Murat Gulsoy – İstanbul’da Bir Merhamet Haftası

Benden istediğini tam olarak anlayamadım. İçinden geldiği gibi yaz, otomatik olarak, diyorsun mesajında. Öyle yapmaya çalışıyorum. Aklımdan milyon tane düşünce geçiyor. Neden böyle bir şey yaptığını anlamaya çalışıyorum. Bunu sorup duruyorum kendi kendime. Bilimsel bir araştırma için mi? Yoksa sanatsal bir etkinlik mi? Sanat… Bilim… Her ikisi için de pek olumlu şeyler düşünmüyorum galiba. Sinirli miyim? Evet… Resme de yoğunlaşamıyorum bir türlü. Evet şişmiş bir adam görüyorum. Kocaman… Ama içi boş. Ne düşüneceğini tahmin ediyorum: Resme bakan kişi kendini görür. İçim boş mu? Öyle mi hissediyorum? Bu soruların cevaplarını nereden bileceksin ki… Ben bile tam olarak ne hissettiğimi, ne düşündüğümü bilmiyorum. Hatta bu yazdıklarımı sana gönderip göndermeyeceğimden bile emin değilim. Göndermeyeceğim sanırım. Belki de gönderebileceğime emin olduğum bir şeyler yazarım ve o zaman da bu saçma kısımları atarım.


Kararsızım. Teklifini neden kabul ettiğimi de bilmiyorum. Üzerinde durmadım galiba. Ne işim var benim resimle, sanatla? Evet, tamam, başa dönüyorum. Bir mühendis gibi düşünelim. Yıllardır görüşmediğim okul arkadaşlarımdan birinden garip bir mesaj geliyor. Bir projem var diyor, katılır mısın? Yapman gereken çok kolay. Göndereceğim resimlere bakarak bir yazı yazacaksın. Tek koşul ilk gönderdiğim resim için Pazar günü yazman, ikinci resim için Pazartesi, üçüncüsünü Salı, bir sonraki Çarşamba… Senin dışında altı kişi daha olacak bu projede… Yedi gün için yedi kişi… Hepsi bu. Ne kişisel bir selam, ne bir açıklama… Açık söylemek gerekirse, mesajı ilk okuduğumda bunu kişisel olarak bana gönderdiğinden kuşku duydum. Nedense… Sonra mesajının eklentisi olan resim dosyasını açtım, bir süre baktım. Ne düşündüm? Bilemiyorum. Resmi büyütüp küçültürken daha çok seni düşünüyordum galiba… O yurt odasını… İlk yıl on iki kişi aynı odaya tıkıştırılmıştık. Hatırlarsın… Şimdi yurttakileri sayıp dökecek değilim, çoğunun adını unuttum. Ama ikinci yıl taşındığımız dört kişilik odada başlıyor benim hikâyem.

Üniversite deyince, gençliğimi düşününce… o odaya geri dönüyorum. Pencerenin içine oturup lodos fırtınasında can çekişen karanlık ağaca bakarak geleceği düşündüğüm âna dönüyorum. O gün milli olmuştum. Kimseye söylememiştim. Çocukluğun bittiğini, artık genç bir adam olduğumu hissediyordum. Bir yandan da içimde hafif bir panik duygusu vardı. Birbiri ardına sigara içiyordum. Odada Okan vardı sadece, uyuyordu. Diğerleri kim bilir nerdeydiler… Bir anda her şey ne kadar da basit görünmüştü gözüme. Pervin’i düşünüyordum. Üç arkadaşıyla paylaştığı öğrenci evindeydik. Arkadaşlarının okulda olduğu bir öğle üzeri… Ne zamandır kantinde falan birlikte takılıyorduk zaten. Aslında sinemaya gidecektik. Eve uğrayıp üzerini değiştirmek istedi. İkimiz de derslere girmiyorduk o hafta.

Sinema günleriydi. Festivale bilet almıştı. Her gün iki filme gitmeye kararlıydı. Ben de peşine takılmıştım bir şekilde, çoğu sıkıcı filmlerdi ama yine de üniversitede okumanın gereklerinden biri olduğunu düşünüyordum bunlara gitmenin. Ot gibi biri olmak istemiyordum. Neyse… Evine uğradık. Aklımda hiçbir şey yoktu. Oturma odasında sigara içip ortalığa dağılmış kitapları inceliyordum. O sırada Pervin girdi içeriye. Kolyesini takarken yardım istedi. Saçlarını eliyle kaldırmış, sırtını bana dönmüştü. Kokusu, ensesindeki küçük tüyler, sırtının ortasına doğru inen derin çizgi ve boş bir evde yapayalnız oluşumuz… Tamamen laf olsun diye (belki de bu klişe sahne şenlensin diye, belki de bu tür sahnelerde başka ne yapılacağını bilmediğim için) ensesine bir öpücük kondurdum. Ürperdiğini hissettim. Her şey o kadar hızla gelişti ki… Başını omzunun üzerinden çevirerek dudaklarımı buldu. Sıkışık bir otobüste gibiydik.

Bedenini bana yapıştırmıştı. O an sevişmenin dünyanın en güzel şeyi olduğunu fark ettim. Onun ilk deneyimi olmadığı çok açıktı. Ben de deneyimli bir adam gibi davranmaya çalışıyordum. Ne komik… İşte sonra sinemadan döndüğümde, yurt odasının o geniş penceresinin iç kısmına yerleşmiş bu olup bitenleri düşünüyordum. Okan uykusunda dönüp duruyordu. Odanın içi ter ve sigara kokuyordu. Dışarda lodos… Dışarda uzun bir hayat. Her şeyin bende başlayıp bende bittiğini hissederdim. Gençlik işte… Üst üste onlarca sigara ve çay içip yine de kafayı vurup deliksiz bir uykuya teslim olabildiğim zamanlar. Sonra yıllar birer ağırlık olup yapıştılar kollarıma… Şimdi akşamları kahve bile içmiyorum uykum kaçmasın diye. O oda benim adam olduğum yerdi. Şimdi bu resme bakıp aklıma bunların geldiğine şaşırıyorsun belki… Ama doğrusu bu. Aklıma geldiği sırayla yazıyorum. Sahi ne yapacaksın bunları? Neyi nasıl düşündüğünü bilmiyorum artık.

Oysa o yıllarda bilirdim. Şaşırdın mı? Sadece senin değil, herkesin aklından geçenleri bilirdim. Üstelik bunu çok doğal bir şekilde yapardım. O kadar ki, sadece bakmam yeterli olurdu. Hoca sınıfa girer ve tahtaya denklemleri yazmaya başlar, konuşur, konuşur ve ben o sırada adamın aklından geçenleri görürdüm. Ölmekten korktuğunu; o sabah sebepsiz bir endişe ile uyanmış olduğunu; bize ders anlatmaya gelmek istemediğini; her şeyden uçucu bir zevk aldığı gençlik günlerini özlediğini… bir anda anlardım. Senin de ne düşündüğünü bilirdim. Cuma geceleri biralarımızı alıp sota bir yerde demlenmeye başladığımızda ürkek bir şekilde yanımıza gelip bizi incelemeye aldığını, yaşanan anları sinema perdesinde izleyen bir çocuk gibi heyecanlandığını anlardım. Sonradan yazar olmana neden şaşırdım peki? Evet ilk kitabını okudum. Tamamen tesadüftü aslında. Askere gitmek üzereydim. Eminönü’nden alışveriş yapmıştım. Bolca asker donu… Yeşil. Ayağımda da bir an önce yumuşasın diye giymekte olduğum asker postalı… Sıcak bir haziran günüydü. Nereden estiyse Cağaloğlu’nda bir kitapçıya girdim.

Yolda okurum diye heyecanlı bir-iki kitap alsam iyi olur diye mi düşünmüştüm, yoksa sadece gölge bir yerde biraz serinlemek mi istemiştim… şimdi hatırlamıyorum. Daha girer girmez, ortadaki sehpanın üzerinde duran kitabın gözüme takıldı. Adını görünce şaşırdım. Bir isim benzerliği olup olmadığını anlamak için kitabı elime aldığımda arka kapakta fotoğrafını fark ettim. Sendin! Biliyordum, diye düşündüm. Biliyordum. O sessiz haller, o ince zekâ… Aslında bir bok bildiğim yoktu. Sadece böyle bir yanılsama içindeydim. Kitabını yolda okudum. Açıkçası çok beğenmedim. Belki de askere gidiyor olmamın verdiği huzursuz bir psikolojinin etkisiyle her şeyi olumsuz görüyordum. Güneydoğu’ya gitme endişesi… Üç buçuk atıyordum anlayacağın. Neyse ki meslek kurasında Genel Kurmay’a kapağı attım sonradan. İlk öyküde kendimizden bir şeyler buldum. Üniversitede geçen bir hikâyeyi anlatıyordun.

Ama sonrakilerde aynı şeyi bulamadım. Ne arıyordum da bulamadım, bilmiyorum. İtiraf etmeliyim: seni küçümsüyordum. O dönem herkesi küçümsediğim gibi… Vakit dolsun diye anlatılan dersleri; hayatlarından bezmiş hocaları; koca kıçlarını saklamak için bellerine hırkalarını bağlayıp seslerini incelterek şarkı söyleyen kızları; yağlı saçlarını kirli yastıklara gömüp osura osura uyuyan yurt ahalisini; devrimci ayaklarına yatan saçı sakalı birbirine girmiş her dem asabi ağır abileri; hiç durmadan özel ders veren ve kazandıkları paraları haftasonlarında pahalı yerlerde yiyen bildiğimiz serseri tanımlarına girmeyen sınıf arkadaşlarımı; bekâr evlerindeki sonsuz sigara dumanlarına boğulmuş geceleri; içip içip şiir okuyan, ağlayan, zırlayan entel arkadaşlarımı… herkesi küçümsüyordum. Pervin’i de aşağılıyordum içimden. Benimle yatıyordu ama sevgili değildik. Kantinde karşılaştığımızda bana evin uygun olduğu zamanı söylüyordu, o kadar. Hatta bu buluşmaların dışında görüşmez olmuştuk. Kafamı karıştırıyordu. Önceleri bunu açıklamaya çalışmıyordum. Kendimi iyi hissediyordum ve bu yetmeliydi. Zaten herkes salaktı. Pervin? Ne yapmaya çalışıyordu. Bir gün ona sormaya karar verdim. Sordum da… Amma dalmışım eski günlere… Az önce karım ve oğlum ellerinde büyük market torbalarıyla içeri daldıklarında kendimi çok garip hissettim.

Gizli kapaklı bir iş yapıyormuşum da suç üstü yakalanmışım gibi. Bilgisayarın ekranını kapatıp onları karşılamak için ayağa fırladım. Karım hemen anladı tabii bir şeyler karıştırdığımı, ama yüzlemedi. Of ne tuhaf bir şey bu. İnsan ailesinden tedirgin olur mu? Oysa onları seviyorum. Bana hiç benzemeyen, kocaman bir kafası ve koyu kahverengi gözleri olan oğlum Sarp’ın olmadığı bir hayat düşünmem çok zor. Belki Selcan olmadan da yapabilirim. Birbirimizden deliler gibi bıktığımızı iliklerimize kadar hissettiğimiz pazarlar ve uzun bayram tatilleri olmasa evliliğimiz yolunda sayılır. İşte istediğini yapıyorum. Otomatik yazı. Biliyor musun, bu teklifini kabul etmemin nedeni bu tanımlamaya vurulmam galiba. Otomatik yazı! Böyle bir terim, böyle bir yöntem var mı? Yoksa sen mi uydurdun? Bak artık soru soruyorum. Her şeyi bilen adam çoktan tarih oldu. Artık kimsenin ne düşündüğünü, ne hissettiğini tahmin edemiyorum. Umrumda da değil zaten.

Kırkını devirmiş bir adamım artık: Sadece ödenmesi gereken faturalar için yapmam gerekenleri düşünüyorum. Hayatım basit bir bilgisayar programı gibi: 10 BEGIN 20 SET a = maaş 30 SET b = faturalar 40 c = a – b 50 IF c <= 0 THEN GOTO 10 60 ELSE GOTO END 70 END Hayır, kendimi acındırmaya çalışmıyorum. Gerçeği söylüyorum. Neden beni seçtin bilmiyorum ama sanırım bir yanlışlık yaptın. Ben işine yaramam. İşte gönderdiğin resme baktım ve sana bunları yazdım. Şimdi düşünüyorum da ilk aklıma gelenler gerçeği yansıtıyormuş. İçi boş bir adam gördüm aynada. O basit döngünün içinde gittikçe büyüyen bir boşluk. Eğer resme bir aynaya bakar gibi bakmamı istediysen cevabım budur. Bence bir an önce beni listenden çıkar ve yapacağın her neyse başarabilmek için başka birileriyle anlaş. O yüzden yazdıklarımı gönderiyorum sana. Hem de tam istediğin gibi, virgülüne dokunmadan… Otomatik yazdım (nedense bunu sevdim). Oku bunları, gör boşluğumu ve başka da resim gönderme. Günlerden Pazar, saat 16:45, Ataşehir.

Eski arkadaşın Ali. Selamlar…. Not: Kitabın hakkında söylediklerimi önemseme. En son üniversitedeyken Stephen King’in adını unuttuğum bir romanını okumuştum. Canlı bir araba vardı galiba… Yani edebiyatla, yazıyla ilişkim bu düzeyde. Bir de başlık koy, demişsin. İşte bu yazının başlığı: Boş Adam! Not-2: Pervin’i sen de hatırlayabilirsin. Gerçi ikinci sınıftan sonra ortadan yok oldu. Pek okula takılmıyordu galiba. İlk yıl ise kantinde komik bir grup vardı, gürültücü… Üç-dört kız ve kızıl saçlı bir oğlan (galiba eşcinseldi). İşte onlara takılırdı. İnce bir kızdı. Kısa saçlı. Hatırladın mı? Not-3: Christine! Canlı arabanın adı Christine’di.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir