Mo Yan – Yasam ve Olum Yorgunu

Benim hikâyem 1 Ocak 1950’de başladı. Bundan iki yıl kadar önce cehennemin en derin çukurlarında insanın aklı hayaline getiremeyeceği işkencelere maruz kaldım. Her duruşmada mağduriyetimi haykırdım. Vakur ve hüzünlü sesim Yama’nın duruşma salonunun her bir köşesine yayılıp üst üste yankılandı. Zalim işkencelere katlanırken bir kere bile pişman olup tövbe etmediğimden sert adam olarak nam saldım. Zebanilerin bana karşı olan gizli hayranlığını ve Cehennemin Efendisi Yama’nın da benden illallah ettiğini biliyordum. Suçumu itiraf edip yenildiğimi kabul etmem için bana cehennemin en acımasız işkencesini uyguladılar, beni kaynar bir yağ kazanına attılar, kazanın içinde yarım saat bir o yana bir bu yana savrularak bir tavuk gibi kızardım, kelimeler kifayetsiz kalır tattığım acıyı anlatmaya. Zebanilerden biri beni bir şeytan çatalıyla kazandan çıkarıp yukarı kaldırdı, sonra adım adım sarayın merdivenlerini çıkmaya başladı. Merdivenin iki yanına vampir bir yarasa sürüsünü andıran, ıslık çalan zebaniler sıralanmıştı. Vücudumdan süzülen kaynar yağlar merdivenlerin üzerine damlayınca yerden sarı duman bulutları yükseldi… Zebani beni Yama’nın tahtının önündeki arduvaz bir yükseltinin üzerine bıraktı, sonra yere diz çöküp Yama’ya, “Yüce Efendi’ miz, iyice kızardı,” dedi. İyice kızarıp gevrekleştiğimi, şöyle hafifçe dokunsalar paramparça olacağımı biliyordum. Salonun tepesinden, yukarıda yanan parlak mum ışığının içinden Yama’ nın alaycı sorusu yankılandı birden: “Ximen Nao bir daha şamata çıkaracak mısın?” Ne yalan söyleyeyim, o an gerçekten sarsıldım. Yağın içinde boylu boyunca uzanırken gevrek vücudumun titrediğini ve eklemlerimin çatırdadığını duyumsadım. Acı eşiğimin sınırına ulaştığımı biliyordum, boyun eğmezsem bu yozlaşmış yetkililerin bana ne gibi işkenceler yapacağını hiç bilmiyordum; ama yenildiğimi kabul edersem daha önce yaptıkları işkencelere boşu boşuna katlanmış sayılmayacak mıydım? Büyük bir gayretle başımı kaldırıp –başım her an boynumun üzerinden ayrılacakmış gibi duruyordu– mum ışığına doğru bakınca Cehennemin Efendisi Yama ve yanındaki yeraltı hâkimlerinin yüzlerindeki yağlı ve kurnaz gülümsemeyi gördüm. İçimde büyük bir öfke büyüdü.


Canları cehenneme, diye düşündüm, değirmentaşında toza dönüştürüp et suyu olana kadar havanda dövseler de pes etmeyeceğim. “Suçsuzum ben!” diye haykırdım. Ağzımdan kokuşmuş yağ damlaları püskürterek bağırıyordum: Suçsuzum ben! Ben, Ximen Nao, ölümlüler arasında geçirdiğim otuz yıl boyunca çalışma aşkıyla yanıp tutuştum, evini geçindiren, kanaatkâr bir adamdım, köprü ve yollar tamir ettim, her zaman hayır işledim. Gaomi Kuzeydoğu Bucağı’nın bütün tapınaklarındaki heykeller benim bağışlarım sayesinde restore edildi; Gaomi Kuzeydoğu Bucağı’nın bütün yoksullarının benim aşımı yemişliği vardır. Aile ambarımızdaki her bir tahıl tanesi alınterimle ıslandı; aile kasamızdaki her bakır paranın üzerinde canımı dişime takmışlığımın izi vardır. Zenginliğimi sıkı çalışmaya borçluyum, ailemin temelini bilgelik üzerine kurdum. Hayatımda hiçbir kötülük yapmadığımdan hiç kuşkum yok. Ama –sesim burada tiz bir çığlığa dönüştü– ama benim gibi iyi kalpli, doğru, dürüst ve düzgün bir adamın ellerini bir suçlu gibi arkasından bağlayıp köprüye çıkardılar ve vurdular oracıkta! İçine yarım sukabağı barutla yarım kâse saçma doldurdukları eski bir av tüfeğiyle yarım adımlık bir mesafeden ateş edildi, tüfek patlayınca başımın yarısı kan gölüne döndü, başımdan akan kan köprünün üzerini ve köprünün altındaki kavun büyüklüğündeki gri beyaz taşları kirletti… İtiraz ediyorum, suçsuzum ben, beni salmanızı rica ediyorum, böylece geri dönüp o insanlara ne suçum olduğunu sorabilirim! İşte ben böyle bombardıman atışı gibi konuşurken Cehennemin Efendisi Yama’nın yağdan parlayan o koca yüzünün durmadan seğirdiğini gördüm. Yama’nın yanındaki hâkimler de başlarını başka yöne çeviriyor, hiçbiri bana bakmaya cesaret edemiyordu. Hepsinin benim suçsuz olduğumu bildiğinden emindim, daha en başından beri benim suçsuz olduğumu biliyorlardı ama benim bilmediğim bir nedenden ötürü hepsi sağır ve dilsizi oynuyordu. Ben de bağırmaya devam ettim, sürekli kendimi tekrar ederek aynı şeyleri söylüyordum. Yama ve yanındaki hâkimler birbirlerine bir şeyler fısıldadıktan sonra Yama, duruşma salonunda sessizliği sağlamak için tokmağını vurdu. “Tamam,” dedi, “Ximen Nao, senin suçsuz olduğunu biliyorum. Dünya üzerinde ölmesi gereken o kadar insan var ama nedense bir türlü ölmüyorlar; ölmemesi gereken bir sürü insansa birbiri ardına ölüyor. Bu taht, bu gerçeği değiştirmek için hiçbir şey yapamaz.

Sana merhamet gösterip geri yollayacağım.” Bu beklenmedik sevinç, değirmentaşı gibi üzerime çullanıp neredeyse un ufak ediyordu beni. Yama, üçgen şeklinde koyu kırmızı bir izin belgesi fırlatıp çok sabırsız bir ses tonuyla şöyle buyurdu hemen: “Boğa Kafalı, At Suratlı yollayın şunu!” Yama, yenlerini titreten bir el hareketiyle duruşma salonunu terk edince hâkimler de onun peşi sıra seyirtti. Mumların alevleri onların geniş yenlerinin oluşturduğu hava akımıyla salındı. Kara giysilere bürünmüş, bellerine geniş, turuncu kuşaklar sarmış iki zebani karşıdan çaprazlama bir şekilde yanıma geldi. Birisi izin belgesini yerden alıp kuşağının içine sokuşturdu, diğeriyse beni kolumdan çekerek ayağa kaldırmaya çalıştı. Kolumdan sanki kemiklerim kırılıyormuş gibi gevrek bir çatırdama duydum. Tiz bir çığlık attım. İzin belgesini alan zebani kolumu çekiştiren zebaniyi dürtüp yaşlı ve bilge bir adamın tüyü bitmemiş öğrencisini eğitirken kullandığı bir ses tonuyla, “Anasını satayım, senin kafan suyla dolu galiba? Gözlerini bir kel kartal mı oydu yoksa? Adamın, Tianjin’in 18. Cadde’sindeki 2 kızarmış hamur işleri gibi gevrekleştiğini görmüyor musun?” dedi. Bu bilge ses tonunu duyan genç zebani gözlerini devirip ne yapacağını bilemez bir halde kalakaldı. “Ne bakıyorsun öyle aval aval?” dedi izin belgeli zebani, “Gidip biraz eşek kanı getir hadi!” Genç zebani yüzünde birdenbire aydınlanmış gibi bir ifadeyle kafasına vurdu. Ardına dönüp salona koşturdu, çok geçmeden elinde üzerinde kan lekeleri olan ahşap bir kovayla geri döndü. Genç zebaninin kovayı taşırken iki büklüm olmasına bakılırsa kova çok ağır olmalıydı, her an yere düşecekmiş gibi sendeleyip duruyordu. Kovayı yanıma öyle sert bir şekilde bıraktı ki, çıkan tok sesten tüm vücudum titredi.

Kovadan insanın midesini bulandıran iğrenç bir koku yükseliyordu; sanki eşeğin vücut ısısını taşıyan sıcak ve pis bir kokuydu bu. Birden zihnimin derinliklerinde öldürülen bir eşeğin görüntüsü belirdi ve belirir belirmez kayboluverdi. İzin belgeli zebani, kovanın içinden domuz kılından yapılmış bir fırça çıkardı, fırçayı o yapış yapış koyu kırmızı eşek kanına batırıp kafa derimi fırçalamaya başladı. Kendimi tutamayıp tüyler ürperten bir çığlık attım; çünkü vücuduma sanki on bin tane akupunktur iğnesi batıyormuş gibi yarı acı, yarı uyuşuk garip bir his duyumsuyordum. Kendi etimden gelen hafif çıtırtıları duydum, kanın kavrulmuş etimi ıslattığını fark edince uzun bir kuraklıktan sonra yağmura kavuşan topraklar geldi aklıma. O sırada aklım tamamen karıştı, yüzlerce duyguyu iç içe yaşıyordum. Zebani, usta bir boyacı gibi birbirini kesintisiz takip eden fırça darbeleriyle tüm vücudumu baştan aşağıya eşek kanıyla boyadı. En sonunda kovayı kaldırıp içinde artık ne kaldıysa üzerime boca etti. Yaşamın yeniden dalga dalga kabardığını duyumsadım içimde. Güç ve cesaret vücuduma geri dönmüştü. Onların yardımı olmadan ayağa kalktım. Bu iki zebani “Boğa Kafalı” ve “At Suratlı” diye çağrılmalarına rağmen hani bizim cehennemi tasvir eden resimlerde gördüğümüz gibi vücudu insan, kafası boğa ya da vücudu insan, yüzü at gibi değildi hiç de. Onların vücut yapılarının insanlarınkinden bir farkı yoktu aslında, aramızdaki tek fark ten renklerinin sanki büyülü bir boyaya batırılmış gibi göz kamaştıran bir mavilikte olmasıydı. Böylesine asil bir mavi biz ölümlüler arasında çok nadir görülen bir renktir, onu ne kumaşlarda ne de ağaçlarda görebilirsiniz; ama ben bu rengi çiçeklerde görmüştüm, Gaomi Kuzeydoğu Bucağı’nın bataklığında sabahları açan ama öğle olmadan hemen solan o küçük çiçeklerde. Birer yanıma geçen bu ince uzun, mavi zebanilerin eşliğinde, görünüşe göre asla son bulmayacak karanlık bir tünelde yola koyuldum.

Tünelin iki yanındaki duvarların üzerinde her birkaç metrede bir, duvardan fırlamış gibi duran mercan şeklinde tuhaf fener askıları vardı, askılardan düz tabakları andıran soya yağı fenerleri sarkıyordu, soya yağının kâh keskinleşen kâh hafifleyen kokusu bazen aklımı açıyor, bazen de bulanıklaştırıyordu. Fenerlerin ışığında tünelin tavanından sarkan bir sürü büyük yarasa gördüm, yarasaların pırıl pırıl gözleri koyu karanlıkta yanıp sönerken arada granül büyüklüğünde, pis kokan, yarasa boku düşüyordu başıma. Sonunda tünelden çıktık ve yüksek bir platforma tırmandık. Saçları beyazlamış yaşlı bir kadın, yaşıyla büyük bir tezatlık içinde olan pürüzsüz, narin ve beyaz elini uzattı, kuzgun karası ahşap bir kaşıkla kirli bir çelik tencerenin içinden pis kokan siyah bir sıvı çıkarıp kırmızı sırlı büyük bir kâsenin içine boşalttı. Zebanilerden biri kâseyi alıp bana uzattı, yüzünde, içinde kötülük taşıdığı çok belli olan bir gülümseme belirdi. “Hadi iç şunu,” dedi bana, “bu çorbayı içtikten sonra bütün acılarını, endişelerini ve kinini hemen unutacaksın.” Kâseyi elimin tersiyle itip yere çaldım. “Hayır,” dedim zebaniye, “bütün acılarımı, endişelerimi ve kinimi aklımda tutmak istiyorum, aksi takdirde ölümlülerin arasına dönmemin hiçbir anlamı kalmaz.” Başımı gururlu bir şekilde yukarıya kaldırıp platformdan aşağıya indim, ahşap plakaların birbirine çivilenerek tutturulmuş zemin, ayaklarımın altında titremeye başladı attığım her adımda. Zebanilerin adımı haykırarak platformdan aşağıya inip arkamdan koşturduğunu duydum. Bundan sonra tek bildiğim şey Gaomi Kuzeydoğu Bucağı’nın toprakları üzerinde yürüdüğümüzdü. Buradaki her dağı, her nehri, her ağacı ve her otu çok iyi tanıyordum. Bana yabancı gelen tek şey toprağın üzerine çakılmış olan beyaz kazıklar oldu, kazıkların üzerine kimini bildiğim kimini de bilmediğim isimler yazılmıştı mürekkeple, hatta bizim evin o verimli topraklarının üzerinde bile bir sürü kazık dikiliyordu. Daha sonra ben cehennemde masumiyetimi açıklığa kavuşturmakla meşgulken, ölümlülerin dünyasında bir toprak reformu yapılmış olduğunu öğrendim, büyük toprak sahiplerinin arazileri, hiç arazisi olmayan yoksul köylülere tahsis edilmişti, benim arazim de bir istisna sayılmamıştı doğal olarak. Arazi paylaşımının hanedanlık tarihi boyunca da emsalleri olmuştu, öyleyse tam da arazi paylaşımının öncesinde beni niye vurmuşlardı ki! Zebaniler benim kaçacağımdan korkarmışçasına her biri bir yanımda ilerlerken o buz gibi soğuk ellerini ya da daha açık bir şekilde söylersem o buz gibi pençelerini kollarıma geçirmişlerdi sımsıkı.

Güneş parlıyordu, hava çok temizdi, kuşlar uçup cıvıldıyor, tavşanlar zıplıyor, nehir ve hendeklerin gölgede kalan kısımlarında birikmiş kardan yansıyan ışınlar gözlerimi acıtıyordu. O iki mavi zebaninin yüzüne bakınca onların rolleri gereği ağır bir makyaj yapmış oyuncular olduğunu hissettim birden; ama dünyadaki hiçbir renk onların yüzlerini böylesine asil ve böylesine saf bir renge boyayamazdı asla. Nehrin kenarındaki patika boyunca ilerleyip onlarca köyden geçtik, yol boyunca bir sürü insan çıktı karşımıza. İçlerinde birkaç komşu ve arkadaşa da rastladım ama ne zaman ağzımı açıp onlara selam vermek istesem zebanilerden biri tam zamanında uzanıp boynumu sıktığından ötürü gıkımı bile çıkaramıyordum. Bu davranışlarından dolayı onlara duyduğum memnuniyetsizliğimi güçlü bir şekilde ifade ettim. Bacaklarını tekmeledim ama sanki bacaklarında bir tel bile sinir yokmuş gibi sessizliklerini korudular. Yüzlerine kafa attım ama yüzleri sanki plastikten yapılmış gibiydi. Boğazıma yapışmış el sadece etrafta kimseler yokken gevşiyordu. Lastik tekerlekleri olan bir at arabası, ardından bir toz bulutu savurarak yanımızdan geçip gitti, atın ter kokusu çok tanıdık gelmişti. Omuzlarına koyun derisinden bol dökümlü bir palto geçirmiş olan Ma Wendou’nun elinde bir kırbaçla sürücü sırasına oturmuş olduğunu gördüm, uzun saplı piposuyla tütün kesesini birbirine bağlayıp paltosunun yakasından aşağıya doğru sarkıtmıştı. Tütün kesesi bir meyhanenin önündeki küçük bayrak gibi sallanıyordu. At arabası benim at arabamdı, at da benim atımdı ama arabanın sürücü koltuğunda oturan adam benim çalışanlarımdan biri değildi. Neler olup bittiğini sormak için ileriye doğru atılmak istedim ama o iki zebani kollarıma asma gibi dolanmıştı. Ma Wendou beni görmüş olmalıydı ve kim olduğumu biliyordu, zebanilerin elinden kaçmaya çalışırken çıkardığım sesleri duymuş ve vücudumdan yayılan, dünyada pek sık rastlanmayan o garip kokuyu da almış olmalıydı; ama at arabasını sanki bir felaketten kaçarcasına hızla sürüp önümden geçivermişti işte. Daha sonra uzun sopalar üzerinde yürüyen bir grup adamla karşılaştık, Budist Rahip Xuanzang’ın 3 kutsal metinleri almak için çıktığı hac yolculuğunu canlandırıyorlardı, Maymun Kral Sun Wukong ve Domuz Zhu Bajie 4 kılığında giyinmiş köylüleri tanıyordum.

Taşıdıkları afişlerin üzerinde yazan sloganlardan ve konuşmalarından o günün 1950 yılının ilk günü olduğunu öğrendim. Tam bizim köyün başındaki küçük taş köprüye vardığımızda içimde bir huzursuzluk baş gösterdi. Birazdan köprünün altında benim kanımla renk değiştirmiş olan ve üzerine beyin parçalarımın sıçradığı taşları görecektim. Taşların üzerine yapışmış olan kumaş parçaları ve kirli saç tutamlarından nahoş bir kan kokusu yükseliyordu. Harap köprünün ağzında üç tane vahşi köpek toplanmıştı. İkisi yere uzanmış, biri de ayakta dikiliyordu. İkisi kara, biri de sarıydı. Hepsinin tüyleri parlak, dilleri parlak kırmızı, dişleri bembeyaz, gözleriyse ışıl ışıldı. Mo Yan “Safrakesesinin Hatıratı” 5 adlı romanında bu küçük taş köprüyü ve burada insan cesedi yiyen çıldırmış köpekleri anlatmıştı. Romanda hayırlı bir oğuldan da bahseder, oğlan daha yeni vurulmuş birinin safrakesesini çıkarıp annesinin gözlerini tedavi etmek için eve götürür. Ayıların safrakesesinin ilaç yapımında kullanıldığı hakkında birçok hikâye duymuştum ama insan safrakesesinden bahsedenini hiç duymamıştım, bu o taşaklı ufaklığın uydurduğu bir şey olmalıydı. Romanlarında anlattığı hikâyeler kendi uydurduğu saçmalıklar işte, gerçek olduklarına kesinlikle inanmamak gerek. Köprüden bizim eve giden yolda ilerlerken, infazım gerçekleşirken yaşanan sahneler süzülmeye başladı zihnimin derinliklerinde: Ellerimi ince, kenevir bir iple arkamdan bağlayıp boynuma üzerinde suçlu olduğumu yazan bir levha astılar. Ay takviminin on ikinci ayının yirmi üçüncü günüydü, Çin yeni yılına yedi gün vardı daha. Rüzgârın soğuğu insanın iliklerine işliyordu, gök kırmızı ve yoğun bulutlarla kaplıydı.

Beyaz pirinç tanelerini andıran karla karışık yağmur boynumdan içeri giriyordu. Bai ailesinden olan karım arkamda yürürken feryat figan ağlıyordu ama cariyelerim Yingchun ve Qiuxiang’ın seslerini duymadım nedense. Yingchun hamileydi ve her an doğurabilirdi, bu yüzden onun beni uğurlamaya gelmemesi affedilebilir bir şeydi; ama Qiuxiang hamile filan değildi ve yaşı da çok gençti, onun uğurlamaya gelmemesi beni üzdü açıkçası. Köprünün üzerinde durduktan sonra birden ardıma dönüp benden sadece birkaç ayak uzaklıkta olan Milis Komutanı Huang Tong ve yanındaki milislere baktım. “Beyler, hepimiz aynı köydeniz, sizlerle aramda hiçbir düşmanlık yok, ne eskiden olmuşluğu var ne de şimdi, kardeşlerim sizi kırdıysam lütfen kırgınlığınızı şimdi dile getirin, böyle olmasına hiç gerek yok, değil mi?” dedim. Huang Tong bana bir bakış attıktan sonra hemen gözlerini kaçırdı. Altın sarısı gözbebekleri iki altın yıldız gibi parlıyordu. Huang Tong, ah Huang Tong, ananla baban sana bu ismi vermekle çok doğru bir iş yapmışlar! “Saçmaladığın yeter, hükümet politikasını uyguluyoruz burada!” dedi Huang Tong. Ben de kendimi aklamaya devam ettim: “Beyler, kardeşlerim, beni ille de öldürecekseniz bari bir açıklama yapın, suçum nedir Tanrı aşkına?” “Cehennemin Efendisi Yama’nın yanına gittiğinde ona sorarsın açıklamayı,” dedi Huang Tong. Sonra birden tüfeğini havaya kaldırdı, tüfeğin namlusu alnımdan sadece yarım ayak uzaklıktaydı, başımın uçup gittiğini hissettim, sonra kıvılcımlar gördüm, sanki çok uzak bir yerden gelen bir patlama duydum, havada süzülen barut kokusunu aldım… Avlunun aralık bırakılmış kapısından avlunun içinde oynaşan birkaç gölge gördüm, benim geri dönmüş olduğumu nasıl bilebilirlerdi ki? O iki saygıdeğer zebaniye döndüm. “Kardeşlerim, size de zahmet oldu,” dedim. Zebanilerin mavi yüzlerindeki sinsi gülümsemeyi gördüm birden, daha bu gülümsemenin anlamını çözememişken beni kolumdan tuttukları gibi ileriye doğru ittiler. Gözlerimin önüne loş bir perde indi, kendimi suda boğuluyormuş gibi hissettim, birden birinin neşeyle bağırdığını duydum: “Çıktı!” Gözlerimi açınca tüm vücudumun yapışkan bir sıvıyla kaplı olduğunu gördüm, dişi bir eşeğin kıçının arkasında uzanıyordum. Aman Tanrı’m! Özel hocalar tutularak okutulmuş, okuryazar, aydın ve köy eşrafından Ximen Nao’nun, kar beyazı toynakları olan pembe dudaklı bir eşek olarak yeniden doğacağı kimin aklına gelirdi ki?

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir