Muhyiddin Sekur – Golgeler Koridoru

“John Greene suç duyurusunda bulundu.” Şeyh, “Bir sonraki kitabının ilk bölümü işte bu cümleyle başlamalı” dedi, Pine Crest’in, yani o dönemde yaşadığı güney kasabasının bir sokağından arabayla geçerken. “Bu ülkenin dört bir köşesinde tıpkı onun gibi mağdur durumda olan kaç kişi olduğunun farkında mısın?” diye sordu. “Eminim onun gibi milyonlarca kişi vardır” diye cevap verdim. Ancak John Greene’i diğer mağdurlardan farklı kılan, siyahî olduğundan dolayı adaletsiz bir muameleye maruz kalmış ve bu konuda suç duyurusunda bulunmuş olmasıydı. ‘Peki ya, onu yegâne kılan ne?’ diye sorabilirsiniz. Zira pek çok siyahîye ve farklı milletlerden, farklı ten renklerine sahip insanlara her gün adaletsizce muamele edilmektedir. Evet, doğru. Ne var ki, bulunduğumuz güney kasabasında o güne kadar John Greene’den başka hiçbir siyahî, ırk ayrımcılığına tâbi tutulduğu için suç duyurusunda bulunmamıştı. Eğer Şeyh, John’un gözlerini açmasaydı, muhtemelen o da diğerleri gibi şikâyette bulunmayacaktı. John Greene’in hikâyesi, kışın sonlarına doğru Şeyhimi ziyaret etmek için yaptığım yolculuklardan biri esnasında benim hikâyemle kesişip, aynı mecrada akmaya başladı. Şeyh ile birlikte halvete çekilmek ve hizmette bulunabilmek için başka bir müridin refakatinde, Şeyh’in evinin bulunduğu kasabaya gelmiştim. Arabayla yaptığımız yolculuk tam bir gün sürdü ve bu uzun günün ardından, kasabaya gece epey geç bir saatte vardık. Nihayet Şeyh’in evine girdiğimizde derin bir oh çektik. Orada olmak bir teselli kaynağıydı.


İster enfüsî âlemime isterse etrafımı saran âfâkî âleme ne kadar büyük bir herc ü merc hâkim olursa olsun, Şeyh’in yanında her daim huzur buluyordum. O hayatımda olmasa ne yapardım diye düşünüyordum sık sık. Gerçi kendisi geçmişte, bana ve diğer müridlere, hâlihazırda ölü bir adam olduğunu hatırlatmıştı: iktidar ve şöhrete duyulan açlık karşısında ölü, her bir hevâ ve hevesinin peşinden gitmek arzusu karşısında ölü ve tatmini bu dünyada bulmak arzusu karşısında ölü. Ama bir yandan da ahirete göçtüğünde aramızdaki rabıtayı daha da kuvvetli hissedeceğimiz konusunda bizi temin etmişti. Kendime baktığımda, karşımda yegâne umudu, zincirlerinden kurtulmak olan bir mahpus görüyordum hâlâ. Nefsimin beni esir ettiği dar hücreden, yani öteden beri beni boyunduruğunda tutmakta olan birkaç nefsanî heves ve arzumdan kaçmış olduğum için Rabbime şükrediyordum elbette. Ama Şeyh’ten farklı olarak, henüz kelimenin tam anlamıyla hür olmaya muvaffak olamamıştım. Gerçi hücrenin dışındaydım, ama mahpusluğum devam ediyordu. Hususî hapishanemin duvarlarının ötesinde, daha büyük ve daha kusursuz bir hürriyete kaçmanın yolunu arıyordum hâlâ. Biz Şeyh’in evine gelmeden az önce oradan ayrılmış olan iki mürid, arkalarında bir not bırakmışlardı. Bu notla bize selâm ediyor ve o esnada şehir dışında olan Şeyh’e gelen mesajları iletiyorlardı. Biraz meyve yiyip birkaç bardak çay içtikten sonra yatsı namazını eda edip istirahate çekildik. Ertesi gün, evin ufak tefek tamir ve temizlik işleriyle uğraştık. Akşam namazının vakti çıkmak üzereyken, nihayet Şeyh aradı. Telefon çaldığında kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu.

İşte o anda, bütün bir günü Şeyh’ten gelen telefonu bekleyerek geçirdiğimi fark ettim. Şeyh, bize her zamanki sıcaklığıyla selâm ettikten sonra seyahatimizin nasıl geçtiğini ve evine ne zaman ulaştığımızı sordu. Sonra da havaalanına nasıl gidileceğini bilip bilmediğimizi sordu. Bilmediğimizi, ama haritadan bakabileceğimi ve gerektiği takdirde birilerinden yolu tarif etmelerini rica edebileceğimi söyledim. “Pekâlâ” dedi. “Havaalanına gelmeniz yaklaşık kırk dakikanızı alacak. Allah nasip ederse sizi pek yakında göreceğim. Bir mahzuru yoksa bana gelen postaları da yanınıza alın. Arabada okumak istiyorum.” Havaalanına vardığımızda Şeyh’i bulmamız zor olmadı. Aslında iyi görünüyordu ama bana öyle geldi ki zihnini kurcalayıp duran bazı meseleler vardı. Evrak çantasını arabanın arka koltuğuna koyarken bizi yeniden selâmladı; biz de derviş halkamıza mahsus kardeşlik selâmıyla karşılık verdik. Tam arabayı çalıştırmıştım ki, kendisine gelen postayı kucağına alırken “Neden buradayız?” diye sordu iç çekerek. “S e n neden buradasın Hacı Muhyiddin? Peygamber Aleyhisselâtüvesselâm’ın Tebük’e yaptığı seferin bir maksadı var mıydı?” Derin bir iç çekiş eşliğinde gelen bu soruları bir işaret addettim. Yeni bir irşadın, yeni bir dersin başlamakta olduğunu anladım.

Şeyh’in bir soruyu belirli bir amaç gütmeksizin sormadığını öteden beri biliyordum. Onun irşadı, Buddha koanlarından 2 farksızdı. Sorduğu sorular zaman zaman insanı şaşkına çevirirdi. Bu sorulara mantık yürüterek cevap aradığımızda hiçbir mânânın yakınından uzağından geçemezdik. Ama bilirdik ki Şeyh, her zaman biz müridlerine himmet etmek maksadıyla sorardı bu soruları. İrşad, bir bilmece ya da muamma gibi çözülmesi gereken bir şeydi ve Şeyh, sadece müridin verdiği cevabın muhtevasıyla değil, cevap verme tarzıyla da ilgilenirdi. Gerçi Şeyh’in soruşu bana o anda bir tecahül-i arifâne gibi göründü, ama yine de soruyu, üzerine tefekkür etmem gereken bir şey olarak düşünüp ciddiye aldım. Şeyh’in kısacık bir soruya sığdırdığı bu nebevî irşad, nice derin mânâlara gebeydi. Tebük Seferi’nde vuku bulan hadiseler hakkında okumalar yaptığımda ve bu hadiseleri izah eden Kur’ân ayetlerini gördüğümde, Şeyh’in sorduğu soru üzerine tefekkür etmeye ve bu sorudan bazı mânâlar çıkarmaya başladım. Ne var ki, başlangıç safhasında anladıklarım, buzdağının görünen kısmından ibaretti henüz. Muhammed Aleyhisselâtüvesselâm, Bizanslılara karşı sefere çıkacağını ilan etmesinin ardından, hayatı boyunca komuta ettiği en büyük orduyu toplamaya başladı… Tam otuz bin askerden ve on bin attan müteşekkil bir orduydu bu. İlginç olan şu ki, sefer, hurmaların olgunlaşmakta olduğu ve kavurucu sıcakların hüküm sürdüğü bir zamanda ilan edilmişti. Kalmak için de gitmemek için de sebep çoktu. Buna rağmen, ümmetin büyük bölümü alelacele hazırlıklara koyuldu. Bazıları ise savaşa gitmemek için türlü bahaneler uydurdu.

Münafıkların yanı sıra Bedevilerin ve imanı nispeten zayıf olanların arasından bazı kişiler, sefere katılmamak için Peygamber Aleyhisselâtüvesselâm’dan icazet istediler. Ayrıca, sahabenin önde gelenlerinden dört kişi de, ordu onlarsız yola koyuluncaya dek ayak sürüyüp hazırlıklarını erteledi. Ordu yola çıktıktan yaklaşık on gün sonra, geride kalan bu dört zâttan biri hata yaptığını fark ederek Peygamber Aleyhisselâtüvesselâm’a ve ordusuna katılmak için alelacele yola koyuldu. Bu zât, hüsn-ü kabul ile karşılandı. Sonuçta, İslâm ordusuyla Bizans ordusu savaş meydanında karşı karşıya gelmedi. Ancak, bu sefer, insanlara kendilerinin ve birbirlerinin gerçek yüzünü gösterdi. Peygamber Aleyhisselâtüvesselâm, Tebük’te geçirdiği on günün ardından Medine’ye döndü. Sefere gitmemek için türlü bahaneler uydurmuş olan münafıklar Peygamber Aleyhisselâtüvesselâm’ın yanına gelerek meramlarını anlattılar. Peygamber bu zevâtın dediklerini kabul etti, ama onlara Âlim-i Mutlak’ın onların en gizli düşüncelerinden dahi haberdar olduğunu da söyledi. Sefere gitmeyen üç mümine gelince, bu kişiler ümmetten tecrid edildiler; Müslümanlar, Allah haklarında hüküm verinceye değin onlarla konuşmaktan men edildi. Bu üç zât elli gün boyunca ümmetten dışlanmış hâlde yaşadı. Ellinci gün, sabah namazından sonra Peygamber Aleyhisselâtüvesselâm, Gafururrahîm’in onlara acıyarak merhamet ettiğini ilan etti ve bu üç zâta, kendileriyle ilgili vahyin nihayet geldiğini müjdeledi: Savaştan geri kalan üç kişinin de tövbelerini kabul etti. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları da kendilerini sıktıkça sıkmış, böylece Allah’ın azabından yine O’na sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra eski hâllerine dönsünler diye, onların tövbelerini de kabul etti. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edendir.

(Tevbe: 118) Şeyh, evinde misafir olduğum günlerden birinde, beni John Greene ile Greene’in karısı ve oğlu ile birlikte öğlen yemeği yemeye davet etti. Porsiyonları doyurucu, ev yemekleri yiyebileceğimiz ve makbul bir menüsü olan bir aile restoranını tercih ettik. Yemek boyunca hepimizin ilgisi John’un oğlu üzerindeydi. Yedi yaşlarındaki bu çocuk, yaşından umulmayacak kadar olgundu: sefere katılmamak için Hiç zorlanmadan kendini ifade ediyordu; algısı çok açıktı; üstün bir anlama yeteneği vardı ve tam bir akıl küpüydü. Varlığı insana neşe veriyordu… Güleryüzü, gamzeleri, iştahı ve terbiyesiyle sevimli mi sevimli bir çocuktu. Bu güzelim çocuk, zulüm gören bir milletin içine doğmuştu, ancak bu bile onun yeteneklerini zerre kadar perdeleyememişti. Yemekten sonra, Şeyh’le hakları yenen insanlar hakkındaki bazı düşüncelerimi paylaştım. Şeyh, bana ciddiye alınmayan insanların aslında ekseriyetle meşru hak sahipleri olduğunu, ama feleğin öyle ya da böyle bir gün onların yüzüne güleceğini söyledi. “Zira çark-ı felek her daim dönmektedir” dedi. “Bir gün kral köleye hükmeder; ertesi gün bir bakarsın köle, kral olmuştur.” Öğle yemeği esnasında, 1980’lerin ortalarında John’un, ailesinin geçimini sağlamak için yılda asgarî 20 bin dolar kazanması gerekirken sadece 10 bin dolar kazanabildiğini öğrendim. Dahası John, işyerinde kendisinden daha çok maaş alan ya da üstü olan kişilerden belki de daha nitelikliydi. Ama ten rengiyle ilgili önyargılar bazı güney şehirlerinde kemikleşmiş durumdaydı ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Sivil Haklar döneminden sonra dahi, bazıları hâlâ John gibi siyahîlerin sözüm ona insandan daha aşağı bir mertebede olduğunu düşünüyorlardı. İşyerinde kendisi de zulmün bambaşka bir türüne maruz kalmış olan Şeyh, bir an olsun korkup sinmemişti. Bu sebeple, vereceği mücadelede John’a ilham kaynağı olmak için biçilmiş kaftandı.

Şeyh bununla da yetinmeyerek John’a, bir canî misali boğazına sarılan sistemle nasıl muhatap olması gerektiği konusunda da yol gösterdi. Ona gerek kendi haklarını gerekse ailesinin haklarını müdafaa etmek zorunda olduğunu ve zayıflık gösterip istibdadın şerrine teslim olmaması gerektiğini izah etti. Öyle tahmin ediyorum ki, Şeyh, John’a şayet bu uğurda çaba sarf ederse mutlaka galip geleceğini ve korkunun elini kolunu bağlamasına müsaade etmemesi gerektiğini de söylemiştir. John işittikleri karşısında afallamıştı gerçi ama hem kendi yüzü hem de karısının yüzü, o gün tepemizde duran masmavi gök kadar berraktı. Şeyh’in sözlerine karı koca birlikte kulak vermişlerdi. John’un, bir çıkış yolu bularak içine sıkışıp kaldığı açmazın içinden anbean nasıl sıyrıldığına kendi gözlerimle tanık oldum. Ona bakınca, yüzündeki şüphe izlerinin silikleştiğini görüyordum. Şüphenin yerini kuvvetli bir inanç ve özgüven ile daha fazla mücadele etme cesaretinin aldığını hissedebiliyordum. Yemeğin ardından eve dönerken Şeyh bana, Tebük’te yaşayan insanların bir çöl halkı olduğundan bahis açtı. Tebük halkının, hayatlarının büyük kısmını ekmek parası kazanmak için alınteri dökerek geçiren, manevîyata ilgisiz ama aslında müspet insanlardan oluştuğunu söyledi. “İşte John, günümüzün çöl insanlarından biri” dedi Şeyh. “Onu cenderesine sokan sisteme karşı cihad etmek yararına olacaktır.” Bu konuşmanın ardından bir süre sessizlik içinde yol aldık. Bu esnada arabanın camından dışarı bakan Şeyh, sessizliği şu sözlerle bozdu: “Yapraklar uçuşunca şer aşikâr olur, çünkü kâfirler rahatları ne zaman bozulsa ortalığı gürültüye verirler. Hacı Muhyiddin, dünya bu yaprakların bir emsali değil de nedir? Dünya, bir yaprak yığınından farksızdır.

” Şeyh tekrar tekrar bizi meşakkatli günlerin beklediğine dair ipuçları vermiş, lafı hiç dolandırmadan, çok büyük bir imtihanın eşiğinde olduğumuzu söylemişti. Ama Şeyh’e göre bu imtihan, bize tıpkı John gibi meşakkatlerin karşısında dik durmak ve çekeceğimiz acılar yoluyla tekâmül etmek fırsatı verecekti. Şeyh imtihanımızın bir kısmının Şarklı bir adamla alakalı olduğu ikazında bulundu: “Size namazdan Rabbenâ ve leke’l-hamd tahmidini çıkarmanızı tavsiye edecek. Bu sözlerinden tanıyacaksınız onu.” Böyle bir tavsiyenin düşüncesi bile bize saçma geldi; öyle ki kimilerimiz kahkahayı bastı. Çünkü “Rabbimiz, hamd ve şükür ancak Sana mahsustur” mealindeki bu tahmid, bütün namazların her rekâtında tekrar edilen bir duadır. Şeyh ise tebessüm dahi etmiyordu, çünkü ufukta görünen tehlikenin farkındaydı. Bu imtihan vesilesiyle, bize tarikatın gerçek mahiyeti gösterilecek, akabinde de bu yola devam etmek ya da yoldan dönmek tercihiyle baş başa bırakılacaktık. “İnsanoğlu Kerbelâ’dan bu yana en vahim günlerini yaşıyor” dedi Şeyh. “Gün geçmiyor ki şer, dünyanın farklı bir köşesinde yeni zaferler kazanmasın. Bu savaştan galip çıkma şansımız neredeyse yok desem yeri… Hiç vakit kaybetmeden bu yaraya deva olacak bir merhem bulmamız gerekiyor. İşin kötüsü, adaletten taraf olan insanlar ekseriyetle en büyük acıları çekiyor, diğer taraftakiler de hakikatin sesine kulaklarını tıkıyorlar. Ama önümüze hangi engeller çıkarsa çıksın, vazifemiz, yaşama hakkını müdafaa etmektir.” “Size şunu da söyleyeyim” dedi Şeyh, “Tarikat, fırtınada göz gözü görmezken insanlığa yol gösteren ışıktır. Tarikat, hakikati müdafaa eden insanlardan oluşur.

Hakikati müdafaa etmek, Müslümanların, yani selâmette olan ve kendini Allah’a teslim eden insanların hasletlerindendir… Kimin Müslüman olduğunu ise Âlim-i Mutlak olan Allah bilir. Müslüman olmak, en şerefli unvanı taşımak mânâsına gelir. Bu unvan, başrahiplerin ve devlet başkanlarınınkinden daha âlî bir unvandır. Prenslerin ve kralların unvanlarından da daha yücedir. Ondan daha âlî bir unvan yoktur. Bir insanın kavuşabileceği en yüksek mertebe olan fenafillâh, Allah’ta yok olmak ya da kaybolmaktır. Şeyhlerin müridleri için en çok arzu ettiği şey, onların Allah’la kurdukları rabıtalarında mutmain olmalarıdır.” Geçmişteki dersler bana gösterdi ki, fenafillâh mertebesine uzanan yola baş koymak için yeterli imana ve cesarete o an için henüz sahip değildim belki de. Ancak fenafillâha giden yolun kapısının, onu arayanlara açık olduğunu yine o derslerden anladım. Kişinin bu mertebeye vasıl olmasına ise bir paradoks dense yeridir, zira bu tecrübe, yapmaktan ziyade olmanın neticesidir. Şeyh bize şu sözleri söyleyerek bir ipucu verdi: “Niyet, amelden mühimdir. İhlâsın, edebin ve teslimiyetin gücü, tahmin ettiğinizden çok daha büyüktür.” John Greene’in yaşadığı doğu kasabasına daha sonra da defalarca gittim, ama onu bir daha hiç görmedim. Uzun zaman, John’un açtığı davanın akıbetinden Şeyh’in neden söz etmediğini merak edip durdum. Bu konuyu ne zaman başkalarına açsam, her seferinde konuşmamızı bölen ya da bizi bu konuyu konuşmaktan alıkoyan bir olay oldu.

En sonunda, John Greene’in hikâyesinden çıkarılacak dersin John ile hiçbir alakasının olmadığını gördüm. Bu ders aslında bizzat benimle alakalıydı. Benim de John Greene’in nice tereddütten sonra üzerine aldığı sorumluluğun aynını almam, yani hikâyemin sonunu elimden gelen en iyi şekilde yazmam gerekiyordu. Aslına bakarsanız, bu hepimizin yaptığı bir şeydir. Zira hepimiz, her gün, kendimiz için ve kendimize rağmen aldığımız kararlarla ve yaptığımız tercihlerle hayatlarımızın kitabını yazmaktayız. John Greene olayının üzerinden yıllar geçti, Şeyh o gün olduğu gibi bugün de zulme karşı direnmek mevzuu üzerinde ısrarla durmaya devam ediyor. Eğer müridleri olarak onun bize izah etmeye çalıştığı dersi gereği gibi anlamış olsaydık kimbilir nice acının önüne geçerdik. Ne var ki, biz, üstümüze düşeni yapamadık, Şeyh’in öğrettiklerini ortak bilincimize yeterince hızlı bir şekilde kazımayı başaramadık. Biz daha ne olup bittiğini anlamadan, bir baktık ki Şeyh’in bizi ikaz ettiği hadiseler gerek kendi hayatlarımızda gerekse çevremizde bir bir cereyan etmeye başlamış. Şeyh bir kez daha “Dünya bu yaprakların bir emsali değil de nedir?” diye sordu. Sonra gülümsedi ve cevap verdi: “Dünya bir yaprak yığınından farksızdır.” Çok geçmeden, insanoğlunun fıtratına derc olunmuş kuvvet ve imkânlar meselesinin, ilk bakışta basit gibi görünen bu soruda saklı olduğunu fark etmeye başladım. Fenomenler dünyasını gerçekte olduğu hâliyle bir kez gördü mü insanoğlunun olabileceği ve yapabileceği şeylerin esrarını işaret ediyordu bu kısacık soru. “Herkes kendi anının gelmesini beklemektedir” dedi Şeyh bize, “ve o an hiç kuşkusuz gelecektir.” İmanın meyvesi olan dönüşüm anı, hak yolcusu kalbini bu dünya hayatına dair şu basit hakikate açtığında gelir: Dünya bir yaprak yığınından farksızdır.

İnsan, dünyanın Everest Dağı ya da McKinley Dağı’yla 3 aynı maddeden yaratılmış olduğuna iman ederse, tırmanması gereken, ardı arkası kesilmez dağ silsileleri uzanacaktır önünde. Ama şayet insan, bu denli nüfuz edilemez, ağır ve engin görünen bir şeyle yüz yüze geldiğinde, bu dünyanın aslında insan neye karar verirse o olduğunu fark ederse, o zaman, bazılarının bir Everest ya da bir McKinley Dağı olarak görme eğiliminde olduğu şeyin onun indinde bir yaprak yığınına dönüşmesi işten değildir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir