panurge’ün savurduğu dinsel beylik sözlerin ahmaklığıyla alay mı etmektedir? Siz tahmin edin! Her yanıt bir dangalak tuzağından başka bir şey değildir. 10 Octavio Paz: “Ne Homeros, ne de Vergilius, mizahı tanıdılar; Ariosto onu sezinlemiş gibidir, ama mizahı biçimlendiren Cervantes’tir […] Mizah, modern düşüncenin (aklın) büyük keşfidir” der. Temel düşünce şudur: Mizah (nükte) insanla yaşıt, insan kadar eski bir alışkanlık, görenek değildir; mizah, romanın doğuşuna bağlı bir buluştur. Demek ki mizah, şaka, alay, yergi değildir; mizah, komik’in özel bir durumudur, özel bir komik tarzıdır; Paz, mizahın dokunduğu her şeyi gizemli kıldığını, anlamını çoğalttığını söyler (mizahın özünü anlamak için bir anahtardır bu). Panurge’un, kendilerine öteki dünyanın övgüsünü yaparak koyun tüccarlarını ölüme postaladığı sahneden hoşlanmayı beceremeyenler, roman sanatından hiçbir şey anlamayacaklardır. Ahlâkî yargının askıya alındığı alan Okurlarımla aramdaki anlaşmazlıkların en çok neden kaynaklandığını sorsalardı, hiç duraksamadan yanıtlardım: Mizah. Fransa’ya geleli çok olmamıştı, suydum buydum, ama bıkkın değildim. Benim Aynlık Valsfim1 seven büyük bir tıp profesörü benimle görüşmek isteyince pek okşanmıştım, hoşuma gitmişti. Ona göre, romanım kâhinlere yaraşır bir romandı; bir kaplıca kentinde, özel bir şırınga ile kendi spermlerini çaktırmadan şırınga ederek kısır kadınları tedavi eden doktor Sketa adlı roman kahramanıyla geleceğin büyük sorununa el atmıştım. Beni yapay dölleme konusunda yapılacak bir kollokyuma davet ediyor.

Cebinden bir kâğıt çıkartıp konuşmasının karalamasını okuyor. Spermi veren kaynak bilinmemelidir, sperm verme karşılıksız olmalı ve (o anda gözlerime bakıyor) üçlü bir aşktan kaynaklanmalıdır: İşlevini tamamlamak isteyen bilinmeyen bir yumurta için duyulan aşk; vericinin, verme eylemi sayesinde devam edecek olan kendi bireyliğine olan aşkı ve, üçüncüsü, acı çeken doyumsuz bir çifte duyulan sevgi. Sonra, yeniden gözlerime bakıyor: Saygısına karşın, beni eleştirmekte sakınca görmüyor: Tohum vermenin ahlâkî güzelliğini yeterince güçlü bir biçimde dile getirmeyi başaramamışım. Kendimi savunuyo 1. Milan Kundera, Aynlık Vaiha, Çer. Aydın Emeç, Can Yayınlan. 11 rum: Romanın komik olduğunu söylüyorum! Romandaki doktor bir üçkâğıtçıdır! Her şeyi bu kadar ciddiye almamak gerekir! Öyleyse, diyor kuşkuyla, romanlarınızı ciddiye almamalı mıyız? Şaşırıyorum ve birden, anlıyorum: Hiçbir şey mizahı anlaşılır kılmak kadar güç olamaz. Dördüncü Kitap’ta^ denizde bir fırtına sahnesi var: Herkes kaptan köprüsündedir, gemiyi kurtarmaya çabalamaktadır. Korkudan taş kesilmiş Panurge ise inlemekten başka bir şey yapmamaktadır: Gülünç ağlayıp sızlanmaları, yanıp yakınmaları sayfalar boyu uzar gider. Fırtına diner dinmez bizimki cesaretlenir ve tembelliklerinden dolayı herkesi paylar. Burada ilginç olan şudur: Bu korkak, bu tembel, bu yalancı, bu üçkâğıtçı karşısında hiçbir öfke duymamamız bir yana, adamı en çok palavra salladığı sırada seviyoruz. Rabelais’nin kitabının tam anlamıyla ve kesin olarak roman olduğu bölümlerdir bunlar: Yani: Ahlâkî yargının askıya alındığı alan. Ahlâkî yargıyı askıya almak, romanın ahlâksızlığı değildir, romanın ahlâkı’dır. İnsanın, hemen, durmaksızın, herkesi, bütün dünyayı yargılamak gibi söküp atılamayan alışkanlığına karşı çıkan ahlâk. Bu ateşli yargılama yeteneği, romanın sağduyusu açısından, en korkunç budalalık, en tehlikeli kötülüktür.

Romancı* koşulları göz önünde bulundurmadan, ahlâkî yargının doğruluğunu tartışmakla kalmıyor, üstelik onu roman dışına atıyor. Şimdi, canınız isterse, alçaklığı için Panurge’ü suçlayın, Emma Boyar/yi suçlayın, Rastignac’ı suçlayın, bu sizin işiniz; romancının elinden bu konuda bir şey gelmez. Ahlâkî yargının askıya alındığı yapıntısal alanın keşfi çok önemli bir başarı oldu: Burada yalnızca romansal (romana özgü) kişiler gelişme gösterebilirler, yani önceden varolan bir gerçekliğe göre, iyi ya da kötünün örneği olarak, ya da birbiriyle çatışan nesnel yasaların yansıması olarak tasarlanmış bireyler değiİ, ama kendine özgü ahlâklarına, kendine özgü yasalarma dayanan özerk varlıklar yaşayabilir. Batı toplumu kendisini insan hakları toplumu olarak sunmaya alışmış bulunuyor; ama bir insan haklara sahip olmadan önce, bir birey olarak oluşmak, kendini bir birey olarak düşünmek ve (başkaları tarafından) birey sayılmak zorundaydı; Avrupa sanatları ve özellikle, başkasına ilgi duymayı, başkasını merak 12 etmeyi ve kendisininkinden farklı gerçekleri anlamayı okura öğretmeye çalışan romanın o uzun deneyimi olmasaydı, bu gerçekleşmezdi. Bu anlamda, Avrupa toplumunu ‘roman toplumu’ olarak tanımlamakta ve Avrupalılardan da ‘romanın çocukları’ olarak söz etmekte haklıdır Cioran. Kutsala karşı saygısız davranma Dünyanın tannsızlaştırılması (Entgötterung), Modern Çağ’ı belirleyen olaylardın biridir. Tanrısızlaştırma, tanrıtanımazlık anlamına gelmez, bireyin, düşünen ben’in (ego’nun) her şeyin temeli olarak Tanrının yerini aldığı durumu belirtir; insan inananı korumayı, inançlı olmayı, kilisede diz çökmeyi, yatağında dua etmeyi sürdürebilir, dindarlığı artık yalnızca kendi öznel evrenine ait olacaktır. Bu durumu betimleyen Heidegger şu sonuca varır: “Ve böylece Tanrılar sonunda çekip giderler. Bunun sonucunda ortaya çıkan; boşluğu mitosların tarihsel ve psikolojik keşfi doldurur.” Mitosların, kutsal metinlerin tarihsel ve psikolojik keşfi şu anlama gelir: Onları dinsel niteliklerinden arındırmak, onları dindışı kılmak. Fransızca Profane (dinde olmayan, dine yabana, dinle ilgisi bulunmayan) sıfatı Latince Profanum sözcüğünden gelir: Tapınağın önündeki yer, tapmak dışı. Kutsalsızlaştırma (la profanation), demek ki kutsal olanın tapınak dışına çıkartılmasıdır, din dışı alana taşınmasıdır. Gülme (alay) romanın havasına ne denli görülmeyecek biçimde dağılırsa, roman da o ölçüde dindışı nitelik kazanır. Çünkü din ile mizah birbirleriyle bağdaşmazlar, bir arada bulunmazlar. Thomas Mann’in 19261942 yılları arasında yazdığı Yusuf ve Kardeşleri (Joseph und seine Brüder) dörtlemesi, kutsal metinlerin eşsiz bir ‘tarihsel ve psikolojik keşfi’dir, Thomas Mann’ın gülümseyen ve benzersiz ölçüde sıkıcı anlatım biçimiyle aktarılan kutsal metinler birden kutsallıklarını yitirirler: İncil’de bir sonsuz zaman içinde varolan Tanrı, Mann’ın yapıtında İbrahim Peygamberin keşfi olan insan yaratısına dönüşmüştür: İbrahim onu çoktanrılı kaostan çekip çıkarmış, ilkin üstün bir söylence tanrısı, daha sonra da tek tanrı (söylence tanrısı) yapmıştır; varlığım kime borçlu olduğunu bilen Tanrı şöyle haykırır: “Bu zavallı insanın be 13 ni böylesine tanıyor olması inanılmaz bir şey.

Onun bana vermiş olduğu ad altında oluşmayacak mıyım? Gerçekte, bu adı kutlayacağım.” Ama Mann, romamnın mizahi bir yapıt olduğunun altını özellikle çizer. Gülmeye neden olan Kutsal Kitaplar! Örneğin Putiphar ile Yusuf un öyküsü; aşktan deliye dönmüş Putiphar dilini yaralar ve baştan çıkartıcı sözlerini bir çocuk gibi peltek peltek söyler, düz beni, düz beni… O böyle konuşurken, namuslu Yusuf, üç yıl boyunca her gün, sevişmelerinin yasaklanmış olduğunu peltek kadına sabırla anlatmaya çalışır. Mukadder gün, evde ikisi yalnızdırlar; kadın yeniden basuru*, düz beni, düz beni diye diretir ve Yusuf, neden sevişmemeleri gerektiğinin gerekçelerini bir kez daha sabırla ve eğitici bir biçimde açıklar, ama bu açıklamayı yaparken kamışı kalkar, kamışı dehşetli kalkar, öylesine kalkar ki bunu gören Putiphar delicesine azıp Yusuf un gömleğini parçalar ve kamışı hâlâ kalkık Yusuf kendini kurtarmak için kaçarken, kafayı oynatmış, umutsuzluğa kapılmış, kudurmuş kadın bağırıp çağırır, Yusuf u ırza geçmekle suçlayarak yardım ister.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir