Necati Tosuner – Kambur

Sıkıntı gelmiş, şurama dayanmıştı. Değişik bir şey mi vardı? Yok, değişik bir şeyin olmayışıydı sıkıntı: Belki buydu. Her günkü gibi oluşuydu. Hani, nerdeyse patlayacaktım. Ve üstelik patlayamazdım bile. Belki korkağın biriydim. Benim “patlamak” diye adlandırdığım, bir küçük “Tısss!” sesinden başka şey olmayacaktı belki. Hepsi bu: “Tıss!” Oysa neler geçmez aklımdan… Bir kudurgun sele kapılmışçasına yıkmak, yakmak her şeyi… Her şeyi… Sonra soluk soluğa kalmak. Ağır ağır durulmak sonra. Boşalmış… Ve bunu hiçbir zaman beceremeyeceğimi biliyorum. Ve şöyle kandırıyorum kendimi: O benim son barutumdur. O zaman işte, son umutlanma da batağa saplandığında, o zaman patlayacağım birdenbire ve büyük… Yıkacak ve yakacağım ortalığı… Çirkinliği ve bencilliği… Hiç bile, kimi kandırıyorum?. Sanki, o son umut kırığı yüreği daralttığında, çevrede avunmalık bir şeyler eşeleyerekten, -ne bileyim, bir şeyler uyduraraktan kendi kendime işte, o gün havanın iyi ki güzel gittiği ya da bulvara serçelerin birer ikişer dönmeye başladığı gibilerden- oyalanmalara, alttan almalara vurmayacak mıyım yine? Daha bir kötü ve daha bir acımasız bir yeni sıkıntıya doğru, sonu hep yalanlı düşlere aldanarak, korkarım bu böyle sürecek. Nedir, hâlâ mı anlayamadım bunun böyle olduğunu ve değişmeyeceğini?.


Ve insanların değişmeyeceğini… Bu yaşadığımın ve bu sıkıntının hep böyle kalacağını… Ve umutsuzluk… Ve umutsuzluk geliyor yılan gibi ağır ve sinsi… Sıkıntı. Sıkıntı ve çaresiz- lik… Çaresizlik. Çaresizlik ve sıkıntı… Boğulacak gibi oluyorum. Boğulacak gibi… Bir şeyler yapmam gerekiyor. Beni kurtarıcı, değişik bir şey… Günün birinde bunu başaracağımı ve bu çemberi kıracağımı umuyorum. Bilmem, belki biraz kolay düş kuruyorum. Üç beş günlük düşler… Sonra az az soğuyor, yerine bir yenisi, bir sıcağı… “Yok canım, şunu şunu yapmalıyım ki., diyelim, şey etsek., hani tutup., olur mu olur…” Yıkıntıya kucak açmadır: “Olur!” Düştür, -ki geçer. Öğleyin, çalıştığım yerin bezdiren durgunluğundan ve geçtiğim o kalabalık caddenin bana hep yabanıl bakar insanları arasından sıyrılıp, eve atıyorum kendimi. Belki kaçar gibi. Belkisi yok, tam bir kaçak gibi işte. Sesimin çıkmadığı, ancak dudaklarımı kıpırdatan bir sövgüyle, insanlardan; insanlardan ve her şeylerden kaçan biri, ben. Sıkıntı mı, değişik bir şey mi sanki?. Her günkü gibi… Ve buna nasıl dayanıyorum, şaşmalı.

Alıştım mı? Alışıyor muyum? Alış-sam böyle mi olurum, alışamıyorum. Alışamıyorum. – Hadi bakalım, hadi… diyorum kendime. Meraklan masınlar… Durup soluklanıyorum bir, yüzümün gerginliği yumu-şasın istiyorum. Biliyorum, çaresizliğim ve usanmışlığım okunuyor yüzümden. Ve bunu en iyi annem okuyor, biliyorum. Zile dokunuyorum, annem kapıyı açıyor. – Geldin mi? diyor. – Geldim… diyorum. Giriyorum içeri. Bir şey diyecekmiş gibi duruyor, bir şey demiyor. Perdeyi çekiyorum, kız karşıda. Pencereyi açıyorum, şöyle bir bakıyor bana. Şöyle bir… Kuduruyo-rum. Ve annem sezmesin diye telaşlanırken, sehpaya çarpıyorum dizimi.

Ve sövüyorum sehpayı yapanın kaynanasına. (Ve diyelim, hiç evlenmedik marangoz Topal İhsan’ın, sızılıyor bacağı.) Annem sessiz, gülüyor. Anladı mı? Aman anlamasın. Kimse bilmesin istiyorum. Kızlara baktığımı ve kızların bana nasıl baktığını… Rol yapmakta daha da ustalaşmalıyım. Ve yeni maskeler bulup takmalı-yım yüzüme. Kimseye belli etmemeliyim sıkıntımı, kimseye… Acısınlar ve gülsünler istemiyorum. Ve istemiyorum sıkıntımı paylaşır gibilerden yanıma yaklaşmalarını. Ve ezikliği daha da derinde tatmayı ve başkalarının yanında ağlamaklı olmayı… Ne kötü! Annemi bile katıyorum buna. Başkalarına… uzanıyorum koltuğa, bacaklarımı geriyorum. Titriyor-muşum gibi geliyor. Off. çıkamıyorum içinden. Batağın… Annem hep bakıyor, tasalı.

Korkuyorum yine soracak diye: “N’oldu? Bir şeye mi canın sıkıldı?” “Yook, n’olacakmış ki?. İş çoktu, biraz yoruldum. Hepsi bu…” Sormasa. Sormasa iyi olur. usandım bu oyunu oynamaktan. Artık eskisi gibi beceremiyorum da… Küllüğü biraz yana çekiyor: – Yemek hazır… diyor. Baban cumaya gitti, sen yersen ye… Duruyor sonra. Sanki bir şey., bir şey var da sanki… Elimden tutup “Bak oğlum…” diyerek, sanki bir şey… “Bir şey mi diyecektin?” Sormuyorum. Sorunca, arkasını getirmek gerekiyor. Ve ona birçok şeyi anlatamıyorum. Sonra ne oluyor? Benim yetersiz suskunluğum ve başını kaderci eğişi onun… Beni oyalamak istercesine bir başka şeyden söz açışını -kolaylıkla görülür bu zorlamayı- ve benim çaresizliğimi, sevmiyorum. En iyisi bu, hiçbir şey yokmuş gibi… Suskunluk yani. – Olur olur… diyorum. Sen koy hele yemeği… Annem mutfağa yöneliyor.

Neydi, merak ediyorum. Duvar saatinin süsü oymacıkları sayıyorum. Otuz altıya otuz üç… Kimbilir kaçıncı sayış bu? (Uyuyamayan kişiye, dağdaki koyunları sayması öğütlenir ya hani, sayıyorum: Otuz altıya otuz uç… Bir on beş yıl var bu saat bizim olalı. Babam koltuğunun altında çıkageldi bir gün. O gün de süslerin üçü kırık mıydı böyle, bilmem, ama uzun uza-dıya cilaladıydı tahtasını, bunu biliyorum. Ve arabacının oğluna “Babam bi saat aldı kocaman…” dediğimi… Yengemin bizim evde yapmak istediği değişikliklerin ilkiydi: “Aman anne, şunu kaldırsak duvardan, pek de eski…” Annem çıkıştı: “Baban duymaya aman!.” Sonra da babama mı yetiştirdi, nedir, “Pek de eskinin içine…” diye söylendiğini işittim babamın. Saat on ikiyi yirmi geçiyor ve yanında dedemin resmi. Ak sakalında tütün sarısı… Bakıyorum, kız yok. Gülmeli mi? Pek alışkın olmadığım bir şeydir gülmek. Ve gülmek, bana yaraşmıyor, biliyorum. Gelip zorla dudaklarımın çevresine yapışıyor; bir gevşiyor, bir büzülüyor dudaklarım, gülmekse bu. Bir sigara çıkarıyorum. Şimdi, sigaranın -hele aç karnına sigaranın- kötülüğü üstüne bir söylev çekebilirim kendime. Hoş, iyice bozdular ya… İnat mı, bırakacaksın.

(Bırakabilirsen.) Şu işte, sanki tütün değil de, talaştır. Ve kurşunkalem yerine kullanılabilir istenirse. Küllüğün içine gevşetiyorum ağır ağır, sonra yakıyorum. Akşam ağabe-yimlere gitsem… Kötü mü olur? Boş ver… Sigarayı soluk-luyorum, sönük. Canı çıka! Yazıp göndermeli gazeteye: “Tekel Bakanı hiç sigara içmiyor mu?” Olmadı mı, bir daha: “Tekel Bakanı, lütfen bir adet Bafra içiniz.” Yok be, her şey bittiydi de… Ve gazeteye okuyucu mektubu yazmakla düzelirmiş sanarak… Günde kaç kişinin, kaç kez, Tekel Bakanı’nı iyilikle andığını düşünüyorum, hoşuma gidiyor. Ucunu hafif ıslıyor, yeniden yakıyorum sigarayı. Sönmüş sigarayı soluklamaktan daha kötüsü mü, düşünemiyorum. Annem: – Hadi… diyor. Soğutmasan… Ellerini kurulamamış yine. En çok buna kızıyorum. Söyleyince, “Ne var, duru su…” diyor. Oysa ekmeği de böyle kesiyor ve su geçmiş ekmek değil mi, sinir oluyo- rum. Bağır çağır, aynı şey… Ağlamaya başlıyor bir de: “Bi suçum da olsa ya…” Tatsızlık.

İyisi mi, tutacaksın kendini. – Olur olur… diyorum. Küllüğe bastırıyorum sigarayı, kalkıyorum. Kız yine yok. Annem gördü mü baktığımı? Başım ağrıyormuş gibi geliyor. Radyonun örtüsünü düzeltiyorum. İşyerinin eve yakınlığı iyi, öğleyin yemeğe geliyorum. Yemek taşımaktan -bir bu eksikti- ve babamın deyişiyle “at eti köfte”den kurtuluyorum böylelikle. Sıkıntısı da anneme. Babam yemeği aramaz, -belki de nimete kusur bulmama kaygısı gizlidir bunda- önüne ne konursa yer. Bense yemek seçerim ve bir yediğimi yemem bir daha. Ve annem ne denli özense, boş. Bu işlerden usanmışlığı akıyor hemen. İşte, şu ayşekadına da söylenecek çok şey bulunur ya… Kavgayı çıkaran hep ben oluyorum. “Kavga” bile denilemez hani, iki kaşık atıştırıp bırakıyorum yemeği.

Ve demediğim kalmıyor. Dışarıda edemediğimi evde mi ederim, nedir?. Annem, “Eh, benden geçti, yaşlandık artık…” diye avutmaya kalkar beni ya da susar. Susarsa, ben gidince ağlar, bilirim. Bilirim de, biter mi? Bir iki gün sürer, sonra aynı şey yine. Gerçekten, bana nasıl katlanıyorlar, şaşmıyor da değilim. Yanlarına döneyim diye nasıl da üstelediler… Böyle kavga çıkarır, sıkıntı verir biri de olsam, gözleri önünde olmaklığım onlara yeter gibi. Bunu da pek anlayamam ya… İlkokulda iyi öğrenciyizdir hep. Şöyle böyle bir öğrenciydim ortaokulda. Liseyi bitirmemse hiç de güç olmadı. Yenilgin içe kapanıklığım ve her şeyin ve bir şeyin acısını çıkarmanın yolu sandığım okumak… Sonra nasıl oldu bilmem, bitmişti. O yaz işte, bütün çabaların boşunalığı, geldi, oturdu içime. Ve yüreğim, çaresizlikten çıkma bir aylaklığa açıldı ağır ağır… Benim için çok bir şey yoktu. İnsanlar sandığımdan da kötüydü ve ben, kurtulmazlar içinde umutsuzdum artık. Balkonda uzaktan onu seyretmeler- le geçen günlerdi.

Sanırım, pek bir şey de beklemiyordum. “Seviyorum” bile demedim kendime. Öğrenmiştim, yaşamanın benim için altını kara kara çizdiği yerleri ve kimilerinin “alınyazısı” dediği şeyi. Kendimi şair, yazar falan saymaya başladığım bir duygululuktu. O kıza şiirler yazdım. Ona ve insanlara sesimi yükselttiğim bir defterim vardı. Bak şunu iyi başardım, kendini oyalamayı… Güze doğru ağabeyim evlendi. Birden “Al da gör…” gibisine önüme konandı, “gerçek”ti. Bana yoktu, hiç olmayacaktı. Yaşamak mıydı, değildi. Değildi! Kıskançlıktı, utanılır şeydi, ama kıskançlıktı. Yengem eve geldiğinde, -bilmem ev mi dardı, bana mı dar geldi- ben gittim evden. İstanbul’du. Akşamüstleri Emirgân’dı, güneş doğmaya yakınlarda Köprü’ydü, yağmurlarda Yenikapı… umuttu, yıkıntıydı. İçkiydi, pazarlarda kadındı.

Denizdi, sevgiydi, şiirdi, artıkdeğerdi. Kızların gözleri, kızların kısalan etekleriydi. Olurdu, belki olurdu, yoktu, olmazdı. “Yaşamak” diye önüme atılandı, ayaklarının ucuyla itilendi, çocuk kandırıyorlardı… Okumak mı, yükselmek mi, para mı, pul mu, boştu. Boş vermeydi, olmazdı, olacağı yoktu. Yaşanmazdı, değişmezdi, yasaktı. Beş kısa yıldı, dört uzun aydı. Hani görünüşe bakılırsa, felsefe okuyordum. Kötü başladı da sayılmaz. Otobüste ve sinemada kolaylık sağlar bir öğrenci kartım vardı, birkaç arkadaşım, falan… Ve kızlar vardı tutulduğum ve bir şey beklemediğim kızlar… Ve umutsuzluk ve yine de umut… Ve geleceğin günleri ve geleceğin insanları… Yaşamaksa, çok bir şey değildi. Babam emekli olmuştu, bir çekidüzen gerekiyordu. Okumak mı, okumaksa biter burada. Sırasıydı: Askerlikti. Adam sayılmanın, erkek bellenmenin ölçüsüdür askerliğini yapmış olmak. Savaş araçları başında boy resmi çekinip dosta düşmana karşı gönderilse de, benimki, altı ay patates ve soğan ayıklama olarak bilinecekti, geçti.

Ve geldim yine ona, kentlerin en güzeline. Ne mi, memur oldum. Günlük akışlardı, biraz sıkıntılı, kimi biraz umutlu, hani üstünde durmaya değmez, hani üstüne varmaya hiç gelmez, yapacak bir şey kalmadıkta katlanılır, giderek alışılır ve inanılırdı günlerin daha iyi ve güzel geçemeyeceğine. Ağabeyimin işleri iyiydi. Nasıl kazandığı önemli değil, paraysa, paraydı yani… Yengem, belki de çekemez oldu bizim yaşlıları, ayrı eve çıktılar. Annemle babam yakamı yırttı. “Ev ıssızladı, bir de kötü oldu ki…” denildi. “Orda durduğundan kazandığın ne? Yalnızlık mı, o bir Allah için…” denildi. Yalnızlıktı, sıkıntıydı ve bir şey yapamayı-şın donukluğu… Bundan da kötüsü yoktu ya, döndüm, sığındım baba evine. Şimdilerde, gelip pencereye koşmaları, karşıdaki kızı gözleyip “vay, bana şöyle baktı” diye tutuşmaları iş saymış biriyim. Akşamları evde konuşulandır, eh, artık benim de çağımın geldiği. “Topal atın kör alıcısı olur”muş da hani… Ah olmayacağını, ah, bunun olmayacağını nasıl anlatırım onlara? Döndümse, bir şey yitirmiş değilim. Annemle babam mı, iş açtılar başlarına. – Yesene… diyor, annem. Bugünlerde kötüledin gitti gine… – Yiyorum ya… diyorum.

Ve gönlü olsun diye uzanıyorum yoğurda. Önceleri hep annemi suçlardım. Tanrı’ya, kadere ve en çok da annemin bilgisizliğine yüklerdim suçu. Oysa, donatımı buydu ve başka şey yapamazdı, biliyorum. Ve ona içerlemiyorum artık. Canımın sıkıntısını gelip gelip ondan çıkarıyorum diye de, kızıyorum kendime. Yüzüm şöyle gülerse, biraz şöyle canlı canlı durursam, sevinç nasıl dolduruyor yüzünü, seviyorum. Seviyorum da, yapacağım, ah, yapabileceğim bir şey olsa… Öyle, bir şey diyecekmiş de, cinlerimin toplaşmasından çekinirmiş gibi, duruyor, bakıyor. Sormasam… – Ne var? diyorum. Bir şey mi diyecektin?. Sanki bunu bekliyor. Başörtüsünün düğümünü sıkılıyor telaşlı: – Sabahleyin çarşıya çıktıydım… diyor. Et alacaktım işte… Yolda Nedimanım rast geldi… – Kimmiş o?., diyorum.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir