Murtaza Mutahhari – Kadın

Asrımızın şartları pek çok meselenin yeniden değerlendiril­mesini gerekli kılmakta ve geçmişte yapılan değerlendirmelerle ik­tifa edilmemesi gerektiğini göstermektedir. “Ailevî vazife ve hak­lar” da bu meselelerden biri durumundadır. Daha sonra değineceğimiz sebepler yüzünden çağımızda; mezkûr alandaki en önemli meselenin “kadın özgürlüğü” ve onun “erkekle eşit haklara sahip bulunması” olduğu zannedilmiş. Diğer meseleler bütünüyle bu iki meselenin teferruatı şeklinde ele alın­mıştır. Ancak, bizce “Ailevi haklar sistemi” konusunda -ve hiç ol­mazsa önemli meselelerden biri- şudur: Ailevi sistem, diğer sosyal kurumlardan farklı bir sitem midir? Bu kurumlarda geçerli mantık mikyaslarından farklı bir takım mantık ölçüleri mi vardır. Yoksa bu sosyal birimle diğer birimler arasında hiçbir fark yok mudur? Bu birime hâkim olan mantık, felsefe ve mikyaslar neticede diğer sosyal birim ve teşekküllerdekiyle tamamen aynı mıdır? . Bu tereddüdün asıl sebebi bir yandan mezkûr birimi meyda­na getiren iki temel unsurun “iki cinsiyet” ten müteşekkil olması­dır. Diğer taraftan ise ebeveynle çocukların art arda gelen iki nesli oluşturuyor bulunmasıdır. Yaratılış mekanizması bu birimin üye­lerini birbirine “benzemeyen” ve birbiriyle “aynı olmayan” ko­numlarda tesbit etmiş farklı nitelik ve nicelikler bağışlamıştır. Aile topluluğu “tabii- sözleşmeli” bir topluluktur. Yani böcekler ve bal anlarında olduğu gibi bütün kuralların, haklar ve sınırların doğrudan doğruya tabiat tarafından belirlendiği ve tabiatın tespit etmiş olduğu bu sınır ve kurallara aykırı davranma ihtimal ve imkanının söz konusu olmadığı içgüdüsel bir toplulukta; tabii ve içgüdü yönü – hayvanlardakinden- çok daha zayıf olan medeni insan toplulukları arasında yer alan bir orta topluluk durumunda olup bir “tabiilik” ve “sözleşmişlik” terkibidir. Bilindiği üzere eski felsefeciler ailevi hayat felsefesini “pra­tik bilim” den bağımsız başlı başına bir bilim dalı olarak kabul edi­yorlardı. İnsan hayatının bu bölümünün kendine has mantık ve öl­çüleri olduğuna inanıyorlardı. Eflatun “Cumhuriyet” adlı eserinde Aristo “Siyaset” inde ve Ebu Ali Sina “Kitab-ul Şifa” sında mese­leye bu açıdan yaklaşmıştır.


Kadının toplumdaki hukuku konusunda da, onunla erkeğin tabii ve insani haklarının “aynı” ve “benzer mi” yoksa birbirinden “farklı” ve “benzer olmayan” haklar mı olduğu sorusu tabiatıyla mevcuttur. Bununla anlaşılması gereken şey şudur: İnsanlara birta­kım haklar bahşeden tabiat ve hilkat, bu hakları iki cinsiyetli mi yaratmıştır, yoksa bir cinsiyetli mi? Başka bir deyişle, acaba “er­keklik” ve “dişilik” unsurlarının sosyal görev ve haklar üzerinde bir fonksiyonu var mıdır? Yoksa tabiat açısından tekvin ve hilkat mantığına göre “hak” ve “hukuk” denilen şey (tek cinsiyetli) midir? Batı dünyasında 17. y.y’ dan sonra yaygınlaşan ilmi felsefi haraketlerle birlikte, adına ” İnsan Hakları” denilen sosyal bir ce­reyan da başladı. 17. ve 18. yüzyıl yazar ve düşünürleri insanın inkâr edilmeyecek fıtri ve tabii haklarıyla ilgili düşüncelerini takdi­re değer bir çabayla halka yaydılar. Voltaire, J.J. Rousseau ve Montesquieu bu yazarların önde gelenlerindendir. Söz konusu me­seleye değinen yazar ve mütefekkirlerin insanlık camiasına büyük hizmetleri olduğu inkâr edilemez. Hatta bu mütefekkirlerin insanlı­ğa verilen hizmette büyük kâşif ve mucitlerden daha az pay sahibi olmadığı da iddia edilebilir. Bu gruptaki yazarların önemle üzerinde durdukları nokta; insanın fıtri olarak, tabiat ve yaratılışı gereği bir takım hak ve hür­riyetler taşıyor oluşuydu. Bu hak ve hürriyetleri hiç kimse veya hiç­bir grup, hiç bir şekilde ve hiç bir ad altında o birey veya gruptan elinden alamaz. Hatta bizzat hak sahibi dahi kendi irade ve arzusu­na binaen bu hakları başkasına devredip kendisini onlardan soyutlayamaz. Keza, hükmedenden hükmedilene, beyazdan siyaha, zen­ginden fakire varıncaya kadar hangi hal ve durumda olursa olsun bütün insanlar bu hak ve hürriyetlerde yekdiğeriyle bir ve “eşit” tir­ler.

Bu fikri ve içtimai hareket kısa zamanda meyvesini verdi. Önce İngiltere’de, daha sonra Amerika ve ardından Fransa’da inkılâplar, rejimlerin değişmesi ve bir dizi bildirilerin imzalanması şeklinde kendisim göstererek tedricen başka noktalara da sıçradı. 19. y.y’ da iktisadi, içtimai ve siyasi sahalarda insan hakları­yla ilgili yeni düşünceler ortaya çıktı. Emekçilerin çıkarları ön plana alındı iktidarın kapitalist sınıftan, işçi sınıfının’ savunucuları­na intikal etmesi gerektiğini öngören sosyalizm gibi yeni oluşumla­rın doğusuyla sonuçlandı. 19. yüzyılın sonlarından 20. y.y. başlarına kadar insan hakla­rı konusunda söylenen veya bilfiil ortaya konulan girişimler, dev­letler karşısında milletlerin ya da işveren ve patron kesim karşısın­da işçi emekçi sınıfın haklarıyla ilgilidir. 20. y.y’da “Erkek Haklan” gündeme geldi. İlk olarak ikinci dünya savaşı -1948- den sonra Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nca yayınlanan “İnsan Hakları” beyannamesinde kadınla erkeğin eşit haklara sahip olduğu sarihen açıklandı.

IV.y.y’dan günümüze kadar batı dünyasında gerçekleşen bütün toplumsal hareketlerde asıl eksen daima şu iki konu oldu: “Hürriyet” ve “Eşitlik”… Keza, batıda kadın hakları hareketi diğer hareketlerin devamı olduğundan ve son derece acı bir geçmişi bu­lunduğundan bu alanda da “hürriyet” ve “eşitlik” ten başka bir şey söylenmedi. Bu hareketi başlatanlar kadının hür ve erkekle eşit haklara sahip bulunmasının gerekliliğini, 17.yy’da gündeme gelen insan hakları hareketinin tamamlayıcısı şeklinde yorumladılar. Kadının hürriyetine kavuşamaması ve erkekle eşit haklara sahip olamaması halinde insan hak ve hürriyetlerinden söz etmenin anlamsız olaca­ğın; iddia ettiler. Bununla da yetinmeyip aile sorunlarının bütünüy­le kadının hürriyetine sahip olmayışından ve erkekle eşit haklara sahip bulunmayışından kaynaklandığını ileri sürdüler. Bu mesele­nin halledilmesi halinde aile problemleri bütünüyle çözüme kavuş­muş olacaktı. Bu harekette, bizim “aile hakları sisteminin en önemli mese­lesi” olarak tanımladığımız problem, yani bu sistemin tabii olarak bağımsız bir sistem mi olduğu ve onu diğer sosyal müesseselerden ayıran kendine has mantık ve ölçülere sahip bulunup bulunmadığı meselesi tamamen unutuldu. Zihinleri meşgul eden yegâne mesele kadınların da erkeklerle eşit hak ve hürriyetlere sahip olması ge­rekliğinden ibaretti. Bütün konuşma ve telaşlar şu mihver çevre­sinde dönüp durdu: Kadın, insaniyet hususunda erkekle ortak ve onun gibi ” her şeyiyle tam bir insan” dır. O halde kadın da erkek gibi ve onunla eşit bir şekilde, “kendisinden soyutlanamayacak fıtri haklar” ından faydalanabilmelidir. Bu kitabın bazı bölümlerinde “Tabii hakların kaynağı” ndan kafi derecede söz ettik. Bu bölümlerde tabii ve fıtri hukukun temel kaynağının bizzat tabiatın kendisi olduğunu ispat ettik. Yani, eğer insan at, koyun, tavuk, balık… vb.

hayvanların sahip olmadığı bazı özel haklara sahipse bunun kaynağı bizzat tabiat ve hilkat nizamı­dır. Keza, tabii haklar konusunda bütün insanların yekdiğeriyle eşit olması ve herkesin “hür” yaşama hakkına sahip bulunması da ya­ratılış nizamının temelinde yatan değişmez bir kuraldır. Bunun başka bir sebebi de yoktur zaten. Hürriyet ve eşitlik taraftarı bilim adamları da insanların fıtri haklan konusunda bundan başka bir delil öne sürüyor değildi. Binaenaleyh aile sistemi gibi temel bir mesele için de tabiattan başka bir kaynak aramak beyhude olacak­tır. Sözün burasında, bizim “aile hukuku sisteminin temel mese­lesi” olarak ele aldığımız meseleye neden dikkat gösterilmemiş ol­duğunu incelemek yerinde olacaktır. Acaba bugünkü bilimler ışı­ğında kadın-erkek arasında ki ihtilaf ve farklılığın basit bir uzvi farklılıktan ibaret olduğu mu anlaşıldı? Bu durumun onların cismi ve ruhî yapıları, kendilerine ait olması gereken haklar ve yüklen­meleri gereken sorumluluklar üzerinde hiçbir tesir bırakmadığı mı anlaşıldı? Neticede mezkur sebeple mi günümüz felsefelerinde bu konuya özel bir yer ayrılmadı? Bilakis bunun tam tersi bir durum oldu. Biyoloji ve psikoloji dallarında kaydedilen ilmi gelişme ve bu bilimlerdeki yeni buluşlar neticesinde iki tür arasında ki farklılıklar net bir şekilde ortaya çıktı. Nitekim elinizdeki kitabın bazı bölümlerinde meseleyle ilgili olarak biyolog, fizyolog ve psikologların araştırmalarına yer ver­meye çalıştık. Ancak, bütün bunlara rağmen batılılar tarafından asıl meselenin yine de unutulmuş olması gerçekten şaşırtıcıdır. Bu dikkatsizliğin kaynağı, mezkûr hareketin çok acelecilikle vuku bulmasıdır belki de… Bu yüzdendir ki söz konusu akım, kadını bir takım bedbahtlıklardan kurtardıysa da, kadın ve insanlık ca­miasını daha başka bedbahtlık ve zavallılıklara müptela etti. İleri­de, elinizde ki kitabın bazı bölümlerinde de göreceğiniz gibi batılı kadın 20.yy başlarına kadar en ilkel ve en basit haklardan bile mahrum bir durumda idi. Nitekim batılıların geçmişin telafisini akıl etmeleri yakın bir tarihe(20.yy başlarına) rastlar.

Öte yandan bu hareket, “hürriyet” ve “eşitlik” alanında başlayan hareketlerin bir devamı olduğundan bu iki kelimenin mucizeler yaratmasını beklediler. Halbuki hürriyet ve eşitlik, insanların yekdiğeriyle olan irtibatlarıyla ilgili kavramlardır. Din eğitimi alan öğrencilerin de deyişiyle “hürriyet ve eşitlik, insanın, insan olduğu için hemcinsle­rine karşı sahip olduğu bir haktır.” O halde kadın da bir insan oldu­ğuna göre, her insan gibi o da hür yaratılmıştır ve eşit haklara sa­hiptir. Ancak kadın kendisine has özelliklere sahip bir insandır. Nitekim erkek de yine kendine has başka özelliklere sahiptir. Evet, “insan olma” konusunda erkekle kadın “eşit” tir; fakat iki tür insan söz konusudur burada, iki çeşit haslet ve iki çeşit psikolojiy­le… Keza bu farklılığın sebebi coğrafi, tarihi veya sosyal meseleler de değildir; bilakis, yaratılıştan kaynaklanan bir farklılıktır bu. Söz konusu “iki türlülük ” ün bir sebebi ve maksadı vardır tabiatta; tabi­at ve fıtrata aykırı her davranış, neticede hoşa gitmeyecek illetler doğurmaktadır. İnsanların; kadın-erkek haklarının “bir çeşit” mi “iki çeşit” mi olduğunu ve aile topluluğunun – en azından- yan tabii bir topluluk olup olmadığını da yine tabiattan ilham alarak araştırmamız gerekir. Hiç olmazsa hayvanlar ve bu cümleden olmak üzere insanların iki değişik cinsiyete sahip bulunmasının tesadüfî bir sonuç mu olduğu, yoksa bunun doğrudan doğruya yaratı­lış programının bir parçası mı olduğu üzerinde düşünülebilinir. Keza meseleye şu açıdan da yaklaşmak yerinde olacaktır: İki tür arasındaki fark, sadece basit ve sathi bir uzuv farklılığı mıdır? Yoksa Alexis Carrel’in de dediği gibi insanoğlunun her hücresinde, onun cinsiyetini gösteren bir iz mi vardır? Fıtrat dili ve mantığında kadınla erkeğin her birinin kendine mahsus görevleri var mıdır? Hak kavramı tek tür bir kavram mıdır, iki türden bir kavram mıdır? Ahlak ve eğitim “tek tür” müdür, yoksa “iki tür” müdür? Cezalar, görev ve mesuliyetler için durum nasıldır? Bu hareket ve akımda, eşitlik ve hürriyetten başka meselele­rin de olduğu noktasına dikkat edilmedi. Hürriyet ve eşitlik gerekli şartlar olmalarına rağmen “yeterli şartlar” değildirler. Eşit hakların bir anlamı, benzer hakların ise bir diğer anlamı vardır. Kadınla er­keğin maddi ve manevi değerler konusunda eşit tutulmasıyla, bu konuda “aynı”, “gibi” ve şeklen bir addedilmesi farklı şeylerdir. Bu harekette “eşitlik”, kasten veya yanlışlıkla “benzerlik” yerine kul­lanıldı ve “eşitlik” , “tıpatıp aynılık” la bir kabul edildi, “nitelik”, “nicelik” in sınırlarına hapsedildi.

Kadının “insan” oluşu, onun “kadın” olduğunun unutulmasına sebep oldu. Gerçekte, sözünü ettiğimiz asıl meseleye değinilmemiş ol­ması, acelecilikten kaynaklanan felsefi bir gaflet değildi. Kadının “hürriyet” ve “eşitlik” ini kullanmaya çalışanlar söz konusudur. Bu faktörlerden biri sermaye sahipleriydi. Sermaye sahiple­rinin tamah ve çıkarlarını mezkur meselede rolü olmadığını söyle­mek kabil değildir. Fabrikatörler, kadım evden fabrikaya çekmek ve onun iktisadi gücünden kendi çıkarları doğrultusunda faydalan­mak için kadın hakları, kadının ekonomik bağımsızlığı, kadının hür ve erkekle eşit haklara sahip olduğu… vb. meseleleri gündeme getirdiler. Nitekim bütün bunlara kanuni resmiyet kazandıran da yine fabrika sahipleri oldu. Will Dorant, Felsefenin Lezzetleri adlı kitabının 9. bölü­münde Aristo, Nietsele ve Schophenhour kitapları ve bazı mukad­des Yahudi kitaplarında geçen kadın konusunda hayli aşağılayıcı görüşlerden bazılarına değinir. Ve Fransız devriminde kadın hürriyetlerinden de söz edilmesine rağmen pratikte hiçbir değişikliğin meydana gelmediğini hatırlatarak şöyle der: “1900’lere kadar kadı­nın, kanunen erkeğin saygı duymasını gerektirecek bir hakka sahip olduğunu görmek bir hayli zordur.” Dorant, daha sonra kadı­nın içinde bulunduğu durumun 20.yy’da birtakım değişikliklere uğramasının sebeplerine değinir ve şöyle der: “Kadın hürriyeti de­nilen şey, sanayi devriminin doğurduğu sonuçlardan biridir.(…) Kadınlar, erkeklere nispeten daha ucuz işçilerdi, bu yüzden işve­renler onları yüklüce ücret isleyen asi erkeklere tercih etmekteydi. Bir asır önce İngiltere’de erkekler için iş bulmak son derece zorlaş­tı.

Ancak, her yere asılı ilanlarda, erkeklerden, eşleri ve çocukları­nı fabrikalara göndermeleri istemiyordu. Büyük emellerimizin hürriyeti yolunda atılan ilk adım 1882 kanunu olmuştur. Bu kanun. Büyük Britanyalı kadınlara, o güne değin görülmemiş üstünlükler tanıyordu. Zira bu yeni kanuna göre İngiltereli kadın­lar artık kendi kazançları olan parayı kendilerine ayırabileceklerdi.([1]) Hıristiyanlığın bu yüce ahlak kuralını, İngiliz kadınlarım fab­rikalara çekmek isteyen Avam Kamarası’nın fabrika sahibi üyeleri kanunlaştırdı. O gün bugündür dayanılmaz kâr ve çıkarcılık duygu­su, kadınları kölelik ve evde ömür tüketmekten kurtarmış. Ancak bu defa da mağaza ve fabrikalarda ömür çürüten köklere dönüşme­lerine sebep olmuştur…([2])

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir