Mutlu Haspolat – Mor Ölüm 3

Güneş bütün kızıllığını ufuklara doldurmuş, yavaş yavaş yükselirken, denizin üstüne bıraktığı yansımasını alıp götürecek diye korkuyordu deniz. Bu ışık demetlerinden yapılmış kızıl gerdan, mavi suların üstünde geziniyor, kıyıdan uzaklaşan gemiyi adeta selamlıyordu. Ben Nestor’un ve Septimus’un arkasından bakarken, ölümün çaresini bulmaya giden bu iki yolcunun, tanrıların gazabına uğramalarının içten bile olmadığını düşünüyordum. Megara Limanı’nda kalan ben, geminin arkasından bakıp ölümsüzlük hayalleri kurdum. Ama benim bu hayallerden daha öte hayallerim vardı. Delphi Apollon Tapınağı’na gidip, geleceğimi öğrenmek. Bu düşüncelerle denize arkamı döndüm. Karşımda bir güvercin sürüsünü andıran, beyaz boyalı evlerle birlikte, bu evleri bağrına toplamış iki tepe vardı. Evler her an gökyüzüne havalanacaklarmış gibi canlı duruyorlardı. Limana yakın olan evlerin önündeki bahçelerin, etrafa saçtığı yüzlerce gül demeti karşıladı beni. Nereye gideceğimi bilmediğim için bir süre limandan içlere doğru öylece yürüdüm. Amacım bir misafirhane veya ona benzer konaklayacak bir yer bulmaktı. Güneşin doğmasıyla birlikte limana indiğim için henüz insanlar uykudaydı. Yalnızca limanda ağlarıyla uğraşan bir balıkçı görmüştüm uyanık olan. Geceden kalma düşüncelerimi üzerimden atamadığım için, sürekli beynimde gezinen kara bir kitap, bunca beyaz evin içinde ruhumu karartmayı başarıyordu.


Bu düşüncelerim bir ara öylesine yoğunlaştı ki, yorulduğumu hissettim ve yeniden kıyıya inip, bir süreliğine orada dinlenmeye karar verdim. Kıyıya indiğim de hala o yaşlı balıkçı ağlarıyla uğraşıyor, kendini işine verdiği için etrafta ne olup bittiğinden habersiz çalışıyordu. Biraz da bu adamı izlemek maksadıyla ona yakın bir yere oturdum. Elindeki ağ dolaşmış onu açmaya çalışıyordu. Kafasını bir kez olsun kaldırmıyor, öylece işini yapıyordu. Beni fark etmediği için şanslıydım doğrusu. Zira yabancı olduğum için, soru yağmuruna tutulmak istemiyordum. Ben tam böyle düşünürken, birden ihtiyar balıkçıdan gelen bir sesle irkildim: “Az önce limana yanaşan gemiden mi indin sen?” Şaşırmıştım. Ben Megara’ya indim ineli adamın bir kerecik, kafasını kaldırmadığına yemin edebilirim. “Evet” dedim. “O gemiden indim” “Konuşmana bakılırsa buralı değilsin? Nereden geliyordu o gemi?” Bir an Septimus’un gemiden inmeden önce bana ettiği tembihler geldi aklıma. Onlardan kesinlikle söz etmeyecektim. Ancak bu yaşlı adamın Lygos’dan geldiğimi bilmesine engel olacak bir şey yoktu: “Lygos” dedim. “Lygos’dan geliyordu.” diye çekinerek cevap verdim.

“Sırf senin için mi gelmiş buraya kadar? Zengin olmalısın.” Bu sözleri duyunca adamın beni soymaya kalkacağını falan düşündüm. Hemen ikimizin arasında bir kıyas yaptım. Evet kavga çıkarsa kesinlikle bu adamı dövebilirdim. “Evet” dedim. “Buraya gelen tek ben vardım. Ancak gemi arpa getirmek üzere Lerna’ya giden bir gemiydi. Geçerken beni de bıraktı…” Bunu söyledikten sonra hemen pişman oldum. Balıkçının söyledikleri de bu pişmanlıkta ne kadar haklı olduğumu kanıtladı hemen. “Öyle mi?” dedi, ağdaki büyük bir dolaşığı açmaya çalışarak. “Kaptan acemi olmalı o halde?” Korktuğumun başıma geldiğini anlayarak: “Ya?” dedim. İçimden onun söyleyeceğine de bahane bulmaya çalışarak bir sonraki soruma kadar bir süre oyalandım. En sonunda o kaçınılmaz soru sözcüğü ister istemez çıkmıştı ağzımdan…. “Neden?” “Lerna’ya o taraftan gidilmez de ondan” diye yanıtladı balıkçı. Bu zaten benim geminin nereye gittiğini söyler söylemez aklıma gelen, beklediğim bir cevaptı.

Bunun altından nasıl çıkacağımı bulamıyordum bir türlü. Ne desem boş olacaktı. Çok çabuk düşünmeliydim ki, adam ondan bir şeyler sakladığım fikrine kapılmasın. En sonunda şaşırmış gibi yaparak: “Ya öyle mi?” dedim. “Bir takım adalardan bahsediyorlardı. Belki de önce oraya uğrayacaklardır…” Hiç de güzel ve oturaklı bir yalan olmamıştı doğrusu. Kıpkırmızı kesildim. Denizden biraz daha yükselen güneş, az önceki kızıllığını bana doldurmuştu sanki. “İlginç” dedi. “O tarafta ada da yok” Bu sözler bir hançer gibi saplandı yüreğime. Midemde bütün kaslarımı gerim gerim yapan bir yanma hissettim. Bu yaşlı adam resmen yalan söylediğimi anlamıştı. Kendimi toparlamaya çalışarak birkaç yalan daha bulmaya çalıştım. Adam iki kez beni tuşa getirmişti. Üstelik elinde onca işle oyalanarak.

Bu kalkışım yapabileceğim son hamleydi. Ya da bir daha kalkamayacak şekilde düşecektim. “Demek ki bana nereye gideceklerini söylemediler” dedim . Adam sanki Septimus’un bana tembihlerini biliyor gibiydi. “Tanımıyor muydun içindekileri?” Tanıyorum desem olmayacaktı, tanımıyorum desem hiç olmayacaktı. En sonunda tanımadığımı söylemeye karar verdim. “Hayır tanımıyorum. Sadece Lygos’da zengin bir adamın referansıyla bindirildim o gemiye…” Bu kez yaşlı adam elindeki işi bıraktı ve bir kahkaha attı. Ama hala kafasını yerden kaldırmıyordu. Boş boş denize baktığını düşündüm. “Peki” dedi. İşini yeniden aldı eline. “Peki sen neden kızardın böyle?” Kafasını kaldırmadan bunca şeyi nereden bildiğine hayret ettim doğrusu. Adamdan hiçbir şeyi saklayamıyordum. “Güneş” dedim.

“Güneşe karşı bir hassaslığı var cildimin. Malum Lygos’da güneş böyle yakıcı değil” İyi sıyırmıştım doğrusu. Eğer ucube sorularından bir tane daha sormazsa kurtuldum sayılırdı. “Siz hala Lygos mu diyorsunuz o kentin adına?” diye neredeyse anlamadığım, tuhaf bir soru sordu. “Evet” dedim. “Başka bir adı mı var yoksa?” Sadece güldü ve “Boş ver” dedi. Megara’da ilk tanıştığım kişinin böyle esrarengiz çıkması oldukça şaşırttı beni. İhtiyar bir balıkçı adeta benimle dalga geçiyordu. “Buraya niçin geldin? ” dedi birden. “Ata topraklarımız burası” dedim. “Meraktan” Bu söylediklerime itiraz etmediği sürpriz oldu benim için. Bir yandan işini yapıyor bir yandan da sorular sorup duruyordu. “Burada nerede kalmayı düşünüyorsun?” “Kalacak bir yer belirlemedim henüz. Ama han veya konaklama yeri arayacağım.” “Bulamazsın” dedi, ben öyle der demez.

“İmkansız bulamazsın” “Neden? Burada o tür yerler yok mu yabancılar için?” diye sordum. “Elbette var” dedi. “Ama hepsi tüccarlar tarafından kiralanmış durumda. Burayı benden iyi kimse bilemez doğrusu.” “Öyle mi?” dedim. Sesimde çaresizlik vardı. “Evet maalesef” dedi. Hemen ardından bir soruyla devam etti. “Kaç gün kalacaksın burada?” “Yalnızca birkaç gün” dedim. “Burayı tanıyıncaya kadar.” “Bende kalabilirsin” dedi. “Benim gibi ihtiyar bir karım var evde yalnızca. Hana ödeyeceğin parayı da bana ödersin.” Bu adam doğru mu söylüyor, yoksa uyanıklık mı yapıyor anlayamadım. Doğrusu biraz da çekiniyordum.

Kafasının ortasındaki saçlar dökülmüş, ortadaki keline güneş vuruyor, ateşin karşısındaki altın misali parlıyordu. Sınamak için cevap verdim: “Fazla param yok benim” dedim. “Önemli değil” dedi. Az ilerisinde duran birkaç kovayı işaret etti. “Şu balıkları eve taşımama yardım et yeter, ödeşiriz” . “Demek ki amacı para koparmak değildi.” İçim biraz rahatlamıştı. Biraz da macera olsun diye: “Peki” dedim. “Olur”. “O halde gel yardım et bana, işimizi ne kadar çabuk bitirirsek o kadar çabuk evde oluruz”. İtiraz etmeden yanına gittim. Ağ neredeyse açılmıştı. Birkaç düğümü çözmek için de ben yardım ettim ona. Artık ağ tamamen çözülmüştü. Ağı topladı, bir torbanın içine attı: “Geceden beri buradayım” dedi.

“Ancak bunları tutabildim”. “Pek de az sayılmaz” dedim. “Öyle” dedi. “Ama daha çok olduğu günler de oluyor. Her neyse işimize bakalım. Ağı ve kovalardan birini ben alacağım. Böylece iki kovada sana kalıyor.” “Peki” dedim. Hiç itiraz etmedim. Yalpalayarak gitti kovaların yanına. Aralarında bir şey arıyormuş gibi eliyle yoklaştırdı. Hiçbir şey bulmadan kovalardan birini aldı. Ben de onu takip ettim. Kovalar oldukça ağırdı. İhtiyar balıkçı az dese de, oldukça çok balık vardı kovalarda.

Bir müddet birlikte yürüdük. Parke döşeli sokaklardan geçiyor, sabahın çok erken saatleri olduğu için kimseyle karşılaşmıyorduk. “Eve gitmek için, bu vakti geçirmemem lazım” dedi. “İnsanlar sokakları doldurmadan ben evde olmalıyım.” Şaşırarak: “Neden?” diye sordum. “Balık avlamak yasak mı yoksa?” diye de ekledim. “Hayır” dedi. “Birilerine çarpmaktan nefret ederim de ondan. yardım istemekse en sevmediğim şeydir.” “Neden yardım isteyesiniz ki?” Hiçbir şey anlamıyordum dediklerinden. “Göremiyorum ben” dedi. Sağ elimdeki kova birden bire yere düştü. “Ne?” dedim. “Göremiyor musunuz gerçekten?” “Evet” dedi. “Önceleri görüyordum.

Ancak daha sonra kaybettim gözlerimi? Neredeyse on yıl oldu.” Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım neredeyse. “Onca şeyi nasıl gördünüz peki?” “Ne gördüm ki?” diye sordu alaycı alaycı. “Geminin ne tarafa gittiğini, benim seni izlediğimi, yüzümün kızardığını, kovaları, buraya gelinceye kadar geçtiğimiz yolları, dar sokakları, dönemeçleri… ” Sözümü kesti: “Hiç birini görmedim” dedi. “ Bir geminin gelişini pek çok şeyden anlayabilirsin, çıkardığı ses, oluşturduğu dalgalar vs. Bu yüzden limana geminin yanaştığını anlamak pek de zor bir iş olmadı benim için. Senin oraya geldiğini ise ayak seslerinden anlamıştım. Hatta durduğunu ve oturduğunu bile duydum. Yıllarca görmediğim için, işitme yetim oldukça kuvvetlidir. Geminin nereye gittiğiniyse görmedim. Yalnızca yabancı olduğun için Lerna’nın nerede olduğunu bilmeyebileceğin ihtimali üzerinde durdum. Dediğimde de haklı çıktım. Gerçekten bilmiyormuşsun. Bilsen Lerna’ya yalnızca bir rotadan gidildiğini bilirdin. Ayrıca ben gerçekten geminin ne tarafa doğru hareket ettiğini anlayamadım.

Uzaklaştıkça yönünü hesaplamam zor oluyor. Çünkü oluşturduğu dalgaların etkisi azaldığı gibi, gittikçe de sesi dalgaların sesine karışıyor geminin. Yalnızca doğruyu söyleyip söylemediğini anlamak istedim. Doğru söylemiyordun. Bunu ikinci yalanından anladım. Bu bölgede yüzlerce ada vardır. Her biri de başka bir yerdedir. Ancak sen buna da itiraz edemedin. Çünkü yalanı en baştan söylemiştin sen. Yüzünün kızardığına gelince, bu kadar köşeye sıkışmış birinden ne yapması beklenir? İnsanın özünü azıcık bilmen yeter de atar doğrusu. Geriye, kovaları ve yolları nasıl bulduğum kalıyor. On yıldır aynı yolu takip edersen, kör olmana gerek yok; sen de gözlerini kapatsan kıyıdan benim evime gidebilirsin.” Ben şaşırıp kalmıştım. Bu adamda müthiş bir zeka ve güç vardı. Daha ilk anda, gözleri, görmediği halde beni yenmişti.

“Yalan söylediğimi bile bile, neden kabul ettiniz beni peki?” “Düşün ki sana ihtiyacım vardı. Birinin bu balıkları taşıması gerekiyordu. Ya da Lygos’lu olman ilgimi çekti. Belki de yalan söylemen hoşuma gitti. Ya da sıkıcı giden bu tek düze yaşamıma biraz renk katıp, macera yaşamak istedim. Yavaş yavaş eriyen kemiklerim, genç bir dost edinmek istedi belki de… kim bilir?” Her söylediğinde, her yaptığında gizem vardı bu adamın. Bu adamla geçireceğim vaktin sonunu merak ediyordum doğrusu. Dar parke sokaklardan geçerek, sahilden epey uzaklaştık. En sonunda yine diğer bütün evler gibi, beyaz kirece boyalı tek katlı ve kocaman bahçeli bir evin önünde durduk. “İşte burası” dedi. “Burası bizim mütevazı köşkümüz.” Biz kapının önünde durur durmaz, yaşlı ve bir o kadar da sıska bir kadın içeriden çıkıp, koşarak bize doğru geldi. Beni gördüğüne şaşırmışa benziyordu. Yine de hiçbir şey sormadan kovaları elimden alıp, içeri götürmek istedi. Ben itiraz ettim.

“Hayır, gideceği yere kadar ben taşıyacağım” dedim. Şaşkınlığı biraz daha artmıştı. Sonra yaşlı balıkçının elindeki kovayı alıp, bana yol göstererek girdi içeri. Onu takip edip arkasından gittim. Kafam karma karışık olmuştu. Ne düşüneceğimi bilemiyordum. İçimde korkunç bir konuşma istediği vardı. Sanki yıllardır konuşmamış gibi hissediyordum. Balık kovaları mutfağa konulup da salona gelip oturuncaya kadar kimse tek kelime konuşmadı. Sanki körlerin ve dilsizlerin doldurulduğu bir eve girmiştim. Salon oldukça mütevazııydı. Yalnızca yerde birkaç minder ve birkaç da yastık bulunmaktaydı. Ben balıkları taşımış olmanın yorgunluğuyla hemen olduğum yere çöktüm. Elbisesinin içinde adeta kaybolmuş yaşlı kadın da geçip karşımıza oturdu. Nedense ben hep selam vermesini umdum.

O ise ağzını açıp tek kelime etmedi. Konuşsa sanki ağzındaki inciler yere dökülecekti. “Nefertit” dedi yaşlı balıkçı. “Konuğumuzla tanışıp, ona hoş geldin demek istemiyor musun?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir