Mutlu Haspolat – Mor Ölüm 1

“İçimde büyük bir potansiyel var” diye bağırdı ağzından boşalan sigara dumanının arkasından.Monitörün hemen yanında duran, bir çorba kasesi büyüklüğünde, içinde kendinin de sayamayacağı kadar çok miktarda izmarit dolu kocaman bir kül tablası odaya dayanılmaz kokular yayarken, o hala öfkeyle tuşlara basıyor ve sanki yıllardır kin güttüğü birinden intikam almaya çalışıyordu. “Varlığımı kanıtlamam lazım. Ben bir hiçim, ben yokum. Tanrının yaratmış olması benim var olduğumu göstermez, gösteremez!” Kendini içine soktuğu bu sıkıntının bu kadar çabaya, emeğe, gayrete değip değmeyeceğini dahi düşünmemişti oysa. Çaresizlik ve korku hasebiyle kuyruğunu bacaklarının arasına alan bir köpek misali, kafasını iki elinin arasına aldı ve plastik sandalyesinde neredeyse iki büklüm oluverdi. Aslında başını biraz kaldırıp, gözlerini biraz açsa içinde yaşadığı yerin tasviri bile ulaşmaya çalıştığı okuyucu kitlesi için büyük bir ilgi ve değişiklik arz ederdi. Kafasını hiç bir yana çevirmeden sadece önündeki masaya baksa masanın üzerinde birbirleriyle uzaktan veya yakından ilgileri olmayan bir çok obje görecekti. Monitörün hemen sağ alt tarafında açık duran ve bitip bitmediği belli olmayan bir tutkal –ki izmarit kokusuna eşlik eden o tuhaf koku büyük ihtimalle bu tutkalın kokusu olmalıydı- , tutkalın üzerine öylesine atılmış bir kibrit kutusu ve onun az gerisinde kocaman bir makas duruyordu. Bu nesneler arasında elbette akla yatkın bir ilişki kurulabilirdi ama aynı şey monitörün sol yanında duran kirli bir çorap, balık yemi kutusu ve ufak bir boya fırçası için söylenemezdi doğrusu. Anlaşılan fırça duvar köşelerini veya duvarla tavan arasında kalan köşeleri boyamak için kullanılan türden bir şeydi. Çünkü oldukça ince bir görünüme sahipti. Masanın hemen yanında çelik bir çaydanlıkla bir demlik kendilerine bitişik olan siyah bir poşete eşlik ediyorlardı. Poşetin içi ne zamandan kaldığı belli olmayan ufak tefek çöplerle dolu olduğu halde siyah olduğu için pek renk vermiyordu. Asıl şaşırtıcı olan çaydanlığın bilgisayar masasına doğru olan tarafında yer alan bilgisayar kasası üzerindeki küçük bir tuzluğun varlığıydı.


Odanın kalan kısımlarına yayıldıkça sizi karşılayacak olan değişik türde bir çok obje bulunuyordu. Yakaları kirli rengarenk gömlekler, şortlar, atletler ve henüz teri kurumamış bazı tişörtler birbirini tamamlayan bir zincirin halkalarını anımsatıyorlardı. Halının üzerinde minicik kıllar duruyor ve ekmek kırıntılarıyla vakit geçirmeye uğraşır gibi bir izlenim bırakıyorlardı. Hemen bilgisayar masasının yanında ikinci bir masa bulunmaktaydı ki bunun yemek için ayrılmış bir masa olduğu kesinlik ifade ediyordu. Üzerinde duran iri bir tencere vardı. Bulaşık grubuna dahil edilmesi gereken bir çatal ve bir kaşık, makarna kırıntılarıyla birlikte bir tabağın içinde kaldırılmayı bekliyorlardı. Bunlar, odaya girildiğinde göze ilk çarpacak olanlardı aslına bakılırsa. Hariçte ise etrafa dağılmış bir yığın CD, kitap, kağıtlar ve benzeri pek çok şey vardı. Duvarda ise T. S Eliot’un “Alfred Prufrock’un Aşk Şarkısı” adlı şiiri; kitaplığın üst rafını örten kapakların üstünde 20. Yüzyıl İngiliz şairlerinden Rupert Brooke imzasını taşıyan The Soldier (Asker) şiiri ve arka duvarda ise Wilfred Owen ve Ezra Pound gibi aynı dönemin şairlerine ait İngilizce şiirler asılıydı. Şiirler büyük puntolarla yazılmış olmakla birlikte oldukça da özenilerek asılmıştı duvarlara. Tavana yakın kısımlarda bir yerlerde içinde sahte kırmızı güllerin bulunduğu bir buket, onun hemen yanında üzerinde “eski dosttan sevgilerle” yazısı bulunan ve simlerle kaplı siyah bir gül resmi ve bu küçük tablonun da az altında kanatları olan ve kucağında bilinmedik bir şey tutan tuhaf mitolojik bir biblo çiviyle duvara tutturulmuştu. Aslında Prufrock şiiriyle o kadar yakın duruyordu ki duvara çivilenmiş bu biblo, bakınca Eliot’un ünlü kahramanı Prufrock’un ezici bir soruyla duvara çivilenişi geliyordu insanın aklına. Ama şu an bunların hiç biri umurunda değildi.

O yazamadığı için yaşadığı büyük ıstıraptan başka hiçbir şey hissetmiyor ve günlerdir klavye atlı o piyade arkasından koşup duruyordu. Oysa anlatacağı, yaşamış olduğu ne kadar çok olay vardı. Ne derin acılar çekmiş, ne çıkmaz yollara girmiş ve ne günahlar işlemişti kendince. Yani onları yaşamak dile getirip kağıda dökmekten daha mı zordu! Evet bu bir çağrışım yapmıştı kafasında. Evet yazmak yaşamaktan daha zordu. Hatta bu yazacağı kitaba isim bile olurdu. Neden bunu düşünmemişti daha önce. Evet… Evet… İşe başlığı koymakla başlamalıydı. Sertaç halt etmişti önce kitabı yaz sonra uygun bir başlık bul derken. İşe bununla başlamalıydı. Ellerini kafasından çekti ve her zamanki heyecanıyla tekrar parmaklarını klavyeye götürdü. Birbiriyle bağdaştıramadığı kelimeleri kısa bir süre içinde sildi ve karşısında bembeyaz duran ekrana şu satırları döküverdi. “YAZMAK YAŞAMAKTAN DAHA ZOR!” Hımm. Ne kadar çarpıcı, ne kadar etkileyici bir başlık bulmuştu kitabına. Kitabını bu ana fikir üzerine kurma düşüncesi nasılda aniden gelivermişti kafasına.

Oysa Galata köprüsünden defalarca geçtiği ve her defasında da yalnızca yaratacağı eserle ilgili şeyleri düşündüğü halde bunu akıl edememişti. İlham dedikleri bu muydu acaba? Olabilir…Zaten bütün ünlü yazarlara da bir anda ilham gelmiyor mu! Aslında bütün şair ve yazarlara kızgındı. Onlar söylenebilecek en güzel sözleri söylemiş, yazılabilecek en güzel yazıları yazmış ve bütün konuları işlemişlerdi. İnsan biraz da arkadan gelecek olanları düşünmez miydi? Bu hem çok büyük bir adaletsizlik hem de bencillik sayılmaz mıydı? Aslında bunları yargılayacak zaman değildi içinde bulunduğu zaman. Bir an önce parmaklarından tuşlara oradan da sayfalara ve oradan da hayranlarına ulaşacak olan altın sözcüklerini yaratmalıydı. Başlık tamamdı. Evet… Şimdi… Şöyle mi başlamalı acaba… “Acılar…Hepimizin içimizde hissettiğimiz, ama şiddetini kimseye ifade edemediğimiz….” Nasıl tamamlasa doğru olurdu acaba cümleyi? “…edemediğimiz….yaşantı ürünleridir” Hayır… bu biraz Gelişim psikolojisi kitaplarında kurulan cümlelere benzemişti. Oysa onun vermek istediği acının şiddeti ve duygusallığın insan kalbine çöreklenmesi gibi büyük mesajlardı. Yine Prufrock’u düşünmeden edemedi. Aslında Aşık olduğu o şiirde böyle zıtlıklarla başlamıyor muydu. “Gidelim öyleyse senle ben…” aniden giriyordu şair şiire. Bir arkadaşıyla konuşur gibi. “Akşam gökyüzüne yayılınca, eterlenmiş bir hasta gibi” Evet Eliot bile akşamı gökyüzünü ve eteri bir arada kullanarak duygusallığı bilimselleştirmiş ve yeni bir oluşum gerçekleştirmişti.

Bir an hayranlarına imzaladığı kitapları geçti gözlerinin önünden. Gerçi bu ona hep olurdu ama. Tek bir cümle yazdığında bile hemen hayran kitlesini, kitapçıların vitrinlerini süsleyen kitaplarını ve kitabın adından çok daha büyük yazılmış kendi adını görüverirdi. Girdiği hayal dünyasını terk etmekse ona hem zor gelir hem de böyle bir yükseliş için atması gereken adımlar için hayallerini kesme yürekliliğini gösterdiği için kendiyle gurur duyardı. Zekası ve azmi en güvendiği taraflarıydı. Ona göre başarısızlığının en büyük sebeplerinden biri sürekli tavsiyelerle ve nasihatlerle hareket etmesiydi. Üstüne üstlük çevresinde ona tavsiye veren insanların tavsiye verebilecek nitelikte insanlar olmaması onu deli ediyordu. Kimi zaman dostlarına ve tavsiyelerini kendinden esirgemeyen yakın arkadaşlarına haksızlık ettiğini de düşünmüyor değildi. Ama onların verdiği öğütlerin hiçbir işe yaramadığı da saklanılamaz bir gerçekti. Çoğu yazar hayatından alıntılar yaparmış, aslında yazarları yazar yapan kalemleri değil yaşadıkları fırtınalı ve ilginç hayatlarıymış. Ve bir sürü düzmece. Artık böylesine kesin yargılara ve uçuk düşüncelere değer vermiyordu. Kendi bildiğini yazacak; hayal gücünü ve kaleminin keskinliğini kullanacaktı. İlk cümle tamamdı. Nasılsa gerisi çorap söküğü gibi gelecekti.

Bu düşüncelerle yeniden duygu yoğunluğundan sıyrıldı; odanın dayanılmaz kokusunu ciğerlerine doldururcasına derin bir nefes aldı. Ellerini klavyeden çekip, iki elini birbirini kavrayacak şekilde şöyle bir ovuşturdu ve ela gözlerinden soluk benzine doğru sözcüklerin ifade etmekte zorlanacağı değişik bir mutluluk yayıldı yüzüne. Kendince yazdıklarını kontrol etti, ortaya yalnızca iki değişik şey çıkmıştı. Bir tanesi romanın başlığı – ki bu ona göre çok çarpıcıydı – diğeri ise tek bir cümlecik; “Acılar…Hepimizin içinde hissettiğimiz, ama şiddetini kimseye ifade edemediğimiz yaşantı ürünlerimizdir…” Bundan sonra nasıl devam etmeliydi. Aslında böylesine çarpıcı başlayarak okuyucusunu yanılgıya uğratabilirdi. Çünkü çok güzel cümlelerini ortalara veya sonlara saklamalıydı. Hem ilk başta böylesine haz dolu cümlelerle karşı karşıya gelen okuyucunun sonraki sayfalar için beklentisi artmaz mıydı? Bu durumda daha güzel yaratımlar sunmalıydı değerli okuyucusuna. Öyle şeyler ortaya koymalıydı ki, farklı kesimden insanlar onu en yakın dostları olarak görmeli ve ifade edemedikleri her ne varsa böyle bir yazardan duydukları için hem ona minnet duymalı, hem de bu şansa sahip oldukları için mutlu olmalıydılar. İş bu kadarla da kalmıyordu tabii. İyi şeyler ortaya koyacağım diye okuyucunun da teline dokunmamak lazımdı. Onları incitecek, kalplerini kıracak ve bu nedenle hayranlarını kaybedecekse hiç yazmasın daha iyiydi. Aslında bunlar kitabın yazım sürecinde düşünülmesi gereken ince ayrıntılardı. Şimdi kaldığı yerden devam etmesi ve kurduğu şahane cümlesinin üzerine sanatçılığını konuşturacak yeni cümleler eklemesi gerekiyordu. Konuya acıların bir nevi tanımıyla başlamıştı ama bunu niçin yaptığını kendinin de fark etmediğini anladı. Bir an duraksadı.

Hayır o karanlık düşünce nöbetlerine tekrar dönmemeliydi. Bu çok iğrenç bir durum olurdu. Sürekli ne yazacağını, hangi yaratımlarda bulunacağını düşünmek! Yıldırıyor muydu yoksa bütün bunlar onu. Hayır yıldırmamalıydı. Bir asker kadar sabırlı, bir doktor kadar soğuk kanlı, bir öğretmen kadar öğretici olmanın zamanı gelmemiş miydi? Yazarlık bütün meslek gruplarını kendi Bünyesinde toplamak değil miydi? Ah gecenin bu vaktinde neler de düşünüyordu kendi kendine. Karnı açtı oysa. Sabahtan beri ağzına lokma koymamıştı. Bu denli büyük bir işle uğraşıyordu. Bu yüzden yemek yemeyi ihmal etmesi belki doğal sayılabilirdi ama bu tür bir beyin fırtınası yaşaması pek normal sayılmazdı. “Aman Allah’ım deliriyor muyum ?” diye mırıldandı. “Ne oluyor bana? Ne demek bütün bunlar? Konsantrasyonum nerede? Neden bir türlü içimde biriken zehri kalemimle paylaşamıyorum.? Bir müddet ara vermesi yaratıcı gücünün geri dönmesini sağlayabilirdi… Evet ara vermek lazımdı, belki bir şeyler atıştırmak iyi gelirdi. Yemeğin ardından bir de koyu kahve. Uykuyu dağıtmak babında. Ne güzel olurdu… İşte o zaman şöyle bir etrafına bakındı.

Dünden kalma tencere, tabak hala masanın üzerindeydi. Evet onları mutfağa indirmesi gerekiyordu. İndirmesi gerekiyordu çünkü mutfak alt kattaydı. bir şeyleri indirip çıkarmaktan ne kadar da usanmıştı. Bu tür günlük rutin işler bütün vaktini çalıyor, yazar olma tutkusunun önünde Çin Seddi misali uzayıp gidiyordu. Mutfakla ilgisi olan eşyaları mutfağa indirmeye kesin karar verdi. “Allah kahretsin, Allah kahretsin” diye söylendi kendi kendine. Yine buzdolabının altında duran o kocaman fareyle göz göze geleceklerdi ve bu hiç de hoş bir durum değildi. Ne kadar iğrenç bir yaratıktı. Sivri burnunun her iki yanında arkasına doğru aslan yelesini andıran bir tüyler topluluğu vardı. Upuzun ve hiç de fare kuyruğuna benzemeyen kalın bir kuyruk ve her şeyi kemirip geçen bıçaktan daha keskin bir çift uzun diş. Asıl dayanılmaz olan onun tuvaletin deliğinden girip çıktığının bilinmesiydi. Ah ne kadar iğrenç bir yaratıktı. Onunla savaşmak, başa çıkmak ne kadar zordu. Daha geçen gün kredi kartını kullanmış, dünyanın parasını vererek bir yığın uyduruk zehir almıştı.

Mutfağın her bir karesine döşediği zehirlerin bu kedi büyüklüğündeki lağım faresini öldüreceğini düşünmekle ne büyük bir aptallık etmişti. Evet fare zehirleri yemesine yemişti ama sanki her defasında biraz daha kuvvetleniyor, biraz daha gelişiyordu. Nasıl başa çıkacağını bilemediği için de pes etmek zorunda kalmıştı. Kendine zarar vermesin diye her gün buzdolabının yanına bir parça ekmek, peynir veya farenin hoşlanabileceği türden bir şey mutlaka koyuyordu. Çünkü arkadaşlarından biri farenin aç kaldığı taktirde kendine saldıracağını ve uykusunda kulağını, burunu veya benzeri bir uzvunu yemesinin içten bile olmadığını söylemişti. Arkadaşlarının tavsiyelerini her ne kadar dikkate almasa da hayatını mevzubahis olduğu bir noktada onların tavsiyelerini almayı ve uygulamayı uygun buluyordu. Kimi geceler aniden uyanıyor ve ışığı yakıp etrafında fare arıyordu. Gerçi düne kadar fareyle hiç üst katta karşılaşmamıştı ama olsun onu görmüştü üst katta bir kere. Korkusu bir kat daha artmıştı. Aslında hissettiği şey tam olarak korku değildi; ürpertiyle iğrenmek arasında gidip gelen tuhaf bir duyguydu. Her şeyi ne kadar da çok düşünmeye başlamıştı.Bu kadar düşünmese inip kendine bir şeyler hazırlamıştı bile ama yine düşünceler buna izin vermemişti. Önce masanın üzerindeki büyük tencereyi aldı ve diğer elinde de tabak ve kaşıklar bulunduğu halde tahta merdivenlerin gıcırtısının eşliğinde alt kata indi. Merdivenlerin bitiminde yer alan buzdolabı her zamanki gibi dikkatini ilk çeken şeydi.Parmaklarının ucuna basarak ilerliyordu.

Aynı zamanda buzdolabının tam altına bakıyor ve hissettiği ürperme duygusuna bir türlü hakim olamıyordu. Dolabın önünden geçerek mutfağa girmeyi başarmıştı. Yıkarken üzerindeki lekeler daha kolay çıksın diye tencereyi mutfak lavabosunun altına koyup suyla doldurdu. Ardından Ocağın üzerine kahve için su koymak için çaydanlıkları aradı. Ama malum çaydanlık yukarda kalmıştı, bilgisayar kasasının hemen sağ tarafında. Yukarı çıktı ve çaydanlığı aşağı indirdi. Suyla doldurup ocağın üzerine koyduktan sonra yine o korku dolu yere, buzdolabına uğramak zorunda kaldı. Kendine peynirli bir sandviç yaptı ve yemek için üst kata çıktı. Kocaman sandviçi mideye indirdikten sonra aşağıya inip kaynayan suyu önceden içine kahve koyduğu bir kupanın içine boşalttı. Artık her şey tamamdı. Fincanı aldı ve üst katın yolunu tuttu. Sandalyesine oturup Winston’undan bir tane yakıverdi. Ah keyif dedikleri bu olmalıydı. Yalnız bu keyfi bozan bir şey vardı, ışığın fazla oluşu. Elindeki kupayı masaya bıraktı kalkıp ışığı kapattı.

Böyle çalışacaktı bir müddet. Bilgisayar ekranına bakıncaya kadar her şey çok güzeldi. Ama sadece iki satırın yazılı olduğu ekranı görünce yine biraz moral kaybına uğradı.Henüz çok ele avuca gelecek bir şey yoktu ortada ama yapacaktı. Bu gece bir şeyler yapabileceğine kendini iyice inandırmıştı. Yüreği öyle çocukça bir heyecanla çarpıyordu ki, az sanki az sonra birisi ona yaratılışın sırrını verecek, birisi gelip onu Aristo’nun bilgeliğine ulaştıracaktı. Ama bu tür şeyleri elbette ancak rüyasında görebilirdi. Yunan halkını düşündü birden. Ne kadar bilge insanlar yetiştirmiş, ne kadar yüce sanat eserleri bırakmışlardı. Modern Avrupalılar haklılardı belki de Helenistik kültüre tapmakla. Güzellik evrenseldi ve güzel olan bir şeye güzel denilebilmeliydi. Kıskançlık yapmamak en iyisiydi. Ama her nedense girmiş oldu kıskançlık krizlerinden bir türlü kurtulamıyordu. Büyük yazarların eserlerini hem hayranlıkla hem de içine sığdıramadığı bir haset duygusuyla okumuştu bu güne kadar. Neden kendinde bu kabiliyetler yoktu.

İstediği ve çok uğraştığı halde hiçbir gerçeklik üretememiş sürekli bir kısır döngünün içinde savrulup durmuştu. İnsanlar böylesine durdurulamayacak bir hızda üretirken, böylesine ölümsüzlüğe sağlam adımlar atarken kendisi bir ot misali baharda yeşeren ve güz mevsiminde hayata veda edip kuruyup giden bir canlı olmak istemiyordu. Shakespeare birkaç yüz yaşına basmışken kendisi bir yaşında bile değildi. Tanımadığı halde onu tanıyan hiç kimse yoktu. Neredeydi kişiliği ve kimin elindeydi ölümsüzlüğü? Ariel ismini taşıyan bir ilham perisi mi edinmeliydi kendine? Var olmanın değişik boyutlarında gidip geldi. Sonra geçen gün İzmir’deki kuzeninden gelen mektubu hatırladı. Bir kez daha okumaya karar verdi. Aslında bir şeyler yazması konusunda onu kendisi teşvik etmişken şu an yaşadığı kıskançlığa bir anlam veremiyordu. Kendiyle gurur mu duymalıydı yoksa. Evet nasılsa murat bu konuda onun bir öğrencisi kabul edilebilirdi. Kendinden daha üretken olması bir şeyi değiştirmez. Mevlana’da Hocasından çok daha fazla ün edinmemiş miydi? İşte kuzeninin bu işte gelişmesi de Mevlana’nın ve Hocası Seyyid Burhaneddin Hazretlerinin arasında olan ilişkinin aynısıydı. Sandalyesinden kalktı. Kitaplığın üçüncü rafından bir kitap aldı arasını açtı ve bir mektup çıkardı. İşte o kıskandığı ünlü mektup buydu.

Kısaydı ama cümleler o kadar güzel sıralanmıştı ki ve o kadar ruha hitap edecek edebiyatla haşır neşir sözcükler sarf edilmişti ki; kıskanmamak için büyük çaba harcamak gerekirdi. Mektubu okumaya başladı: “ My Dear Cousin;

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir