Mutlu Haspolat – Mor Ölüm 2

Bütün gece yüreğine işleyen karanlık, sabah olmasına rağmen ruhunu terk etmemişti. Delikten sızan ışık, yüreğine dolmak için uğraşsa da, saatlerce Sivilizenish’i bekleyip duran yüreği, bu ışığı kabul etmiyordu. Kırbaçlı bir adam gelecek, yine onu öldüresiye kırbaçlayıp bu defa vahşi hayvanların önüne atacaktı… Bundan korkmamalıydı, yiğitçe gitmeliydi ölüme. Sarmaşık yaprakları arasında, annesinin kahramanca mücadelesi geldi gözlerinin önüne. Son ana kadar boynunu bükmemişti. Cesareti bütün canlılara örnek olmuştu. Ruhundaki bu cesaret dalgası yayıldıkça yayıldı. Hicranın metanete dönüşmeye başladığı, vurgun saatleriydi bunlar. Gözleri demir parmaklıklara takıldı kaldı. Bir anahtar sesinden sonra gelen bir Azrail, onu keyfi yerine gelinceye kadar hırpalayacak, sonra kanadından tuttuğu gibi bir bilinmeze atacaktı. Keen tanrısına olan sadakatsizliğinden dolayı, ondan af dilemek zorunda hissetti kendini. Ellerini birleştirdi, başını önüne eğdi ve sonra tanrısına yalvardı: “Tanrım, eğer beni duyuyorsan şu an, karanlık bir gecenin azabını henüz içimden atamadığım bir dille sana dua etmeye çalıştığımı bilmeni isterim. Sana isyan ettiğim andan itibaren, bir kurtuluş diye çıktığım seyahatin bir sürgün olduğunu anladım. Karanlık bir gecede, koskocaman bir ormanın içinde korku dolu bir yürekle yürümek nasılmış onu öğrendim. Bütün bitkilerin beni düşman kabul ettiği, bir tane bile dostumun olmadığı bir kimsesizler diyarıydı benim için.


Nehrin ormanla olan işbirliğinden, bu sürgünün ne kadar çetin olacağını fark ettim. Kurtarıcım olarak gördüğüm babama ulaşayım derken başıma gelmedik kalmadı. Arkamdan ‘Gel oğlum tanrının kollarına’ dediğini hatırladım. Sana olan ihanetimi başka bir ihanetle ödedim. Hilfeger’in beni soğuk ve karanlık bir cehennemde yapayalnız bırakışı, aslında benim seni yapayalnız bırakışımla aynıydı. Ben sana ne ettiysem aynısını buluyor, ve seni içimdeki sancıdan çıkan sözcüklerle anıyordum. Düşmanlığı, ihaneti öğrendim. İyiliği de öğrendim ben. İyilik fedakarlıktı. Acımaydı belki biraz. Sana anlatamasam da iyiliğin ne demek olduğunu çok iyi öğrendiğimi biliyorum. Sonra bu hüzünlü sürgün yolculuğunun sonunda hayatımın en acı gerçeklerini öğrendim… Bilgiyi elde etmenin bir bedeli vardı. Ve ben bu bedeli en ağır işkencelerle ödedim. Düştüğüm bu karanlık zindanda, bana ruhun nasıl acıdığı öğretildi. Bunun için seçilen denek ben oldum.

Hem de ruhumun acıdığına şahit olarak. Merhametin yanında acımasızlık da öğretildi. Bu benim için zıtlıkları birleştirerek gerçeği arama kıvılcımı oldu. Görünen her şeyin olduğu gibi olmadığını anladım bu sürgünde. Gözümüze cisimlerin istediği gibi göründüğünü, ve çoğu kez de bunu bizleri yanıltmak için kullandıklarını anladım. Sivilizenish’in bana yaptıklarından sonra, iyi görünen her şeyin iyi olmadığını öğrendim. Bana bunları bir ders olsun diye mi, yoksa bir ceza olsun diye mi öğrettiğini bilmiyorum. Sen öğrettin diyorum, çünkü bana olan her şeyde senin varlığını hissettim. Sana karşı işlediğim günahlar, hatta anneme karşı işlediğim günahlar bile, bir bir önüme geldi. Çok kısa bir süre sonra, ben de annem gibi ölümün soğuk yüzüyle karşılaşacağım. Sana olan günahlarımın bedelini, böylesine geçici bir alemde ödettiğin için sana minnet duymalıyım belki de. Eğer ödeyemediklerim varsa, lütfen onları bağışla. Senin hoş görüne ve adaletine güveniyorum. Ben seni yapayalnız bıraksam da senin bunu yapmayacağını biliyorum. Çünkü sen tanrısın.

Her şeyden önemlisi, bana verdiğin cezalara rağmen, yine de seni çok seviyorum…Lütfen benim de annemin yanına gitmeme izin ver. Çünkü onu da çok seviyorum.” Minicik ellerini havaya doğru kaldırmıştı hiç fark etmeden. İnandığı tanrısını bahçelerinde bırakmış olmasına rağmen, o hala onu gök yüzünde hayal ediyor, şelalenin arkasındaki evinde olduğunu düşünüyordu. Ölüme her ne kadar yiğitçe gitmeye karar verdiyse de Babasını, İva’yı ve Purevan’ı bu alemde bırakacağı için minicik yüreği paramparça oluyordu. Ufak delikten gelen ışık, odayı akşamkine göre çok daha fazla aydınlatıyordu. Bütün kemikleri kırılmış gibiydi ve hareket edemiyordu adeta. Delikten dışarı bakmak istiyordu. Belki bulunduğu yere dair bir şeyler görürdü. Bacaklarını yerde sürütmeye çalıştı. Ama soğuktan kaskatı olmuşlardı. Deliğe ulaşabilmesi için dizlerinin üzerine çökmesi gerekiyordu. Oysa o bacaklarını kımıldatmayı bile beceremedi. Bu canilerin elinden kaçmasının da böylece imkansız olduğunu anladı. Ölümü kesinleşmişti artık.

Delikten bakma amacı kaçma planı yapmak değildi ama, kıpırdayamadığını anlaması, son anda ellerinden kaçma fikrini de yerle bir etmişti. Çaresiz ölümü beklemeye başladı. Kader ağzını açmış bir canavar gibi bekliyordu. Bir minik kelebek oldu Keen’in yüreği. Gidip parmaklıklara kondu. Dışarı çıkmak istedi. Oysa dışarının ne olduğunu unutmuştu. Hem de bir gecede. Yolunu kaybetmekten, yeni acılara gömülmekten korktu. Demir parmaklıklardan gelen bir anahtar sesiyle, o minik kelebek gelip, Keen’in göğsünün tam ortasına kondu. “Bu sürüngenin hala sağ olması bir mucize, değil mi Westsun?” dedi Sivilizenish. Keen korku dolu gözlerle baktı bu iki adama. Gökyüzünü son kez görmenin heyecanı da bir ışık oldu yansıdı gözlerine. Kaskatı kesilen bedeni artık titremekten bile aciz görünüyordu. “Gel bakalım, ufaklık” dedi Sivilizenish.

“Tanışma ve vedalaşma zamanı!” Keen Sivilizenish’in yanında gördüğü o ucubeye bakmaktan kendini alamadı.Bu Sivilizenish’den biraz daha iri yarı, sapsarı uzun saçları olan bir adamdı. En az Sivilizenish kadar büyük bir göbeği vardı. “Hadi Westsun!” diye haykırdı Sivilizenish. “Tanıştırmayacak mısın kendini minik dostumuza?” Westsun homurdandı. Karşısında dört büklüm kalmış minicik çocuğa acıyarak baktı. “Yapamayacağım…” dedi utanarak. “Bu daha minicik bir çocuk… Kamçıya bile gerek yok!” Sivilizenish öfkelendi; “Bıktım sizin ahmaklıklarınızdan dedi. Ne fark eder bir Bodur olduktan sonra. Onun acıyacak yeri yok mu?” Westsun sessiz kaldı. İçindeki merhamet duygusu Keen’in bütün bedenini sardı. Keen neredeyse kalkıp boynuna sarılacaktı bu adamın. Babası başka bir kılıkla gelmişti sanki. Azıcık merhamet gösterecek herkesin boynuna sarılıp saatlerce ağlayabilirdi. Sivilizenish bu sessizliği bozdu.

“O halde ben tanıştırayım sizi!” diye kükredi. Bir kahkaha yankılandı taş duvarların üstünde. “Ben tanışmak istemiyorum” dedi Westsun. “Onun işkenceden çok oyuna ihtiyacı var, görmüyor musun?” Sivilizenish iyice öfkelenmişti; “Oturup emzir istersen!” diye patladı. “Bir kadın yüreği bile seninkinden daha katıdır. Asker olacağına gidip evde yemek pişirseydin… Ne kadar korkak ve yufka yürekli varsa benimledir zaten. Üst birimlerden daha cesur ve daha soğukkanlı adamlar istemenin vakti geldi de geçiyor bile! Böceklerle tanışmaya can atacak adamlar!. Bu veledi doğurmuş gibi davranmayacak adamlar… Çekil kenara şöyle, ödlek lahana! ” Sivilizenish eliyle Westsun’ı kenara itti. Keen’e doğru yaklaşıyordu yine. Tam yanına kadar geldi. Keen’in gözlerine baktı. Ufaklık hemen gözlerini kapadı. Sivilizenish parmaklarını Keen’in göz kapaklarına attı. Hafif hafif gezdirdi parmaklarını bu iki minik perdenin üzerinde. Keen korkudan elektrik verilmiş gibi titriyordu.

Sivilizenish neredeyse beş dakika parmaklarını çocuğun göz kapakları üzerinde gezdirdi durdu. Sonra eğildi ve çocuğun bacaklarına doğru baktı. “Ne o?” dedi. “Hala altına yapmamışsın… Bize seni hatırlatacak bir şeyler bırakmayacak mısın?” Keen susuyordu. Westsun Sivilizenish’e adeta tiksinerek baktı. “Ne yapmaya çalışıyorsun sen?” diye haykırdı. Oldukça sinirlenmişti Westsun. Sivilizenish hiç rahatını bozmadan sakin bir şekilde yanıtladı bu soruyu: “Bu ufaklıkla bir dostluğumuz var. Senin gibi kadınların anlayamayacağı ve anlamaması gereken bir dostluk. Ve ileride onu hatırlamak için ondan bir hediye istiyorum.” Westsun dayanamadı: “Lanet olsun Sivilizenish!” diye haykırdı. Öfkeden titriyordu. “Zaten az sonra ölüp gidecek. Neden böyle davranıyorsun? Bırakalım ölsün. Bunu yapmak zorunda değiliz.

O bir yetişkin bile değil… Tanrı aşkına kes artık şunu!” “Tanrı mı dedin?” diye döndü Sivilizenish. “Tapınakta değiliz güzel kadın! Askeriz, bir esirimiz var, ve ona davranmamız gerektiği gibi davranıyoruz. Tanrı buna neden kızsın ki?…” Westsun daha fazla dayanamadı. Parmaklıklara doğru yürüdü. “Dur!” diye bağırdı arkasından Sivilizenish. “Sizi tanıştırmadan hiçbir yere gidemezsin. Aksi takdirde hakkında güzel bir rapor hazırlayacağım. Bilmem anlatabildim mi?” Westsun olduğu yerde kaldı. Boğazında upuzun bir çivi varmış gibi acıyordu boğazı. Sivilizenish yeniden çocuğun göz kapaklarına döndü. Bir anda ellerini iyice bastırdı gözlerine doğru. “Bana bir şey söyle şimdi!” dedi Sivilizenish. “Seni yemeden önce hayvanları görmek ister misin, istemez misin?” Bu sorunun ne anlama geldiğini çözemedi Keen. Zaten psikolojik durumu da buna hiç uygun değildi. Görmek isterim dese mi yanlış olurdu, istemem dese mi? Yavaş yavaş bir hayvanın kendine gelişini görmek büyük bir işkence olurdu onun için.

Ama istese o anda gözlerini kapayabilirdi. Görmek istemediğini söylese, mutlaka kötü bir şey yapacaktı bu acımasız adam ona. Bir an kararsız kaldı. Neredeyse bir fısıltı şeklinde: “Bilmiyorum” dedi. Sivilizenish birden kükredi. “Ne demek bilmiyorum? İkisinden birini seçmek zorundasın. Bu neredeyse bir doğa kanunudur. Ya görürsün ya görmezsin. Benim kanunum değil bu! İkisinden birini seçmezsen sana şu an yapacaklarımı hayal bile edemezsin!” Keen korkarak konuştu. “Görmek isterim.” “O halde açalım biraz gözlerini… Böyle kapalı tutmak olmaz. Işığa alışsın, değil mi?” Keen’in kapalı olan göz perdelerini araladı. Konuşmaya devam etti Sivilizenish: “Hem bu arada dostumuz Westsun’la da tanışırsın! Ama bunun için iyice açman lazım gözlerini.” Sivilizenish Keen’in gözünün alt çeperinden ve göz kapaklarından tutmuş ayırmaya çalışıyordu. Çocuğun göz bebekleri iyice dışarı çıkmıştı.

İki minik boncuk gözden ayrı bir parçaymış gibi göründüler bir an… “İyice bak bu adama, hiç bu kadar korkağını görmemişsindir. Senden bile korkak. Senin yerinde olsa şimdiye çoktan ödü patlamış ve nalları dikmişti. Bak da, kendinin ne kadar cesur olduğunu anla. Gurur duy kendinle!” “Yeter!” diye bağırdı Westsun. “Yeter gözlerini çıkaracaksın çocuğun!” “Amacım o değil!” dedi Sivilizenish… “Cellatlarını daha iyi görmesi için gözlerini ışığa alıştırıyorum.” Keen yanlış bir seçim yaptığını anlamıştı. Sessizce “Görmek istemiyorum diyecektim aslında” diyebildi. Bunu duyar duymaz Sivilizenish çocuğun gözlerini kapatıp parmaklarını öyle bir bastırdı ki, Keen neredeyse bayılacaktı. Gözlerinin içi yüzlerce karıncayla dolmuştu. “Bunu değiştirme hakkın yok işte ufaklık” dedi Sivilizenish. “Bunu değiştiremezsin. Eğer son anında da kullanmayacaksan artık bu iki küçük deliğe ihtiyacın yok demektir.” Westsun duramadı: “Gözlerini çıkarmayacaksın, değil mi?” diye sordu korkuyla. “Orasını az önce bahsettiğin tanrı bilir.

İşe yaramaz şeyleri kaldırmak lazım bedeninden. Ağırlık yapmasın. Cellatları görmek istemedi nasıl olsa o zamana kadar da ihtiyacı olmayacak.” Westsun endişeyle izliyordu bu psikopat adamı. “Madem” dedi. “Madem bana bir hatıra bırakmadı, ben de zorla alırım, o kadar.” Keen ağlamaya başladı. Gözlerinin üzerine bastırıldığı için yaş çıkmıyordu ama o an için hıçkırıklarını bastıran bir el yoktu. Tam bu anda dışardan bir ses geldi. “Tutukluyu getirin artık!” Vakit dolmuştu. Sivilizenish çocuğun göz kapaklarından ellerini çekti. “Şansın varmış yer cücesi” diye homurdandı. Sonra pantolonunun cebinden bir bez parçası çıkardı. “Yine de son dileğini yerine getireceğim” dedi. “Hem buraya nasıl geldiysen, öyle çıkman daha romantik olur”.

Daha önce Keen’in gözlerinden çözdüğü mendili yeniden bağladı gözlerine. Ardından “Haydi kalk dedi!” Keen’in kıpırdayacak hali yoktu. Bir tekme attı Sivilizenish. “Kalk diyorum sana piç kurusu!” “Kalkamıyorum” dedi Keen yine fısıldar gibi bir sesle. “Öldürseniz de kalkacak halim kalmadı!” “Westsun!” diye haykırdı. “Gel yardım et bana…” İki adam bu minicik bedeni yerden aldılar. Neredeyse bir ölününki kadar soğuktu. Ve artık iyice katılaşmıştı. “Ölmüş zaten bu!” dedi Westsun hiç düşünmeden. “Hayvanlar ölü de yiyor, merak etme hanım evladı” diye güldü Sivilizenish. Keen gözleri bağlı bir şekilde sürükleniyordu. İki adam önce demir parmaklıklardan geçtiler. Bu parmaklıklar uzunca bir koridora açılıyordu. Koridorda neredeyse iki dakika yürüdüler. Bir bahçeye çıkıyordu burası.

Tellerle çevrili bir alanda, açlık içinde kıvranan pek çok aslan vardı. Hepsi de avlarını görür görmez, dilleriyle ağız kenarlarını yaladılar. En az 10 aslan yiyeceklerinin gelmekte olduğunu görünce kapı ağzına doğru biriktiler. Sivilizenish Westsun’a “Sen burada kal” dedi. Westsun koridorun bahçeye açılan kapısında kaldı. Acıyarak baktı bu bir yumak etin arkasından. Sivilizenish Keen’e baskı yapmaya devam ediyordu. “Şimdi karşımda bir bahçe var. Ve içinde en az yüz tane aslan. Her biri de benim iki katım. Açlıktan kuduruyorlar. En güzellerini seçtim senin için ve en azılılarını. Seni kapıdan içeri bırakır bırakmaz, etine bir şiş sokulmuş gibi hissedeceksin. O zaman fazla korkmana gerek yok. Bu seni bir çırpıda yiyecekler demektir.

Bu da ölümünün hızlanması demek. Ama eğer aralarında bir hırlaşma olur da bir müddet beklerlerse o zaman benim işkencelerimi mumla arayacaksın. Etinden bir o koparacak, bir öteki. Bir, biri bir diğeri… Uzayıp gidecek dakikalar. Onlar son lokmanı yerken bile, sen hala nefes alıyor olacaksın. Çünkü onlar en son kalbi ve boğazı ısırırlar. Taze eti seviyorlar laf aramızda. En son parçana kadar ölmezsin. ” Keen’in hıçkırıkları arttı… “Tanrım ne olur yardım et. Ölme gücü ver bana.” Son bir kez sevdiği şeylerden bahsetmek istedi. “Babacığım seni çok seviyorum… Purevan seni de… İva sesimi duyarsan seni asla unutmayacağımı bil. Ve son ana kadar seni beklediğimi de…” Sesi ormanlardan nehirlerden ve çöllerden geçerek, Bodur diyarı’na kadar gitti. Geçtiği yerlerde ne kadar canlı varsa hepsini kavurup öldürdü… “İşte geldik dedi.” Sivilizenish.

“Mızmızlanma artık” Çitin kapısının önünde durdu. “Son duanı et ufaklık” dedi. Ve beklemeden çitin kapısını açtı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir