Mumtaz Gokcebag – Seyirci

Neden saçların beyazlanmış arkadaş, Sana da benim gibi çektiren mi var? Görüyorum ki her gün meyhanedesin, Yaşamaya küstürüp içtiren mi var? Adeta ezberledim bu dörtlüğü. Şoför belki onuncu kez aynı parçayı çalıyor. Eski yazarların tozlu Anadolu yolları diye anlattıkları, şimdi ise otobüsümüzün yağ gibi kaydığı asfalt yolda, bu parçayı dinleye dinleye ilerliyoruz. Aslında Türk müziği ile aram pek iyi değildir. Ama şu şarkı nasıl da uyuyordu hüznüyle benim hüznüme. Sabahleyin garajdan ayrılışımı anımsadım. Babamın yüzü bembeyazdı. İki de bir dudaklarını ısırıyordu. Beni uğurlamaya gelmiş olmasına karşın hiç de öyle bir hali yoktu. Sanki gerçekten gidip gitmeyeceğimi denetlemek istemişti. Zavallı annem ise sürekli ağlıyor, ipek mendiliyle yüzünü siliyordu. Bana bakıyor, küçük küçük hıçkırıyordu. Aile terbiyesi, öyle ulu orta ağlamasına engeldi. Ben de üzgündüm şüphesiz. Aynı zamanda karamsar.


Geleceğimin ne olacağını bilememenin, gelecekteki olayları planlayamamanın, uzun süren eğitimim sonunda hiç de kendime layık bulmadığın bir iş için çalışmak üzere yine layık olmadığımı düşündüğüm ücra bir yere gidişimin karamsarlığı, üzüntüsü ve isyanı birbirine karışmıştı içinde. Ve korkuyordum. Şimdi de korkuyorum. Otobüsün içindekilerin yüzlerine baktım az önce. Hiç birinde yoğun kültürün işlendiği, görgü kurallarıyla bezenmiş, prensip sahibi insanların o aydınlık yüzü yoktu. Yorgun, yaşamın dertlerini sayan çizgilerle doluydu çoğu. Sigara isiyle sararmış dişler görünüyordu gülümsediklerinde ve çizgilerin sayısı olağan üstü artıyordu. Yalnızca yüzler değil, tüm tavırları değişikti. Bir başkalık vardı kelimelerle anlatamadığım. Kelimelerle anlatabildiği ise, onların bana göre başka olduklarıydı. Yaşamım boyunca bu tür insanlarla uzun süre yan yana oturmamıştım. Sert bir dönüş ile yol değiştirdik. Az önceki asfalt yolun yerini şose aldı. Ve olabildiğince sarsılmaya başladık. Gökyüzünde bulutlar vardı.

İzmir Ankara yolunun yeşillikleri geride kalmış, kıraç, çıplak tepeler başlamıştı. Tedirgindim. Örneğin yanımdaki adamdan. Örneğin önümde oturan adamdan. Örneğin arkamda oturan adamdan. Kısacası görebildiğim her yüz, bakışlarımın erişebildiği herkes bana tedirginlik veriyordu. Hiç alışık olmadığım yüzlerdi bunlar. Bakımdan uzak, kaba, içlerinden geldiği gibi hareket eden insanlardan kurulu bir otobüste, öylesine yalnız hissediyordum ki kendimi. – Bir sigara alın mı gardaş? – ??? Şaşırdım, hayır anlamında başımı salladım. Yanımdaki adam birinci paketini uzatıp, bana sigara ikram etmek istemişti. En kötü marka olarak Fransız sigarası içmeye alışmış olan ben, elbette ondan sigara alamazdım. Hemen gömleğimin cebinden Amerikan sigarasını çıkardım, dudaklarımın arasına yerleştirip elektronik çakmağımla yaktım. Dumanını havaya üfledim. Kötü kötü baktı seninki, bir şey söylemedi. Belki iyi bir şey değildi yaptığım.

Ancak aramızdaki farklılık başka türlü davranmama engeldi. Ben ki İzmir’in en iyi özel kolejlinde okumuştum, ben ki üniversite öğrenimimi Londra’da tamamlamıştım, ben ki tüm yaşantım boyunca gelecekte Avrupa’da yaşayacağımı, Avrupa’nın o modern insanlarının yanında yer alacağımı düşlemiştim. Şimdi nasıl olur da şu köylülerle birlikte olabilirdim? Eğer bu benim kaderimdiyse, mutlak daha kötüsü yoktu. Otobüsün hızı oldukça düşmüştü. Çevre çıplak ve gözler için yorucuydu. Başımı geriye yaslayıp uyumaya çalıştım. Otobüs yolculuğu hiç de uçaklara benzemiyordu. Gökte kuş gibi uçarken, bulutlara üstten bakıp, kıvrılarak uzanan nehirleri seyre dalabilirsiniz. Güzel hostesler her an emrinize hazırdırlar. Otobüs ise uçaktan sonra işkence aygıtı gibi kalıyor. Üzüntülü olmanın verdiği ağırlıktan olacak, yine de uyumuşum. Uyandığımda yolculuk bitmişti. Görevim olarak gösterilen yere gelmiş, dar ve tozlu yollar arasından, en yükseği iki katlı ahşap yapılan önünden geçiyorduk. Mahmur gözlerle pencereden dışarı baktım. Köylü giysileri içindeki kadınlar, kapılan önlerine oturmuşlardı.

Çocuklar vardı uzaklardaki geniş yerde top koşturan. Masmavi dağlar çevirmişti çevreyi. Güneş aydınlatıyordu her yeri tüm parlaklığıyla. Sonunda büyük bir meydana gelip durduk. Koca bir toz bulutu sardı otobüsü. Arkadan bir ses işitildi. – Son durak. Acele acele indim. Ağır iki bavulumu yüklendim. Gözlerim çevrede bir taksi aradı ama yoktu. At arabaları bekliyordu ilerde. Karasızlık içinde durdum. O akıllı, o her şeyi bilen, her şeyi en ince noktasına kadar hesaplayan babam, burada kalacağım otelde yer ayırtmıştı bana. Söylediklerine göre kasabanın en iyi ve çevrenin tek turistik oteliymiş. Burada turist ne arar? Olsa olsa birkaç tarihi yıkıntı vardır oraya da ancak arkeologlar gelir.

Bir Avrupalının buraya gelme olasılığı yok bence. Hoş buraya gelmelerini, bu kasabanın görüntüsünü objektiflerine almalarını da hiç istemem. İyice işlemek istercesine süzüp duruyordum kasabayı. İlk düşüncelerim kesin bir fakirlik oldu. Yaşantım boyunca resimlerin dışında gördüğüm ilk toprak damlı evler, sanki daha önce ekilmiş, toprak yetiştirilmiş bitkileri anımsatıyorlardı. Pek yeşillik yoktu. Parça parça kocaman ağaçlar da olmasa sarımsı tek renkli bir kasaba diyebilirim. Sırtını dik tepeye dayamıştı ve en üst noktasının hemen altına yapılmış modern binalar dikkati çekiyordu. Benim bulunduğum yerde de beton binalar vardı. Hatta biraz dikkatli bakınca kasabada birden çok beton bina olduğunu fark ettim. Belediye, yani meydanın ucundaki beton yığını çevreye öylesine aykırıydı ki hemen sırıtıyordu. Yollar toprak değildi, görünüşe bakılırsa. asfaltlanmış gibiydi. Gibiydi diyorum, asfalt parça parça. olmuş, aralarına toprak dolmuştu.

Şoseyle asfalt arası bir şey kısacası. Cebimden bir kart çıkardım. Kalacağım otelin adı yazılıydı. Otel Tan. Başımı kaldırıp baktım, tam karşımdaydı. Üç katlı bir otel. Daracık kapısı, kirli yüzü, önünde yere çömelip oturmuş insanlarıyla hotel ismine hiç de layık olmayan bir yer. Bavullarımı yüklenip ağır aksak yürümeye başladım. İçimde anlatılmaz bir sıkıntı vardı. Londra’da Hyde parkta yaptığım gezintileri anımsadım, ter anlımda damla damla birikirken Yeşilin her yeri kapladığı bu ünlü parkta, çeşit çeşit ağaçların arasında saatlerce yürürdüm. Yüreğimde şu andaki sıkıntıdan eser bile yoktu o zamanlar. Kuşlar hiç korkmadan hemen önümde koşuştururlar, kendilerine hiç karışılmayan İnsanlar çimenlerin üzerine uzanırlardı, Özgürlüğümü damarımda hissederdim. Kana kana içerdim Şimdi ise kan ter içinde, ağır aksak yürüyorum. Tanrım, bu ne kötü bir düşüş. Hyde parktan şu meydana.

Sıkıntı benden başka kimde haklılığını bu denli kesin kanıtlayabilir ki? Bavullarım oldukça ağırdı. Yüz metrelik yolu beş dakikadan fazla zamanda alabildim. Kapıya geldiğimde nefes nefese kalmıştım. Güçlükle içeri girdim, bavullarımı kapının hemen yanına, bırakarak, masanın başına oturmuş, büyülenmiş gibi bana bakan küçük bir çocuğa doğru ilerledim. Otelin lobisinde o çocuktan başka kimse yoktu. – Buraya kim bakıyor? – Ben varım ya abey – ??? Küçücük bir çocuğun işlettiği turistik bir otel, Londra’daki arkadaşlarıma ancak fıkra niyetine anlatabilirdim bunu – Yer ayırtmıştık, İzmir’den – Yeringiz hazır abey Hayret, adımı sormak gereğini bile duymadı. -Yeringiz İkinci gatta, ben göstereyim abey Tipik bir köylü lehçesiyle konuşuyordu. önüme geçti, merdivenlere doğru yürüdü. – Hey, bavulları kim taşıyacak? – Hıı?, sen taşıyacan abey Başa gelen çekilir deyip bavulları yüklendim. Hafiften ama hızlı bir şekilde sinirlenmeye haşlamıştım. Zaten sıkıntı kaplamıştı her yanımı. Karanlık ve dar merdivenleri tırmanarak ikinci kata çıktık. Çocuk elindeki anahtarlıkla kapıyı açtı, – Odagız bura abey dedi, Kalbim, hem merdivenlerin yüksekliğinden hem de isyandan delicesine çarpıyordu. Otelci çocuk tam karşımdaydı. Ansızın bir değişiklik hissettim.

Zaman yavaşlamıştı. Tıpkı filmlerde olduğu gibi. Daha net göre biliyordum onu. On onbir yaşlarındaydı. Üç numara tıraş edilmiş saçları, kirlerin yol yol iz bıraktığı bilgiç bir yüzü vardı. Havada uçarcasına ama yavaşça, kapıya geldi, anahtarı çıkardı bana uzattı. Sonra kapıyı kapayıp dışarı çıktı. Adım sesleri uzun uzun yankılandı beynimde. Gözlerim bir net, buğulu görüyordu. Kulaklarım çınlıyordu alabildiğine. Bakışlarımı zorlayarak odayı süzdüm. Üçgendi. Ortada. duran demir karyoladan başka eşya yoktu. Üzerine oturdum, başımı ellerimin arsına aldım.

Zaman yavaşlaması hala sürüyordu, garip bir duyguydu bu. Aslında. hareketler yavaş değildi belki ama algılama yavaştı, adeta geciktirilmiş duygusu veriyordu. Daha önce hiç böyle olduğumu hatırlamıyordum. Çarşafları kavradım, kendime doğru çektim. Kirli. bir yatak çıktı altından. Dizlerim titriyordu. Kendimde değildim. Ne yaptığımı, ne yapmak istediğimi bilemiyordum. Beynim zonkluyordu, yastığa doğru uzanırken boşaldım. Ardı ardına patlayan hıçkırıklarla boğulacak gibi oldum. Sonra her şey sessizliğe büründü, uykuya daldım. Uyandığım zaman gece olmuştu. Zorlukla yerimden kalktım, ışığı yaktım.

Gözlerim kamaştı. Üşümüştüm, aceleyle bavullarımı açtım, annemin tertemiz. çarşaflarını kirli yatağın üzerine serdim. Yastık kılıfımı yastığa geçirdim. Kendi battaniyemi yaydım. Hızlı hareketlerle pijamamı giyip, ışığı söndürüp yattım. Hastalıklarım bir yana bırakılırsa uzun yıllardan beri ilk kez saat dokuzda yatağa giriyordum. 29 Nisan Cuma Sabahleyin uyandığımda saat ona geliyordu. Odanın havası kelimemin tam anlamıyla berbattı. Yerimden kalkıp pencereyi açtım. Olacak şey değil, kendimi çok iyi hissediyordum. Fizik açıdan elbette. Ciğerlerim tertemiz havayla bayram ettiler. Başım alabildiğine dinçti. Bir sağlamlık, bir zindelik vardı.

Ama kalbim, güçlü vuruşlarla bile üzerindeki sıkıntıyı atamıyordu. Gözlerimi kapadım, başım dönüyormuş gibi geldi bana. Odada lavabo varmış, o an fark ettim. Çeşmeyi açtım buz gibi suyla yüzümü yıkadım, tıraş oldum. Yatağımı topladım, çarşafla battaniyeyi bavuluma koydum. Giyindim, aşağıya lobiye indim. Dünkü çocuk masanın üzerine oturmuş çay içiyordu. Yanında o basit, görgüsüz insanlardan iki tane vardı. Beni görünce dik dik baktılar, hiç karşılık vermedim. Anahtarı masanın üzerine bıraktım aceleyle uzaklaştım oradan. Karnım açtı ama. bu küçük kasabada kahvaltı edebileceğim bir yer olacağını düşünmedim bile. 0telin önüne çıkınca bir taksi gördüm. Demek kasabada. taksi de varmış.

Güneş pırıl pırıldı gökte. Çevreme baktım, tanımlayamadığım ama ağır bir duygu dalgalandı içimde. Hemen taksiye atladım, doğruca fabrikaya gitmekten başka dileğim yoktu. Her tarafı kaplayan bu basit, kaba görünüşlü, hatta ilkel insanlardan nefret ediyordum. Fabrikada mühendisler olduğuna göre, mutlak benim seviyemde konuşabileceğim birileri vardır diye düşünüyordum. Taksinin geçtiği yerlere dikkat ettiğim bile yoktu. Canım sıkkındı ve gün bir an önce geçsin istiyordum. Fabrikada doğruca müdürün odasına çıktım. hademelerden biri isteksiz isteksiz yol gösterdi bana. Öylesine kayıtsızdı ki sinirlendim. Hele buraya yerleşeyim ona gösteririm ben dedim kendi kendime. Uzun koridorun sonundaki iki kanatlı kapının önünde durdum. Kapıyı vurdum içerden; diye bağırıldı, içeri girdim, müdür karşımdaydı. Kısa boylu, tıknaz, yaşı emekliliğini çoktan aşmış, kalın gözlüklü ve sıcak odada paltosuyla oturan birisiydi. Masanın tam karşısında ayakta durdum .

Evraklarımı önüne koydum. Yığınla kağıt tomarını eline aldı bir süre inceledi. Bana döndü ve sorular yağdırmaya başladı. – Güzel, demek yeni göreviniz burada, ne zaman geldiniz?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir