Murat Mentes – Korkma Ben Varim

Gri, yeşil ve mavi karışımı, kestane irisi gözlerinde ‘patlayan şeker’ kıvılcımları. Soyulmuş elmadan Havuzun üzerindeki ahşap köprüden geçerken, kırmızı gagalı yontulmuş bir yüz. Burnunun üstünden geçerek yanaklarını siyah kuğular bize acıyarak bakıyorlar. “Burada kurda kuşa yem birleştiren çiçek tozu çiller, kanatları açık bir kelebek etkisi olacağız” diye düşünüyorum. uyandırıyor. Saçları, gül şerbetiy-le boyanmış kızıl ipek. Sürüngen akvaryumlarının sağlı sollu sıralandığı ışıklı, sıcak bir Aşk insanın sadece psikolojisini ve kimyasını değil; tarihini, tünelden geçiyoruz. Ardımızdaki maratoncu katiller, akvaryumlara müziğini, coğrafyasını, edebiyatını, fiziğini, beslenme çantasının kurşun delikleri açarak koşturuyorlar. İguanalar, bukalemunlar, içindekileri, hayat bilgisini de değiştiriyor. çıngıraklıyılanlar… hiç istiflerini bozmuyorlar. Galiba hepsi sağır. Büyük dedem, zamanında, bir dilberin aşkından aklını kaçırmış, Tünelden fırlayıp yağmura daldığımız anda sağ omzumu sıyırıyor sonra da İstiklal Harbi’ne katılıp şehit olmuş. Şebnem’e bakınca, bir mermi ve gök gürlüyor. damarlarımdan bir çılgınlık akımının geçtiğini hissediyorum. Gövdeleri, yağmuru sünger gibi emen devekuşlarının saçaklı Kaplan departmanından akbaba kafeslerine yöneliyoruz.


kirpikleriyle gıdıklanarak, kafesle duvar arasındaki daracık boşluğu Burası, şehir merkezinin uzağında, kocaman bir hayvanat bahçesi. aşıyoruz. Üstünde ‘LÜTFEN SESSİZ OLUNUZ’ yazılı bir tabela Teleferikle tepeye çıkıyor, sonra aşağı doğru geze toza bulunan ahşap kapıdan içeri giriyoruz. Kare bir holde buluyoruz iniyorsunuz. kendimizi. Şebnem de ben de soluk soluğayız. Karşımızda bir kapı Ağaçlara yerleştirilmiş hoparlörlerden Loituma’nm levan Polkka daha. Açıyorum, bir Afrika belgeselinin ortasındayız. Önümüzdeki şarkısı yayılıyor. dikdörtgen levhaya takılıyor gözüm: ‘CÜCE MAYMUNLAR Kabanımın cebindeki mücevher kutucuğunu yokluyorum. Evlenme GALERİSİ’. Müstakil tel kafesler, yüksek mi yüksek tavandaki teklif etmek amma zor iş. Teleferikte baş başayken, içimden koridorlarla birbirine bağlanıyor. Daha önce görmediğim türden, binlerce kez “Evlen benimle Şebnem” deyip cebimdeki kutuyla bildiğimiz ağaçlara hiç benzemeyen, kocaman bitkilerin kollarına oynadım. Boşuna.

Kaplanın huzurunda da yeterince konsantre atılıyoruz. Şemsiye büyüklüğündeki yaprakların arkasına olamadım. Akbaba kafesinin önü, hayırlı bir iş teklifi için pek ideal saklanıyoruz. Maymunlar gözlerini bize dikiyorlar. Bazıları, bir yer sayılmaz, haksız mıyım? Rakunlar, develer, tavuslar, yaban tepedeki kanallardan geçerek, arkadaşlarını çağırıyorlar… domuzları, ayılar, goriller, tavşanlar, foklar, aslanlar, midilliler, Berbat haldeydik. Hayvanat bahçesinde, ormandaki hiyerarşi de, tilkiler, flamingolar, gergedanlar, lamalar, zebralar, kurtlar, sirkteki disiplin de yoktu. Cüce maymunların ocağına düşmüştük. papağanlar, kangurular… Hiçbiri, tarihî bir an’a tanıklık etmeye Şebnem, omzumdan akan kana parmak uçlarıyla hafifçe hazır görünmüyordu. Hayvancağızlar zaten mahpusluktan dokunuyor. Gözlerinden naylon ip gibi yaşlar iniyor. “Ben iyiyim, akıllarını oynatmışlar, bana tezahürat yapacak mecalleri yok. sadece sıyrık” deyip gülümsüyorum. Yağmurun baskınına uğradık. Gürül gürül yağıyor. “Hemen bir 1(» gemi bulup hayvanları toplasam iyi olacak” diyorum.

Galerinin kapısı, uğursuz bir gıcırtıyla aralanıyor. Maymunlarla Şebnem şakır şakır gülüyor. Bir sarayın tavanından sarkan ve birlikte ben de kapıdan giren tabancalı iki adama bakıyorum. Biri pervane gibi fırıl fırıl dönen kristal avizeler düşünün. gözleriyle etrafı tararken, diğeri ona yerdeki ıslak ayak izlerimizi Yağmur, etraftaki tek tük ziyaretçileri adeta siliyor; görevliler de işaret ediyor. Maymunlar, vahşice bir işgüzarlıkla bizi dahil herkes kantine doğru koşarak kayboluyor. Hayvancıklar da gammazlıyorlar: Çığlık çığlığa zıplayıp, ellerini kafeslerden kuytulara, köşelere sığmıyorlar. uzatarak, peşimizdekilere bulunduğumuz yeri gösteriyorlar. Biz, alçacık bir duvardan dışarı sarkan salkımsöğüde yanaşıyoruz. Son sözlerimi söylememin vakti geçmek üzere. Şebnem’in otel 11 sabunu gibi küçük kulağına, sessizce “Seni seviyorum” derken, Duvarın öbür tarafında bir grup penguen, yarışma jürisi gibi pırlanta yüzüğü parmağına takıyorum. toplanmış bize bakıyorlar. Şebnem aşk coşkusu ve ölüm korkusuyla şoklanmış halde Yolun üzerinden renkli bir yağ akıyor. fısıldıyor: “Sevgilim, bu adamlar bizi öldürecek!” Hayal ile rüya arasındaki mahmur boşluktayız. Son sözlerime şerh düşüyorum: “KORKMA BEN VARIM!” Hızlanan yağmurun şakırtısından güçlükle duyulan şarkı, 17 kulağımdan içeri neşe sızdırıyor.

Tabut filosu Cebimdeki kutudan yüzüğü alıp avucumda saklarken “Mikail, Okyanus da nihayetinde balıkların çişi değil midir? [WANG göğün soğuk su musluğunu gene sonuna kadar açtı” diye VVEIHUI, 1655-1730, Evrensel Vesvese] söyleniyorum. Şebnem’den şimşek güzelliğinde bir kahkaha. Eski bir Çin atasözü der ki “Kıyıya vuran ejderha, hamsilerin Terk edilmiş bir okyanusta baş başa kalmış iki balık gibi sarhoşuz. maskarası olur.” Tek taşlı pırlanta yüzüğü, özenle tutarak Şebnem’e uzatıyorum: Ayaklarımı Hint Okyanusu’na uzatmış yatıyordum. Yaz tatili iznimi “Sana sırılsıklam âşığım Şebnem, benimle evlenir misin?” kışın kullanırım. Güney Afrika’da, Durban’ın Umtata bölgesinde, Müstakbel gelinimin yüzünde göz kamaştırıcı bir gülücük beliriyor. bir deniz canavarının tırnak izine benzeyen, minyatür bir koy’un Şeffaf elini yavaşça kaldırıyor. Tam o anda, başparmağımla ucundaydım. Kimsecikler yoktu. Kainatta çıt yoktu. Okyanus, bir işaretparmağım arasındaki yüzüğün içinden bir mermi geçiyor! evliya kabristanı kadar sessizdi. Şubat güneşi derimi, kemiklerimi Vınnn! kalaylıyordu. Ruhuma yayılan esenlik, gönlümü sarmalayan vecd, Sırtından vurulan bir penguen, nar taneleri saçarak infilak ediyor! içimi kaplayan huşu, gözlerimi koruyan aynalı gözlük ve dizlerime Bum! inen bermuda şort ile; ense yaparak ıssızlığa mukayyet olan bir Silahlı iki adam, yokuşun başından bize doğru koşuyor! Niyetleri korkuluk; kurumaya bırakılmış, kilden bir heykel; ipini koparmış bir ciddi, her hallerinden belli. Derhal, Şebnem’in bileğini kavrıyorum, kukla gibiydim.

Gezegenin kıyısına iliştirilmiş, göstermelik bir hayat var gücümüzle kaçıyoruz. Duvarın bitiminden sola dönüyoruz. belirtisi… insan ile tabiat, gene ayrı dillerden konuşuyorlar: Mermiler, Vuvvvvvvv!!! Foşşşşşşş!!! yağmurun içinde metalik ve yatay bir başka yağmur olup yağıyor. n Tam anlamıyla nefes kesici… Titreyen bir göledin kıyısında kıpırdamadan poz veren, gözü yaşlı Deniz birdenbire volkanik bir buzdağı gibi patlıyor! Yattığım Nü timsahının kuyruğundan bir kurşun sekiyor. Başını paçavra yerden, fil çiftesi yemiş gibi fırlıyorum. Açıklarda beliren dev bulutlara gömmüş zürafa boynundan, yüksek kafesindeki tünekte dalgalar çığ gibi büyüyerek hızla kıyıya yaklaşıyor. Bu tsunami pusmuş olan kaya kartalı göğsünden vuruluyor! Güzelim postunda sahnesi karşısında donakalıyorum. Dalgalara teyellenmiş insanlar siyah bir delik açılan Iran leoparı yana devriliyor! görünüyor. Sörf yapıyorlar. Tabii felaket ve spor, afet ve eğlence, 15 tehlike ve beden terbiyesi… Biraz daha yakına geldiklerinde, Dünyanın dört bir yanından getirilerek burada hapsedilmiş tüm sörfçülerin bizim Bakanlık Heyeti azaları olduğunu fark ediyorum. hayvanlar feryat figan ediyor. Sörf tahtası yerine tabutlara binmişler! Şoktayım. Bu cübbeli, sakallı ihtiyarların Hint Okyanusu’nda işi ne? Dalgalar tuhaf bir biçimde yatışıyor. Çift kişilikli tabiat aniden İrfan Bey kendinden emin: “Ben sizden handiyse beş saniye sonra durulup dinginleşiyor. Tabutların üzerinde dikilmiş pir-i faniler kurşunlandım.

O arada zât-ı şahanenizi temaşa etmekteydim. kıyıya çıkacakken, gümrük polisi ağzıyla ho-murdanıyorum: “Ne Kulak diyorum, sol kulak. Muhtemeldir ki, muazzam beyninize işiniz var burada?!” değen kurşunlar sizi aldanışa sevk ediyor.” “Sakin ol Fu” diyor Şazeliyye Şeyhi Oruç Bey, “bu bir rüya.” Halilullah Efendi “Göz, benim gözüm, sol gözüm!.” dedikçe, İrfan “Rüya mı?” Bey “Kulak, kurşunlar sol kulaktan girdi, kan iki kulaktan birden Her zamanki zinde sükunetleri, çalkantılı tebessümleri ve itimatlı şorladı.” kıpırtılarıyla tabutlardan inip koy’un etrafında sıralanıyorlar. İrfan Bey: “Sen ne biçim eşref-i mahlukatsın! İnatta ısrar Nakşibendiyye Şeyhi Ulvi Efendi hatırımı soruyor: “Nasılsın Fu?” ediyorsun?.” “Elhamdülillah, sizleri sormalı?” Bakanlık Heyeti’nin konuşmalarını artık uğultu halinde duymaya Bayramiyye Tarikatı’nın yeni lideri Şeyh Musa muzip bir başlamıştım. Masa olarak kullandığımız küçük koydaki berrak su gülümsemeyle “Sırlarını saklarsan, dileklerin çabuk gerçekleşir” kızılcık şerbeti gibi kırmızıya dönmüştü. Denizin dibinde, diyerek olduğu yere oturuyor. imparatorluk orduları birbirini kesip biçiyor ya da balinaları Koy’u toplantı masası gibi kullanıyor, çevresinde yerlerimizi mızraklıyorlardı sanki. Hint Okyanusu vişne reçeli kazanı gibi alıyoruz. Benim tam karşımda, sudan masamızın öbür ucunda kıpkırmızı kaynıyordu. Eşrefiyye Şeyhi Allah Dostu Muhsin Efendi sandal ya da sandalye Derken, bizim ihtiyarlar işitemediğim, anlayamadığım birşeyler işlevi gören tabutuna bağdaş kurmuş.

söyleye söyleye bir bir tabutlara girdiler! “Rüyasında 22 aksakallı dedeyi birarada görmek de ilk bana nasip Felç olmuştum. Ne kımıldayabiliyor ne de ses çıkarabiliyordum. oldu herhalde” deyip toplantıyı açıyorum. Rüya, karabasana dönüşmüştü. Bir türlü telaffuz edemediğim, Bektaşi Şeyhi Siyami Bey, deminden beri çocuklar gibi fısıldaşıp ağzımın, kafamın, gövdemin içinde dönüp duran soru şuydu: didiştiği Filozof Feridun Bey’e nedense “Sen ne diyorsun be “Bütün bunlar ne zaman oldu?! Bütün bunlar ne zaman oldu?! Freud? Benim, denizin dibinde birçok balıktan daha çok zaman Bütün bunlar ne zaman oldu?!.” geçirmişliğim var!” diye çıkışıyor. İhtiyarların girdiği tabutlar kanlı denizde yavaş yavaş yüzmeye Kâdiriyye Tarikatı’nın Şeyhi Dalyan Efendi açılışı besmeleyle başlamıştı. tazeliyor. Ellerimi ağzımın kenarlarında birleştirdim ve nihayet haykırdım: Saydam masamızın içinde rengarenk balıklar yüzüyor. Balıkların “Bütün bunlar ne zaman olduuuuu?!” üzerinde pamuk topağı bulutlar. Arada albatroslar kayıyor. Kıyıya en yakın tabutun kapağı açıldı, Şazeliyye Şeyhi Oruç Bey “Bizi vurdular” diyor Şeyh Dalyan. bana dönerek ayağa kalktı ve sesi yüzümde şimşek gibi sakladı: Afallıyorum: “Ne?” “YARIN!” Yeseviyye Şeyhi Mazhar Baba şahadet parmağıyla meclistekileri Telefonda nakavt işaret ederek görünmez bir daire çiziyor: “Hepimiz öldük.” Elope Hotel’e kadar doping testinden kaçan bir at gibi koştum. Aklım başımdan gidiyor: “Öldünüz mü?! Hepiniz mi?” Eski bir Çin atasözü “Nefsini terbiye etme kararındaysan, önce Başlarını “evet” anlamında hafifçe sallıyorlar.

nefesini düzenle” der. “Nasıl?!” Lobide pusuya yatmış olan otel sahibi “Hint Zengini” Gamaka Hafız Behzat Efendi: “İkindiden sonra oturmuş hoşbeş Moyi, bayramlık ağzını açıp düğünlük tngilizcesiyle sordu: ediyorduk…” “Teklifimi düşündünüz mü Bay Fu?” Oruç Bey: “Yedi kişiydiler…” “Derhal telefon etmeliyim Bay Moyi!” Üstat Şair Selman Elma: “Çirkin maskeler takmışlardı. Ellerinde Bakanlığın numarasını çevirdim. Basın müşavirliğinde kimse yok. makinalı tüfeklerle toplantı salonuna daldılar!.” Heyet üyelerine tahsis edilen salon cevap vermiyor. Ankara’yı Müfessir Enes Efendi: “En önde siyah takım elbiseli, öfkeden uyarmalıydım. Bakanın cep telefonu kapsama alanının dışında. aklını kaçırmış bir adam vardı…” Sonunda, özel kalem müdürüne ulaştım. Siyami Bey: “Avazı çıktığı kadar ‘Bilmem n’aparım böyle aşkın “Ezel Bey?” ızdırabını!’ diye bağırdı…” 25 Onlar böyle pingpong maçı yapar gibi parça parça konuştukça, “Buyurun?” ben de kafamı bir o yana bir bu yana çeviriyordum. “Ben, Fuat Atıf Tufa. Müdür Bey, çok mühim bir mesele için Melami Şeyhi Ruşen Ali Bey: “Mermiler dolu gibi yağmaya aradım sizi… Bakanlık Heyeti’ne saldırı düzenlenecek!” başladı!.” “Saldırı mı, ne münasebet?” Müderris İdris Efendi: “Hepimiz anında birer kan fıskiyesine “Evet. Yarın ikindiden sonra. Yani Türkiye saatiyle 15:00-16:00 döndük! Muz beyazı salona karpuz tozu püskürüyordu sanki.

” sularında!” Hac Rekortmeni Seyyah Sadık Bey: “Yahu ne muzu, ne “Neler söylüyorsunuz Fuat Bey?” 23 “Bakın, bu acil bir durum! Yarın heyet üyelerini güvenli bir yere karpuzu? Kanımız tutkal gibi aktı! Halat olup kolumuzu bağladı, nakletmeniz gerekiyor! Onları bakanlık binasından uzak boynumuza dolandı, boğdu bizi!” tutmalısınız!” Alevî Dedesi Saz Âşığı Reşat Bey: “Azrail’in yönettiği bir tufan Özel kalem müdürünün keyfi gıcırdı. Avami bir alaycılıkla öttü: “Siz gibiydi. Fişekli poyrazın güttüğü katran, apardı canımızı…” şu anda Güney Afrika Cumhuriyeti’nde değil misiniz?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir