Murat Sarıca – 100 Soruda Fransız İhtilali

Ġhtilâl nedir? Fransız ihtilâliyle ilgili açıklamalara geçmeden önce, ihtilâl sözcüğünden ne anlaşılması gerektiği üzerinde durmak, daha doğrusu, asıl amacımızın sınırları dışına çıkmadan, bu konudaki tarif ve terminoloji sorununa ışık tutmak gerekmektedir. İhtilâl, mevcut bir durumun ya da bir yaşama biçiminin ya da bir toplum düzeninin birdenbire sarsılmasıdır. Tedricî değişiklik ve gelişmenin (evrimevolution) tersini ifade eder. Siyasî anlamda ihtilâl, Devletin temel kanunu olan Anayasanın, kendi içinde belirtilen kanun yollarından yapılacak değişiklikler yerine, birdenbire ve hukuk dışı yollardan ortadan kaldırılmasıdır. Siyasî ihtilâlden, yürürlükteki siyasî rejimi altüst eden, değiştiren, tek ya da sürekli şiddet hareketleri anlaşılmaktadır. Dar anlamda siyasi rejim değişikliğinden, monarşiden cumhuriyete, diktatörlükten demokrasiye geçiş ya da bunların tersi ve benzeri geçişler anlaşılır. Oysa geniş anlamda siyasî rejim, toplumda hâkim olan idarî, hukuk?, dinî. sosyal ve iktisadî müesseselerin tümünü kapsar. Öte yandan devrim, bir yandan mevcut düzeni zor kullanarak yıkma hazırlıklarını, düzenin yıkılmasını, aynı zamanda da yıkılan düzen yerine yeni kurulan düzeni hep birlikte ifade eder. Devrim üç safhada gerçekleşir. Birinci safha, toplumda değişiklik fikrinin, yeni fikir tohumlarının atıldığı ve geliştirildiği devredir; daha çok düşünürlerin ve yazarların hazırladıkları, yön verdikleri bir safhadır. Devrim fikri, halk yığınlarınca benimsenince maddî bir güç haline gelir. İkinci safha eylem safhasıdır. Bu devre, bizim kabul ettiğimiz anlamı ile ihtilâli ifade eder. İhtilâl bazı etkenlerin itmesiyle patlar.


Bu patlamanın temelinde, toplumdaki çıkartan çelişen sınıfların çatışması yatar. Bilindiği gibi ihtilâl, başarıya ulaşırsa yani etkili olursa meşruluk kazanır. Üçüncü safhada ise yıkılan, bozulan düzenin yerine bir yenisini kurmak söz konusudur. Bu yeniden kurma ile devrim başarılmış olur. Görülüyor ki İhtilâl, devrimin ancak bir safhasını, daha doğrusu tamamlanmamış durumunu ifade eder. Yukarıda belirttiğimiz, geniş anlamda kullanılan devrim sözcüğünün yanı sıra dilimizde bir de dar anlamda kullanılan devrim sözcüğü vardır. Dar anlamıyla devrim, belirli sosyal müesseselerde, alt yapıyı değiştirmeksizin yapılan köklü değişikliklerdir. 1961 Anayasamızda da yer alan «Atatürk Devrimleri» dar anlamda alınan devrimlerin tümünü belirtmek üzere kullanılır. Millî Kurtuluş Savaşını izleyen yıllarda, Milliyetçilik ilkesinin sonucu olarak gerçekleştirilen dil ve tarih devrimleri, batılılaşma ilkesinin sonucu olarak da şapka ve harf devrimlerinin kabulü, devletin laikleştirilmesi, ancak dar anlamda devrimi ifade ederler. Geniş anlamdaki her devrim, özü ve temeli bakımından sosyal bir olaydır. Her devrim olayı, yeni bir sosyal düzen ve müesseseleşme getiren, zincirleme bir hızlı değişme sürecidir. Şekil bakımından ise zorunlu olarak siyasaldır ve her zaman yeni bir hukukî düzenleme sonucuna varır. Hükümet darbesi ise. Devletin eli ve emri altındaki resmî kuvvetlerden birinin (ordu) isyan ederek hükümeti devirip, aynı düzeni sürdürmek üzere, yerine geçmesidir. Kanımızca devrimin doğru bir tarifi ancak bilimsel sosyalizme dayanılarak verilebilir.

Bilimsel sosyalizme göre devrim, gelişen sınıflı toplumlar için kaçınılmaz bir sonuçtur. Belirli bir gelişme noktasında, toplumdaki maddî üretim güçleri yürürlükteki üretim ilişkileriyle, yani mülkiyet biçimiyle çelişiye düşer. Üretim ilişkileri üretim güçlerinin gelişmesine hizmet ederken zamanla bu gelişmeye engel olmaya başlar. Böylece bir sosyal devrim safhasına girilmiş olur. Devrimler, yeni üretim tekniğine dayanan üretim güçleri ile eski üretim ilişkileri arasındaki antagonizmayı ortadan kaldırırlar. Devrim, devrini tamamlamış olan üretim ilişkilerini, şiddet kullanarak ortadan kaldırır, üretim güçlerinin serbestçe gelişmesi için gerekli ortamı yaratır. Bir devrimin gerçekleşebilmesi için objektif ve sübjektif (nesnel ve öznel) şartların biraraya gelmesi gerekir. Yani toplumdaki maddî çelişinin olgunlaşması ve yeni üretim biçimini getirecek olan sınıfın, kendi sınıf bilincine varmış ve örgütlenmiş olması gerekir. Lenin’in deyişiyle, sömürülen sınıfın artık eski biçimde yaşamayı kesin olarak istemediği, sömüren sınıfın ise artık eskisi gibi yaşaması imkânsız hale geldiği zaman devrim olur. Tüm devrimlerin en önemli sorunu, siyasî iktidar sorunudur. Toplumu, gelişmesini önleyen eski üretim ilişkilerine bağlı sınıfın yönetiminden, devrimci sınıf, siyasî iktidarı ele geçirerek devralır. Devrim, sınıf mücadelesinin en üstün biçimidir; sosyal gelişmeyi hızlandırır. Marx’ın dediği gibi, devrimler tarihin lokomotifleridir. Devrim, toplumdaki karşıtların nicel (kantitatif) gelişmesi sonucu, bir nitel (kalitatif) değişme, bir sıçramadır. Bugüne kadar toplumlarda bu tür sıçramalar şiddet hareketleriyle gerçekleştirilebilmişlerdir.

Devrimi, eski üretim ilişkilerinin savunucusu bir sosyal sınıfın yerine, daha ileri bir üretim ilişkisi kuran sosyal sınıfın iktidara gelmesi olarak tanımladık. Tarihteki en tipik devrimler, 1789 yılında Fransa’da burjuvazinin, 1917 yılında da Rusya’da proletaryanın iktidara gelmesine yel açan devrimlerdir. Biz bu küçük kitapta Fransız ihtilâlini ele alacağız. İhtilâl sözcüğünü kullanıyoruz, çünkü yüz soru içinde, yukarıda değindiğimiz ve devrimi meydana getiren üç safhayı birden incelemenin mümkün olmadığı kanısındayız. Bu arada her ne kadar öbür iki safhaya, özellikle de hazırlık safhasına da değineceksek de asıl ağırlığı, siyasî iktidarın birkaç defa el değiştirdiği Fransız devriminin eylem dönemine vereceğiz. Bu nedenle başlık olarak, Fransız Devrimi deyimini fazla iddialı buluyoruz. Soru 2 : Fransız ihtilâli nedir? Fransız ihtilâli, Fransız tarihinde, iktisadi alanda üstünlük sağlayan burjuvazinin siyasî iktidarı da ele geçirerek burjuva, kapitalist toplumu kurmasıdır. Fransız ihtilâlinin amacı, Fransız siyasî düşünürlerinden Tocquville’in belirttiği gibi, Ortaçağ kalıntısı toplumsal müesseseleri ortadan kaldırmaktır. Ortaçağ kalıntılarını toplumdan silen ihtilâl, çeşitli dönemlerden sonra Fransa’da liberal bir demokrasinin kurulmasına yol açmıştır. Meseleye dünya tarihi açısından bakacak olursak, Fransız ihtilâli burjuva ihtilâlinin klasik bir modelidir. Fransız ihtilâlinin iki özelliği üzerinde durulabilir. Birincisi, feodalizmden kapitalizme geçişi sağlayan tarihî gelişmeyi genel çizgileriyle yansıtan yanı; ikincisi ise, Fransız toplumunun yapısından doğan ve çeşitli burjuva ihtilâlleri içinde Fransız ihtilâlinin kendine özgü niteliğini ortaya koyan yanı. Üretim tekniğinde meydana gelen gelişmenin üretim ilişkilerini değiştirdiği, toplumların tarihî gelişme çizgisi içinde, feodal üretim ilişkilerinden kapitalist üretim ilişkilerine geçildiği evrensel gerçeği yanında, Fransız toplumunun kendine özgü çeşitli üstyapı gerçekleri ve özellikleri de Fransız ihtilâlini etkilemiş, bu ihtilâlin oldukça girift olan dokusunu ortaya çıkarmıştır. Soru 3 : Onsekizinci yüzyılda, 1789 öncesinde feodaliteden ne anlaĢılması gerekir? 1789 öncesinde feodaliteden söz edebilmek için feodalite sözcüğüne geniş bir anlam vermek gerekir. Georges Lefebvre gibi bazı yazarlar 1789 öncesinde artık feodaliteden söz edilemiyeceği, gerçek feodal rejimin çoktan aşılmış olduğu kanısındadırlar.

O halde ihtilâlin yıktığı sosyal ve ekonomik düzeni nasıl adlandıracağız? Soboul’un belirttiği gibi, ancak feodalite sözcüğüne geniş bir anlam vererek. Çünkü bu ikinci görüş açısından feodalite yalnızca vassallık, kamu gücünün parçalanmış olması, yani hükümranlık haklarının (droit rega1ien) senyöre ait olması demek değildir. Feodalite, aynı zamanda, köylünün artı ürününü doğrudan doğruya senyörün almasıdır; köylünün angaryaya tâbi olması, köylünün senyöre aynî ve nakdî olarak çeşitli vergiler (redevances) ödemesi ve görevler yapmasıdır. Bu görüş benimsenirse feodalitenin siyasî yapısının. Merkezî Devletin kuruluşuyla birlikte, ortadan kalkmasına rağmen, iktisadî ilişkiler alanında devam ettiğini ve geniş anlamıyla feodalitenin bu ilişkileri kapsadığını kabul etmek gerekir. Soru 4 : Feodalite nedir? Batı Roma İmparatorluğunun çöküşüyle başlayan Orta Çağda, özellikle Batı Avrupa’da hâkim olan toplum düzenine feodalite diyoruz. Üretim ilişkilerini etkileyen üretim tekniğinde meydana gelen gelişme, o döneme kadar köleler yoluyla yapılan üretimin biçimini değiştirmiştir. Kölelik üretim biçiminin gelişmekte olan üretim tekniğine artık uyamaması, üreticinin üretim aracı sahibine karşı daha bağımsız olmasına yol açmıştır, örnek vermek gerekirse, kol değirmeninden rüzgâr değirmenine geçiş aynı zamanda kölelikten derebeyliğe geçişi hazırlamıştır. Feodal toplumun üretim ilişkilerinin temeli senyörün toprak üzerinde mutlak mülkiyet hakkına sahip oluşu ve toprağa bağlı köylü (serf) üzerinde de kölelik düzenine kıyasla sınırlı bir mülkiyete sahip bulunuşudur. Bu düzende, feodal mülkiyetin yanında, bir miktar köylünün bireysel mülkiyeti de vardır. Feodal sömürü, sertlerin artıürününü senyörlerin kendilerine mal etmeleri biçiminde gerçekleşir. Senyörlerin kendilerine mal ettikleri bu artıürün, senyörlere belirli zaman ve fırsatlarda ödenmesi zorunlu olan «redevances» denilen vergiler ve çeşitli yükümlülükler yoluyla sağlanırdı. Üretim tekniğinin gelişmesi sonucunda gevşeyen kölelik bağı, burada ayrıca üzerinde durmayacağımız dış olayların da çeşitli yönlerden etkisiyle, feodal rejimin kurulmasına yol açmıştır. Aynı zamanda siyasî, hukukî, iktisadî ve sosyal bir rejim olan feodal düzende devlet birliği mevcut değildi; ülkeler birçok beyliklere ayrılmış bulunuyordu. Feodalitenin siyasî yönden getirdiği en büyük özellik, devlet iktidarının parçalanmış olması ve halkın Fransa’da Kapel hanedanının iktidarının başlarında olduğu gibi doğrudan doğruya devlete değil, toprakların sahibi olan senyörlere tâbi durumda olmalarıdır.

Feodalite bir ehrama benzetilebilir. Burada, Roma Hukukunda olduğu gibi, toprağa serbestçe tasarruf edebilmek söz konusu değildir. Senyörsüz toprak istisna teşkil etmektedir. Sahibinin üstünde bir senyörü bulunmayan ve istisna teşkil eden, serbestçe tasarruf edilebilen topraklara «alleu» adı verilmektedir. Geri kalan topraklar fief mukavelesiyle hiyerarşik bir düzene tâbi tutulmuştur. Fief mukavelesi iki taraflı bir akittir. Taraflardan biri senyördür. Senyör, tâbi ya da vassal denilen bir ikinci şahıs lehine, bir gayrı menkul ya da belirli bir toprak parçası üzerinde adaleti tevzi gibi bir fonksiyonu daimî bir hak olarak tesis eder. Karşılık olarak vassal da senyörün kendisinden beklediği hizmetleri yerine getirmekle yükümlüdür. Ayrıca vassal da aldığı toprağı kısmen başkalarına verebilir, bu yoldan kendisi de senyör olabilirdi. Ne var ki bu hiyerarşi içinde sonuncu vassalın ilk senyörle hiç bir ilişkisi yoktur. Bu durumu en iyi: «adamımın adamı benim adamım değildir» ilkesi açıklamaktadır. Öte yandan feodal düzen içinde kilisenin de önemli bir yeri olduğunu hatırlamak gerekir. Laik senyörlere ait malikâneler yanında, rahipler sınıfından senyörler, kilise ve manastırlara ait malikâneler de pek çoktu. Bu malikâneler işletme ve idare bakımından öbürlerinden büyük farklılık göstermiyorlardı.

Feodal düzene örnek olarak Fransa’yı alacak olursak başta Fransa kralı, Fransa Dukalığı adıyla bilinen toprakların senyörüdür. Bu yönden öbür fief sahipleriyle hiç bir ilişiği yoktur. Sadece kendi vassallarıyla doğrudan doğruya kişisel ilişkiler kurmuştur, öte yandan Kapet sülâlesinin kralları aynı zamanda bütün Fransa’nın da kralı idiler. Bu durumda kral Fransa’daki öbür bütün feodallerin süzreniydi (metbu). Kral en yüksek senyördü; feodal hiyerarşinin en yüksek katını işgal ediyordu. Başka bir deyişle, kral senyörlerin senyörü durumundadır. Bu bakımdan bütün vassallar ona tâbi durumdadırlar. Ancak daha yukarıda değindiğimiz ilke gereğince, vassal senyörlerinin toprağında yaşayan halkın hayatına kralın müdahale hakkı yoktur. Kralın fiilen idaresi yalnızca kendi dukalığıyla sınırlıdır. Bu dukalık üzerindeki «hâkimiyeti» kendisinin de feodal bir senyör olmasından doğmaktadır. Bu yüzden, kralın dukalık üzerindeki «hâkimiyeti», öteki senyörlerin kendi toprakları üzerindeki «hâkimiyetleri» gibi, feodal hukuka dayanıyordu. Bu dönemde kral. Millî Devlet Şefi sıfatıyla sahip olduğu hukukî delilleri kabul ettirmek için yeterince kuvvetli bulunmadığından, ancak «Prima inter pares»den ibaretti; yani eşitlerin arasında birinci idi. İşte Batıda, özellikle feodal dönemin başlarında kralın, doğrudan doğruya kendine bağlı topraklar dışında asker ve en önemlisi vergi toplayamaması, bu konularda senyörlerin ve kilise büyüklerinin rızasını almak zorunluğunu duyması sonucu parlamento geleneği ortaya çıkmıştır. Bu meclislere (ki başlarda Curia Regis daha sonra Etats Generaux denilirdi) burjuvaların güçlendiği dönemde şehirlerin seçtiği burjuvalar da katılacaklar, böylece parlamenter rejime doğru bir adım daha atılmış olacaktır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir