Necip Fazil Kisakurek – Yeniceri

Topkapı Sarayında, Harem Dairesinin padişahlara mahsus istirahat odalarından birinde, heybetli bir delikanlı… Đlk bakışta yirmisini aştığı hissini veriyor; halbuki sadece onsekizinde… Kollarını çaprazvâri göğsünde kavuşturmuş, heykel gibi dimdik, ayakta… Odanın oymalı ve kakmalı nakışlarla süslü kapısına bakıyor. Sabırsızlıkla birini beklediği belli… Pehlivan yapılı bir vücut… Uzunca bir boy ve ince kolluğunun üstüne sızmış sert adaleler… U-zun ve gür kirpikli, açık elâ, iri, derin, dibinden gizli bir hüzün cereyanı geçen gözleri var… Genişçe bir alın ve ortası hafif kabarık, son derece vezinli bir burun… Ya dudakları?… Ahenkli kavislerin çizdiği asalet ve zarafet arması… Đlk görenin vereceği hüküm: — Erkek güzeli dediğin bu kadar olur! Başında, sorguçlu, yüksek ve ince bir kavuk; ve bir ipekli mintanla şalvardan ibaret, gayet sade bir kılık… Bu, halkın «Genç Osman» diye andığı onaltm-cı Osmanlı Padişahı Đkinci Osman’dır. Evet, gözleri kapıda, sabırsızlıkla birini bekliyor. Dışarıdan, telâşlı ökçe sesleri içinde bir kadın nidası: — Osmanım, arslanım! Kapı açıldı ve içeriye Valide Sultan, Mâh – Fi-ruz Kadmefendi girdi. Geçkince yaşı içinde, çürümeye başlamanın sınır noktasında, birkaç yerinden çatlamış, balları akan bir incir hali… Ötesi ihtiyarlık olan olgunluğun son haddinde Valide Sultan… Delikanlı Padişah, annesini görünce, sinirlendiğini belli eden bir eda ile kaşlarını çattı: — Sabahın bu saatinde işin ne burada, valide, dedi; ben şu anda Hoca Ömer Efendiyi bekliyorum! Valide Sultan kararlı: — Onu beklediğini biliyorum! Ama benim sana önceden söyliyeceğim bir çift söz var… Hoca Ömer Efendiyle konuşmalarında da sana dayanak olur bu bir çift söz… — Söyle!. — Gece yine tebdil gezmişsin!. Galata meyhanelerini basmış, birkaç yeniçeriyi oralarda boğdurmuş, birkaçını da taş gemisine ve denize attırmışsın!. Hatta birini elinle öldürmüşsün!. Genç Osman’ın kaşlarında âni bir öfke düğümü: — Bunları kim haber verdi sana? — Yerin kulağı olduğunu bilmez misin? Hem böyle bir şey olur da bütün Đstanbul duymaz olur mu? — Bu kadar çabuk? — Ne farkeder? — Yoksa benim arkama hafiyeler mi salıyorsun? 8 — Hayır; halkın görüp işittiğini ilk haber alan ben olmak istiyorum! — Neymiş söyleyeceğin bir çift söz? Ona gelelim!. Valide Sultan, canını dişine takmış bir tavırla, çığlık koparırcasına atıldı: — Osmanım, arslanım! Ocaklı kullarını böyle ezme! Sana sevgi ve bağlılıklarım örseleme! Bir fitneden, ayaklanmadan sakın! Bu genç yaşında kendini padişahlıktan, beni de padişah analığından yoksun bırakma! Bilmiyor musun yeniçerilerin dillerindeki pelesengi: «Osmanoğulları taht’a geçemez; meğer ki, kılıçlarımızın altından geçe!» Genç Osman, birden, öfkesini zaptetme ve sakin görünme gayretinde… Sesi müthiş, fakat pest perdeden: — Sen çekil valide, şimdi buraya erkekler gelecek.


Keyfine rahatına bak!. Devlet işleri nene gerek senin?. Valide Sultan, pırlantalı elini ağzına götürmüş, oğlunun ilk defa gösterdiği, Valide Sultan nüfuzunu köstekleyici celâdet ve şahsiyetten hayrette, hattâ dehşette, geri çekilerek dönüp çıktı. Valide Sultan dönüp çıkarken, topuklarına doğru sarkan, çift örgülü açık kumral saçları oğlunun gözünden kaçmamıştır. MESELE Sabah güneşinin ışıkları, odanın yüksek penceresinden süzülüp, içinde minicik toz zerreleri kaynaşan bir huzme şeklinde, çinili duvarın renk renk menevişlerini aydınlatmakta… 9 Genç Osman, yukarıdan aşağıya doğru düşen ışık sütununu arkasına almış, hâlâ dimdik, fakat sırtına kurşundan bir yük binmiş gibi ağır düşünceler altında ezgin… Genç Osman, sırtı atlas kaplı sedirin arkalığına dayalı, karşısında el-pençe divan duran Hoca Ömer Efendiye seslendi: — Otur hocam karşımdaki mindere geç, otur! Seni sabahın bu erken saatinde rahatsız ettiğim için de kusurumu bağışla! Otur!. Padişah hocası Ömer Efendi, derin bir saygı tavriyle emri yerine getirdi, karşı mindere çekilip hafifçe ilişti. Padişah hemen sözü açtı: — Bütün gece gözlerime uyku girmedi, hocam, sabah namazına kadar hep aynı şeyi düşündüm: Ne olacak şu yeniçerilerle halimiz? Hoca Ömer Efendi, elleri dizlerinde, yavaşça eğildi: — Bu husustaki fikirlerim Efendimizce malûmdur. — Valide Sultana kadar herkes bana engel olmaya .bakıyor! Adamlarımı avlıyorlar, arkama adam mı takıyorlar, ne?. Her an «Bakalım Yeniçeriye daha ne yapacak?» gibilerden hareketlerimi kolluyorlar! Sonra da aynı günün şafağında karşıma çıkıp «Aman etme, aman yapma!» diye ayak diremeye kalkıyorlar! Paşalar, ağalar da aynı fikirde… Ağzı kilitli halktan ve senden başka beni doğrulayan yok! Genç Osman derin bir göğüs geçirip devam etti: 10 — Gece, arkamda birkaç bostancı, şehre yine tebdil çıktım. Galata taraflarında bazı meyhaneleri bastım. Oralarda herkes küçük dilini yutmuş, yalnız Yeniçerilerin naraları yükseliyordu. Millete, devlete küfür, ırza, namusa sövme, mala cana saldırma; daha neler neler! Gelsin şarap, gitsin esrar!. — Halkın Yeniçeriye karşı ne mal, ne can, ne ırz emniyeti kaldı, Sultanım! Genç Osman sedirden zıplarcasma doğruldu: — Halbuki bunlar, halkın malını canını, ırzını korumaya memur asker… Asker bu demek değil mi, hocam? Hoca Ömer Efendi başını büsbütün eğerek ıstırapla sustu. Genç Osman’ın açık elâ, iri, derin gözlerinde şimşekler çakıyor. — Önüme geleni oracıkta boğdurdum. Kimini zindana, kimini de Taş Gemisine attırdım. Ama bu kadariyle temizlenmiyor ki, iş!. Yavaşça doğrulan Hoca Ömer Efendide, artık büyük ve nazik anın geldiğini kestiren bir eda: — Sultanım, temizlenmek şöyle dursun, büsbütün kirleniyor! Büsbütün azıyorlar ve Sultanıma diş biliyorlar! Arpalıkları kesilen hocalar da peşlerinde… Kötülük, kötüler, bir, iki, on bin değil ki, birkaçını öldürmekle, boğdurmakla, Taş Gemisine atmakla iş bitsin!. Hoca Ömer Efendi sustu, Padişahın sesi gürledi: — Devam et, hoca! — Çıban bürümüş, baştan ayağa, cerahat kaplı bir vücud, birkaç küçük sivilceyi sıkmak ve kanatmakla temizlenemez.

Hastalığı bütün bütün 11 azdırmaktan, şahlandırmaktan başka ele ne geçer? Başka bir yol düşünmek gerek. Genç Osman yerinden fırladı, ayağa kalktı. Hoca Ömer Efendiyi gözleriyle hançerlercesine bağırdı; — Ne demek istiyorsun? Açık söyle hoca, neymiş o başka yol? Hoca Ömer Efendi, Topkapı Sarayında, Harem dairesinin padişahlara mahsus istirahat odalarından birinde, kubbeyi ürpertilere boğan cevabını tane tane verdi: — Yeniçeri ocağını yıkmak, kökünden kazımak, yele vermek, arsasını dümdüz etmek, sonra o arsaya yepyeni bir bina çıkmak, yepyeni bir asker tertiplemek lazım, Sultanım!. Genç Osman Hoca Ömer Efendiyi uzun uzun süzdükten sonra, onu, sedirde yanma oturttu. Öğle vaktine kadar konuştular. Hoca Ömer Efendi ayrılırken sağ elini göğsüne sokup oradan, boru biçiminde ve ortasından fiyonglanmış bir tomar kâğıt çıkarıp yerlere kadar eğildi: — Kulunuza, büyük cedleri Orhan Gazi’den başlayarak bugüne kadar, Yeniçerinin gelişi üzerinde yazılı bilgi emretmiştiniz. Devir devir bütün faziletleri, sadakatleri, denaetleri ve hikayeleriyle yeniçeriye ait bir tarih tomarı. Buyursunlar Sultanım! Genç Osman bu tomarı, elini yakacakmış gibi bir korku içinde aldı. 12 TARĐH Buraya kadar, en sağlam tarih bilgileri üzerine dayalı, o bilgilere uyan ve tiplerimize yakışan bir roman üslûbiyle geldik. Bundan sonra ilim şivesiyle tarih, derken yine roman, yine tarih… Ve hep böyle… Genç Osman zamanında hayatı 300 yılı aşmış bulunan (ömrünün tam yarısında) Osmanlı devleti, artık illetini açıkça ortaya vurucu bir buhran içindedir. Üç kıtanın kilit noktaları üzerine yayılmış ve dağ, boğaz, nehir, deniz halinde üç kıta arası bütün bağlantı noktalarını tutmuş olan koca Đmparatorluk, her şeyini borçlu olduğu Đslâm vecd ve aşkını, ahlâk ve nizamını, bir asırdan beri kaybetme yoluna girmiştir. Kaybolan vecd ve aşkın yerinde, ham ve kaba softa, ahlâk ve nizamın yerinde de vahşi ve deni yeniçeri peydahlanmış-tır. Henüz bir dış yıkıntı ve iç çöküntü görünmemekle beraber, bunları 17’nci asrın başlarında bir iki asır ileriye erteleyen hastalık, Genç Osman-devrinde artık bünyeye yerleşmiş ve teşekkülünü tamamlamış bulunuyor. Aklın kilise istibdadına karşı intikam ve istiklâl hareketi diye çerçevelenmesi mümkün (Rönesans) hamlesi, Fâtih Sultan Mehmed’in Đstanbul’u zaptetmesiyle kendisine tarih düşürür; ve Fatih Sultan Mehmed, aslında Đslâmm emri olan bu uyanıştan birtakım pırıltılar gösterirken, bir iki kuşak sonra (Kanuni’nin arkasından) ham ve kaba softa, Allahm «ben kulumu eşya ve hâdiseleri teshir etmesi için kendime halife olarak yarattım!» emrine rağmen yolu kesmiş, Đslâm nu13 runu bir nevi kara papaz cübbesiyle örtünmüş, karanlığa boğmuş ve bunca büyük sultan, vezir, kumandan, mimar, sanatkâr, din âlimi arasından, mahrem gerçekleri ve mahzun incelikleri kavrayıcı bir fikir şahsiyeti çıkmamıştır. Đşte tarihimizin (Sfenks) sükûtu içinde çözülmesini beklediği büyük muamma!.

Yeniçeri ise, Türkün ruh köküne ait bu çürüme, satıhta kazıklama, kabuk geveleme, yeni oluşları içinde dünya ve insanı gözden kaçırma ve neticede kâinat muhaseb esiyle din hikmetlerinden uzaklaşma devresinde en çarpıcı tereddi unsuru, madde ve alet planına çökmüş, taş gibi sert ve müşahhas bir vakıa… Cemiyet binasının bahçe duvarı makamındaki yeniçeri, kendi yıkık, dökük, çürük, sökük, yanık, ezik, bitik, yenik haliyle, artık Türk cemiyetinde dışarıya doğru herhangi bir taarruz, içeriye doğru da herhangi bir müdafaa gücü kalmadığına şahitlik etmeye başlamıştır. Fakat bu, cemiyet ölçüsüyle yeniçeri… Bir de kendi içinde, kendi nefsi zaviyesinden bir yeniçeri var: Yıkık duvarındaki taşları kendi öz bahçesine yağdırmakta, kendi öz milletinin başına taş gibi yağmakta, gelmiş ve geçmiş bütün insanlık tarihi boyunca eşi ve benzeri olmayan ve yüreğinde hiçbir ulvî duyguya yer vermeyen saldırgan kuduz… Yeniçeriyi ancak şu mana çerçevesi içinde öz-leştirebiliriz: Düşman yurdu yerine kendi vatanını işgal altında tutan asker… Alçalış ve çürüyüş devrimizin ordu unsuru yeniçeri budur; ve kökü kazandıktan sonra istihaleleri ve şekil değiştirmeleriyle hep bu olmuştur. 14 Sınırlarda ve cenklerde birbirini çiğnercesine kaçan, düşmanın yapmadığını ve yapamayacağını milletine reva görmekte de hudutsuz alçak… Halbuki Kanuni’ye kadar süren vecd ve aşk çığırında o, başını bir ideale bağlamış ve onun ahlâk ve nizamiyle nakışlanmış olarak, bal peteği gibi, ne parlak bir hendesî ahenk belirtir!. Çürüyüşü, gönül bağladığı idealin mizaç ve hassasiyet ocağına ait çürüyüşle beraberdir… BEKTAŞĐLĐK Başlangıçta, Allaha erdirici hak yollardan biri olarak kurulup birkaç kuşak sonra bozulan, derken ruhları zehirleyici bir nefsaniyet ve dalâlet mihrakı haline gelen bektaşilikle, Yeniçeriliğin gidişi, sağlı sollu iki araba tekerleği muvazisine eştir. Orhan Gazi zamanında, derin ve gerçek velî Hacı Bektaş tarafından azizleştirilen yeniçeri, ilk bozuluşu Fatih Sultan Mehmed çağında başladığı halde, Kanuni devri sonuna kadar, devletin iman ve ruh, yani dimağ emrinde sert yumruğu olmakta devam etmiş sonra bu sert yumruk iman ve ruh merkeziyle, yani dimağla alâkasını kesmiş ve bağlı olduğu vücudun kafatasım parçalayarak beynini ezmek rolüne geçmiştir. Devletin Tanzimata kadar beş asrı aşkın hayatında Yeniçeri, iki asırlık bir süre içinde ideal asker… Ondan sonraki üç asırda da devlet yıkıcısı. Bektaşilik de aynı muvaziler boyunca, evvela din aydınlatıcısı, peşinden Şeriat karartıcısı-dır. 15 PANORAMA Genç Osman sedire yaslanmış, hoca Ömer Efendinin getirdiği tomarı kelime kelime yudumlarken, gözlerinin önünde bütün bir âlem canlanıyor: Suluca Karahöyük… Ne kadar Türk, ne kadar güzel bir ad… Anadoluda birçok yer isimleri gibi renk ve çizgi dolu… Suluca Karahöyük, Amasya taraflarında, Ye-şilırmağın tatlı bir kıvrımıyle çevrili, kırlarda kaybolmuş izbe bir bucak… Orada her şey yeşil. Su, ağaç, dağ, taş, kuş, böcek, her şey… Yeşilliklerin bir çardak sonra çatı biçiminde kümelendiği bir nokta… Bu, mekân hissini veren bir şeydir: bir ev… Yeşilırmağın öte yanından ve uzaktan geçenlerin, bu noktaya bakarak şöyle konuştukları hayal edilebilir: — Ne var, şu sarmaşıkların kuşattığı yerde? — Bir ev… — Kim oturuyor orada? — Erenlerden biri… — «Erenler» ne demek? — Kendilerini Allaha verenler, Allahta mu-radlarma kavuşanlar… — Nasıl bir insanmış bu erenlerden biri dediğin? — Yeşil sarıklı, süt beyaz sakallı, başı secdeden kalkmaz, gözünden yaş dinmez, ağzından Allah ismi düşmez bir pîr… Hayal ettiğimiz konuşma, Hacı Bektaş Velî’yi 16 dış çizgileriyle ifade etmekte gerçekten yerindedir; ve bu mübarek pîr, Amasya’nın Suluca Karahöyük bucağında, kemalin tek mizanını şeriatte bulan bir züht dairesi içinde Bektaşiliğin ilk ve sağlam bağlılarını erginleştirmektedir. Bundan 643 yıl evvel (1326) bir gün, Suluca Karahöyük bucağının baktığı ovada bir toz bulutu… Toz bulutu, Hacı Bektaş Velî dergâhına doğru ilerliyor. Bulut yaklaşınca her şey belirdi: 40-50 atlı… En önde, yağız atlara kurulmuş tuğ taşıyan birkaç öncü… Arkalarında ve beyaz bir küheylan üzerinde, haşmetli ve başbuğ kıyafetli biri… En arkada da maiyet atlıları… O anda, dergâhın içinde, kubbeye karşı zikirle meşgul Hacı Bektaş Velî’nin hiç bir şeyden haberi yok… Alay dergâhın kapısına gelince öncüler hemen attan inip tuğları yere diktiler. Bir nida: — Sultan Orhan Gazi, Hacı Bektaş Velî’nin ellerinden öpmeye geldi! Hacı Bektaş Velî, kapıda… Dudaklarında ince bir tebessüm, genç devletin ilk teşkilâtçı ikinci Padişahına bakıyor. Orhan Gazi, Besmeleyle sağ ayağım atarak içeriye girdi. Uzun, etraflı, derin ve içten bir konuşma… Orhan Gazi, Şeyhin ışık saçan yüzüne bakıp dedi: — Bu uzun yoldan, size, devletimize ve ordumuza dua etmenizi dilemek için geldim. Yanıma da yeni teşkil ettiğimiz askerlerden birkaçını aldım.

17 — Dualarım sizinle… Đnşallah zahmetiniz boşa çıkmaz. Göreyim, beraber getirdiğiniz yeni askeri… Dışarıya çıktılar. Orhan Gazi’nin işaretiyle, kılıkları ve edaları öbürlerinden ayrı, bir arada duran birkaç asker koşup Şeyh ile Sultanın karşısında saf bağladılar. Şeyh bunların yüzüne baktı: — Maşallah!. Ne güzel, ne civan kişiler!. Ve ilerleyip sağ elini bunlardan bir tanesinin başına koydu: «— Đsimleri «Yeniçeri» olsun… Allah yüzlerini ak, pazılarını güçlü, kılıçlarını keskin, oklarını vurucu, kendilerini daima düşmana galip eylesin…» Yeniçeri böyle kuruldu ve ruhunu Bektaşi ocağından devşirdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir