Nedim Gursel – Seytan, Melek ve Komunist

Berlin’e gelişlerimden hiçbirinde kentin böylesine ıssız, bu denli kar altında olduğunu anımsamıyorum. Tegel havaalanına doğru alçalmaya başladığımızda aşağıda gözalabildiğine uzanan beyaz bir örtü gördüm önce; gökyüzü bulutlu, gümüş rengindeydi. Derken yavaştan kararmaya başladı. Güneş de yoktu görünürde. Can çekişen yumuşak, mat aydınlıkta öyle sessiz, tek bir canlının bile yaşamadığı eski bir masaldı yeryüzü. Sonra buz tutmuş göller, karın içinden fışkıran ağaçlar ve bembeyaz çatılar seçilmeye başladı. Ve elbette, alacakaranlıkta çakan kırmızı ışığıyla televizyon kulesi, yani “Kuşkonmaz”. Doğu Berlin’in simgesine bu lakabın Batı Almanlar tarafından verildiğini öğrenmiştim bu kente ilk gelişimde. Sahi, o zaman Duvar vardı, kesmece Diyarbakır karpuzu gibi ortasından ikiye bölünmüştü Berlin, “Kuşkonmaz” Doğu’nun övünç kaynağı, benimse hayallerimi süsleyen belki de tek anıttı. Bir gün mutlaka çıkmalıydım tepesine, buralarda bir göçmen kuştum ya, inadına konmalı, Duvar’a ve kente oradan bakmalıydım. Kimi zaman, böyle kapalı, karlı havalarda değil de güneş açtığında, ışıktan bir haç belirirdi döner lokantanın camlarında. Tanrı’nın komünizmden intikam aldığını düşünürdüm. Erich Honecker Doğu Berlin’deki tüm kiliseleri kapatmıştı ama bu ışık oyununa, kentin simgesi, rejimin “medarı iftiharı” sayılan kulenin camlarında devasa bir haçın parıldamasına engel olamamıştı. Artık kolayca çıkabilirdim “Kuşkonmaz”ın tepesindeki lokantaya; sokaklarında yurttaşlarımın dolaştığı Kreuzberg’e, Charlottenburg’un çatılarına, göllerle ormanlara, bir zamanlar neredeyse her gün önünden geçtiğim, savaş günlerini anımsatan Kaiser-Wilhelm-Gedächtniskirche’nin yıkık çan kulesine oradan bakabilirdim. Doğu’nun tramvay vagonları gibi uzayan bu bitişik sözcüklere, bu güzel dilin eklem yerlerinden birbirine mıhlanmış seslerine aşinaydım belki ama Berlin’de uzun süre kalmama rağmen bir türlü öğrenememiştim Goethe’nin dilini.


Yalnızca dilini değil, şiirlerini de. O yıllarda ilgi duyduğum, hakkında kapsamlı bir kitap yazdığım şair, Nâzım Hikmet’ti. Çıkışta her zamanki gibi 109 numaralı otobüse binmedim. Bir taksiye atlayıp kalacağım otelin adresini verdim. Volkspark’ın sık ağaçları boyunca ilerledik. Hohenzollernkanal buz tutmuştu. Öyle bembeyaz, geniş ve düz, uzayıp gidiyordu kentin içlerine doğru. Kar yalnızca kaldırımlara değil caddeye de birikmişti. Çok yavaş gidiyorduk, oysa acelem vardı. Vaktinde yetişmeliydim buluşmaya. Şoföre dilimin döndüğü kadar biraz daha hızlı gitmesini söyledim, pek oralı olmadı. Dilim de işte bu kadar dönüyordu demek ki. Almancayı çok sevdim, seslerine burada kaldığım günlerde hayran oldum da diyebilirim, ne var ki bir türlü öğrenemedim. Buna ne vaktim oldu ne de gerçekten arzu duydum. Arzu duyduğum tek şey, o zamanki deyimle “devrim” de değil, araştırmaydı.

Nâzım Hikmet’in dünyasına bir dalmış, bir daha da uzun, çok uzun süre çıkamamıştım. Nâzım’ın etkisinden kurtulmam yıllar almıştı. Kaiser-Friedrich-Strasse’den Charlottenburg’un daha dar sokaklarına sapınca iyice yavaşladık. Siyah beyaz bir filmin ağır çekimindeydik sanki, ilerler gibi yapıyor, ne var ki bir arpa boyu yol almıyorduk. Sabrım tükenmeye başlamıştı. Sokak boyunca park etmiş arabalar kara gömülmüş, biçimlerini neredeyse yitirmişlerdi. Lokantalarla kahveler açıktı ama kimseler yoktu içerde. Buğulu camların ardında ölü ışıklar yanıyordu. Boş bir otobüs yanımızdan sessizce geçti. O bile daha hızlı gidiyordu bizden. Bunu şoföre söylemek geldi içimden ama gerekli sözcükleri bulamadım. Derdimi İngilizce anlatmaya da üşendim. Sonunda bata çıka, emin ve yavaş, Bleibtreustrasse’deki otelime vardık. Varır varmaz da telaşımın yersiz olduğunu farkettim. Resepsiyonun arkasındaki saat öğleden sonra dördü gösteriyordu.

İstanbul’la Berlin arasındaki saat farkını unutmuştum. Buluşmaya daha bir saat vardı, bu karlı havada nasıl sonunu getireceğimi bilemediğim tam bir saat. Valizimi dördüncü kattaki odama bıraktıktan sonra Kurfürstendamm’da yürüdüm. Işıklı vitrinler, şık kahveler, otel ve lokantalar yerli yerindeydi ama tekerleklerine zincir takmış tek tük geçen arabaların dışında hiçbir hareket yoktu caddede. Kent boşalmış, hele yan sokaklar iyice terkedilmiş gibiydi. Kar yutmuştu sesleri. Arada bir geçen iki katlı, boş otobüslerin homurtusu bile duyulmuyordu, İstanbul’un gürültüsünden, trafik karmaşasından sonra Berlin sakin, sessiz, endişe verecek kadar sessiz göründü bana. Saat tam beşte ansızın çöken karanlıkla birlikte girdim Café Weyers’e. Barın solunda, sigara içilen bölümdeki masalardan birine oturdum. Camın az ilersinde Ludwig Kilisesi çıplak dalların ardında belli belirsizdi. Küf yeşili çan kulesi, tuğla duvarları ve kara gömülmüş küçük parkıyla o da biçimini yitirmiş, bir heyulaya dönüşmüştü. Başka bir gezegenden gelmiş gibi gizemli, ne bileyim, bir tuhaftı. Bir zamanlar parkında oturduğum, havuzundaki durgun suya dalıp gittiğim, basamaklarını çıkıp içerde ayin izlediğim yapıdan çok farklıydı. Ya da, belki bana öyle geldi. Zaten bu kez Berlin’i değişmiş bulmasam da, kar altında pek sevmediğimi itiraf etmeliyim.

Garson kız masadaki mumu yaktı. Kızıl saçlarını ensesinde toplayıp at kuyruğu yapmış, etli, kalın dudaklarına koyu kırmızı, hatta tuğla rengi bir ruj sürmüştü. Siyah yeleğinin altında beyaz gömlek, ince beline tam oturmuş ütülü siyah pantolon, boynunda beyaz benekli kırmızı kravat vardı. Mavi gözleriyse, Nâzım’ın Kuvayi Milliye’de Mustafa Kemal’e yakıştırdığı deyimle “çakmak çakmaktı”. Her ne kadar Nâzım’la ne kadar ilgili olduğumu söylemiş olsam da, böyle ona atıf yapmama, büyük şairi anımsamama bir anlam veremeyebilirsiniz. Öyleyse sözü fazla uzatmadan açıklayayım. Birleşik Almanya’nın başkentine bu gelişimin tek amacı şairle ilgili belgelerdi. Bunu daha önceden belirtmeliydim kuşkusuz, ama Tegel’e karlı havada iniş, gereğinden fazla uzayan yol, buluşmaya geç kalacağım endişesi, özellikle de Berlin’e bir kez daha kavuşmanın heyecanı –sevinçle karışık hüznü mü demeliydim yoksa?– asıl söylemem gerekeni unutturdu. Garson kız ikinci gelişinde ne istediğimi sordu. Ona “Belgeleri ve hemen!” demek geldi içimden. Ne yazık ki belgeler onda değil, buluşmaya geciken, adını bile bilmediğim şahıstaydı. Bir kahve söyledim, yanında da bir korn. Benden başka müşteri yoktu kahvede. Derken, vakit ilerledikçe kahve dolmaya başladı ama beklediğim görünürde yoktu. İki gün önce, telefondaki kısık ses, kendini tanıtmadan benimle Berlin’de buluşmak istediğini, elinde Nâzım Hikmet ve Türkiye Komünist Partisi hakkında önemli belgeler olduğunu, bildiklerini mezara götürmektense dürüstlüğünden kuşku duymadığı bir yazarla paylaşmak istediğini söylemişti.

Yaşlı bir adamın tütün ve içkiden paslanmış, balgamlı sesiydi. Türkçeyi biraz unutmuş gibi ağzında tane tane yuvarlıyordu sözcükleri. Yavaş ama hiç duraksamadan konuşuyordu. Telefonda ayrıntıya giremeyeceğini belirttikten sonra uygun bir tarihte Berlin’de buluşmayı önerince iki gün sonrası için Café Weyers’te randevu verdim. Oysa şimdi, böyle apar topar, sorup soruşturmadan kalkıp geldiğim için pişmandım. Nasıl da ikna oluvermiştim hemen. Kuşkusuz işin içinde Nâzım olduğu için, yıllarımı verdiğim büyük şairle ilgili yeni bir şeyler bulurum umuduyla. Yoksa TKP pek umurumda değildi. Eninde sonunda biyografi yazarıydım çünkü, siyaset tarihçisi değil. Büyük olasılıkla gelmeyecekti buluşmaya. Ya beni sınamak ya da düpedüz dalga geçmek istemişti. Belki de bir dost şakasıydı, İstanbul’a dönüşte “Nâzım uğruna Berlin’e dek gideceğini bilemezdim” deyip özür dileyecekti şakacı dostlarımdan biri. Ben de ona “Haklısın,” diye cevap verecektim, “ava giden avlanır.” Bu düşünceyle birlikte Bruegel’in bir av dönüşünü betimleyen ünlü tablosu canlandı belleğimde. Arkadan yürüyen köpekleriyle avcılar elleri boş dönüyordu avdan, ayaklarının ucundan başlayan derin kar manzarası kurşun rengi göğün altında uzayıp gidiyordu.

Art arda dizilmiş kayınlarla karlı dallara tünemiş kargalar da avdan elleri boş dönüyorlardı sanki. Tüm manzaraya keder hâkimdi. Aynı kederi, –bu av Bruegel’inkine pek benzemese de– avdan eli boş dönmenin burukluğunu hissettim. Sonra kendime karşı bir öfke kabardı içimde, enayi yerine konulduğumu anladım. Aldatılmış, buraya dek boşuna gelmiştim. Daha da kötüsü, bir parça havuçla kandırılmıştım. Kimbilir ne çıkacaktı bu işin ardından, şaka olsa hadi neyse, belki de bir tuzaktı. Otele dönerken bir köşe başında öldürülebilirdim. Karda uzanmış yatan bir ceset, Berlin’de kim vurduya gitmiş bir yazar. Şiddeti yaşamış, yanıp yıkılmış, ne var ki her defasında küllerinden yeniden doğmuş bu kentte ölmek… Daha da beteri keklik gibi avlanmak. Peki ama neden? Neden öldürülecektim ki? Kimseye zararım yoktu, kimseyle bir alıp veremediğim de. Ne eski bir casustum ne de gizli örgüt üyesi. Tek suçum Nâzım Hikmet’in yıllar sonra peşine düşmek, bir zamanlar büyük şaire duyduğum sevginin yeniden alevlenmesiyle Berlin’de onun izini sürmekti. Oysa görünür bir iz bırakmamıştı burada, sürgün yıllarında yolu birkaç kez Gençlik Festivali nedeniyle Doğu Berlin’e düşmüştü evet, ama daha çok Leipzig’de kalmış, TKP’nin yayın organı Bizim Radyo’ya oradan yayınlar hazırlamıştı. Yurt özlemi öylesine kanayan bir yaraydı ki içinde, Doktor Faust’un evine gidip şeytanla anlaşmaya bile hazırdı.

Ne gençlik ne de servet isteyecekti ondan. Yeter ki bir saatliğine İstanbul’a götürsün onu. Özlemden yüreği delik deşik şair, kanıyla imzalamaya hazırdı bu anlaşmayı. Ama burada değil Prag’daydı Faust’un evi, Nâzım bir kez olsun Batı Berlin’e ayak basmamış, Duvar’ın yıkılmasından çok önce, 1963’te Moskova’da ölmüştü. Bir bakıma iyi ki de öyle olmuştu. Yoksa ömrünü adadığı, uğruna hapislerde yattığı ülkünün nasıl yıkıldığını görecek, belki de kahrından ölecekti. İnsan hayatının gereğinden fazla uzun ama karganınkinden kısa olduğunu söylememiş miydi en güzel yıllarını geçirdiği Bursa Hapishanesi’nde? Gençliğinde Lenin’i görmemişti belki, ne var ki tabutu başında nöbet tutmuş, yıkılan putların altında da ezilmemişti. Yine de “Partimden koparmağa yeltendiler beni / Sökmedi” diye yazmıştı gururla. Onu, on dokuz yaşında karlı bir Moskova ikindisinde, Puşkin alanının oralarda bir yerde hayal edebiliyordum. Alacakaranlık çökmüş ama sokak fenerleri yanmamıştı. Yokluk yoksunluk yıllarıydı. Batum yoluyla Moskova’ya gelirken açlık bölgesinden geçmişti trenle, Anadolu’da tanık olduğu yoksulluğun bin beterini Rusya’da keşfetmiş, devrim ülküsüne daha bir sıkı sarılmıştı. Puşkin bronz mantosunun içinde her zamanki gibi zarif ve yalnızdı. Kibar bir Sen Petersburg’lu gibi de şık. Heykelin az ötesindeki bir bankın üzerine oturmuştu Nâzım, büyük şaire bakıyordu.

Onun büyüklüğünün farkında değildi henüz, zaten şiir falan okuduğu da yoktu. Marx ve Engels’in kitaplarını hatmetmekle meşguldü “Hâfız-ı Kapital” olabilmek için. Üşümüyordu. Devrim ateşi ısıtıyordu içini, elinde Ne Yapmalı?, mavi bakışlarında parıltılar vardı. Tanışabilseydi ne yapması gerektiğini soracaktı Vladimir İliç yoldaşa. Sonradan hep bu soruyla yaşamış, yanıtını bir türlü bulamamıştı. Lenin’in tabutu başında nöbet tutup izinden parti biletiyle gitmiş olsa da. Nâzım’ın ölümünden sonra olan bitenleri, Prag Baharı’yla başlayan sürecin Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sona erdiğini, artık ne parti ne de gurur duyulacak bir geçmiş kalmadığını düşünüyordum ki kızıl saçlı garson kız elinde bir mesajla geldi. Hazır gelmişken, istemediğim halde bir korn daha getirmeyi de unutmadı. Mesaja bir göz attım: “Buluşmaya gelmediğimi sanmayın. Barın öbür yanındaki taburelerden birinden izledim sizi. Farkına bile varmadınız. Bu tür buluşmalarda âdettir, Şair Baba’nın da bir şiirinde söylediği gibi, oyunu yöneten hemen ‘aşikâr etmez zamirin’. Belgeler bende. İpler de.

Yarın yine aynı saatte, yani akşam saat beşte Dressler’de buluşalım.” Demek ki izlemişti beni, peşimden kahveye dek gelmiş, ardımdan içeriye girip bu uzun mesajı yazacak, hatta oturduğu yerden beni –herhalde yüzünde alaycı bir gülümsemeyle– süzecek kadar kaldıktan sonra gitmişti. Merakımı tetiklemek istediği belliydi. Neyse, diye geçirdim içimden, başka bir şeyi tetiklemesin de… Yine Bruegel’in tablosuna kaydı aklım. Nâzım’ın böyle bir gecede, içki ve sigara yasağına rağmen belki benim gibi kadehleri peş peşe yuvarlayıp efkârlandıktan sonra yazdığı ve Peredelkino’daki kayın ormanında çıktığı yürüyüşleri anlattığı şiirde de kar manzarası, çıplak ağaçlar ve yıldızlar, hatta sarı sıcak bir pencere vardı ama, avcılar yoktu. Avdan pek hoşlanmazdı üstat, “Ava giden avlanır” sözünü de dilinden düşürmediğini biliyorum. Aç karınla içtiğim alkolden olmalı, başım dönmeye, gözlerim kararmaya başlamıştı. Kahve de iyice yükünü almıştı bu arada. Bir lahana çorbası söyledim. Kara lahanayı severim oldum bittim, ama Berlin’de geçirdiğim günlerin bu sevdayı daha da pekiştirdiğini söylemeliyim. Yanında bira içmedim, hayır, uzun taburelerden birine tünemiş, küp kadar büyük bira bardağına hüzünle bakan yaşlı Alman’a benzemekten korktuğum için belki, belki de bu karlı havada çorbayla birlikte içimi ısıtacak, şnapsları bastıracak daha kaliteli bir içkiye gereksinim duyduğumdan bir bardak şarapla yetindim. Sigara dumanından göz gözü görmez olmuştu. Ben de bir puro yaktım. Bir zamanlar Doğu Berlin’de bir kahvede asılı durduğu ilk bakışta belli olan, cam altına gotik harflerle yazılmış “RAUCHEN polizeilich verboten” [1] levhası duvarda soğuk bir şaka gibiydi. Onun yanında, yine camaltı bir başka resim, daha doğrusu Soğuk Savaş yıllarından kalma bir reklam vardı.

Kırmızı fon üstünde fötr şapkalı, iki dirhem bir çekirdek giyinmiş genç adam, o zamanın modasına uygun olarak dikdörtgen bir puro içmekteydi, ki ben bu tür kâğıt purolardan, Küba’ya ve devrimin anısına da hâlâ saygı duyduğumdan, nefret ederim. Yine de beni duygulandıran, alıp götüren, eskinin olağanüstü olduğunu yeni farkettiğim günlerine götüren bir şeyler vardı reklamda. Berlin’i ortadan ikiye bölen Duvar’la özdeşleşmiş, gençlerin bilmediği, bilmek de istemediği, yalnızca bizim olan günlerdi. O zaman da kışın kar yağardı Berlin’e, hava böyle erkenden, saat tam beşte kararırdı. Akşamleyin beşte. Yine de, bu karda kışta İstanbul’dan kalkıp buraya gelmek için ya benim gibi Nâzım’ı, dolayısıyla onun komünizme adanmış yaşamını hâlâ önemsemek, ya da o günlerden kalma bir deyimle “meraklı turşucu” olmak gerekiyordu, bazı merakların başa bela getireceğini unutmadan. Ya da, her şeyden, bunların hepsinden öte, Duvar ve Soğuk Savaş yılları da dahil, Berlin’i tutkuyla sevmek. Belli bir ideolojiye olmasa bile bu kentin anısına sadık kalmak. Adı Almancada “Sadık” anlamına gelen bir sokaktaki otelde yer ayırtmam rastlantı değildi sanırım. Çünkü Berlin iki Almanya’nın birleşmesinden, daha doğrusu Batı’nın Doğu’yu kurtarma amacıyla ırzına geçip ortadan kaldırmasından sonra artık “hinterland” sahibi bir kent mertebesine yükselmişti. Ne var ki, nicedir herhalde böyle karlı, bu denli soğuk bir kış görmemişti. Evet, yalnızca kahvenin duvar resimlerinde değil, havada da eski günleri anımsatan bir şeyler vardı. Az sonra Duvar boyunca sıralanan gözetleme kulelerinin projektörleri Spree’nin karanlık sularını tarayacak, köpekleriyle devriye gezen nöbetçiler çoğalacak, Checkpoint Charlie’de denetimler sıklaştırılırken Glienicker Köprüsü’nün üzerinde casuslar takas edilecekti. Oysa Duvar yoktu artık, ama varlığı içimizde sürüyordu. Herkesin değil elbette, bazılarımızın.

Çünkü onun simgelediği bir çağın, Soğuk Savaş yıllarının ürünüydük. Çünkü o bir kenti ortadan ikiye bölmüyordu yalnızca, iki dünyayı, birbirine karşıt iki siyasal sistemi, giderek yeni bir savaş korkusuyla yaşayan uygarlığı da ayrıştırıyordu. Bir simgeydi, evet. Son demlerini süren yüzyılımızın hiç kuşku yok en rezil, en korkunç, en kabullenilemez olgusuydu. Ve övünç kaynağıydı birçoğumuzun. Ondan nefret etmek de hakkında övgü düzmek de olağandı. Yirminci yüzyıl kıyımların, yıkımların, soykırımların zamanıydı, ne çabuk unutmuştuk. Canilerin ve cinayetlerin zamanı. Ve hâlâ kan revan içinde. Evet, kapanmadı yara, daha kabuk bile tutmadı; ortak belleğimiz acıları, yıkımları, kıyımları anıp tazeledikçe içimiz kan ağlıyor. Ne demişti Endülüslü şair? “Kanı, görmek istemem kanı!” mı demişti kurşuna dizilip bir çukura atılmadan önce, yoksa ben mi yanlış anımsıyorum. Akan kan onun değil bir boğa güreşçisinin kanıydı biliyorum, ama şiir yazmak da bir dağla kucaklaşmak, boğayla kavgaya tutuşmak değilse nedir? Her defasında daha yakınında duyacaksın sivri boynuzu, caniler kurşunu ensene sıkmadan önce gözünü kırpmadan bakacaksın ölüme. Neredeyse tüm büyük şairlerini girdabında sürükleyen, kimini kamplarda kimini zindanlarda çürüten, kendi uçurumuna çekip un ufak eden, çiğneyerek, tepeleyerek, ezerek üzerlerinden geçen yirminci yüzyıl, lanet olsun sana! Bir an önce çekip git hayatımızdan. Seni özlemeyeceğimizi de bil! Aslında çoktan bitti yirminci yüzyıl, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla göçüp gittiğini varsayabiliriz tüm zamanlar, nice çağlar gibi. Ardında milyonlarca ölü bırakarak.

Söz şairlerden, şiirden açılmışken Nâzım Hikmet’i anmadan olmaz, bu kez Berlin’e gelişimi ona borçlu olduğum için değil yalnızca, yirminci yüzyılda yaşıyor olmakla övündüğü için de. Ne var ki giden yüzyılın ardından ağıt yakmaya ömrü yetmedi, Duvar’ı ise görmezden geldi. Sağlığında açılmıştı uzay yolu, buna çocuk gibi seviniyordu, ama Duvar da sağlığında, ölümünden iki yıl önce dikilmişti. Buna ne seviniyor ne yeriniyor, yalnızca bilmezden geliyordu. Yapıcıların kan ter içinde komünizmi inşa ettiklerini, bu işin sanıldığı kadar kolay olmadığını, yapı yerinde “çayın her zaman şekerli, her zaman sıcak, ekmeğin her zaman pamuk gibi yumuşak” olmadığını, yapının yine de türkülerle yükseldiğini söylemekle yetindi. Peki, ülkenin dört bir yanından gelen yapı ustaları binbir emek ve fedakârlıkla komünizmi inşa ederlerken, taş üstüne taş koyarlarken, gerçekte kendi hapishanelerinin duvarını ördüklerinin bilincinde miydiler dersiniz? 1961 Ağustosunda Sovyet tanklarının gölgesinde ter döker beton levhaları döşerlerken yöneticilerin söyledikleri gibi “faşizme karşı” değil, “son savaştaki yenilginin öcünü almak isteyen III. Reich döküntülerinin saldırganlığına” karşı koymak için de değil, özgür dünyaya göçü önlemek amacıyla bu işe kalkıştıklarını, dışarıdan gelecek olası bir saldırıyı önlemek şöyle dursun, gökyüzünü bile özgürlükle esaret arasında paylaştırdıklarını biliyorlar mıydı? Hiç sanmıyorum. Hem Nâzım’ın şiirindeki gibi türkü falan da söylemiyorlardı. Duvarın bir uzantısı olan, temele koyulan ilk taş, çekilen ilk dikenli telle birlikte kendilerini yapının ayrılmaz, vazgeçilmez, olmazsa olmaz parçası zanneden yöneticilerin buyruklarını uyguluyorlardı yalnızca. Yapı onların sayesinde yükseliyordu evet, Nâzım Hikmet dosta düşmana, daha çok da ilk fırsatta onu arkadan bıçaklayacak yoldaşlarına yapı yerini anlatırken Berlin Duvarı’nı unutmuştu nedense. Ankara Cezaevi’nde tecritteyken güneşe çıkarıldığı vakit toprağa saygıyla oturup sırtını dayadığı duvar yıllar sonra Berlin’de karşısına dikildiğinde gerçeği görmezden gelerek ya da ıskalayarak ele güne karşı “yapıcıların yüreği bayram yeri gibi cıvıl cıvıl / ama yapı yeri bayram yeri değil / yapı yeri toz toprak / çamur kar” diye haykırmaktan kendini alamamıştı. Hiç oralı olmamıştı Duvar yükselir, aileleri birbirinden ayırıp insanlığa set çekerken. Yalnızca Berlin’i değil yeryüzünü de ortadan ikiye bölerken. Ne işe yarar bir duvar? Mekânı bölmeye, içine hapsolduğumuz, sevişip uyuduğumuz, ecel gelince can çekiştiğimiz odaları yapmaya değil mi? Ya da bir bahçeyi çevirmeye, avluyu sokaktan, hapishaneyi özgürlükten ayırmaya. Önünde dikilip, eller arkadan bağlı, kurşuna dizilmeye de yarayabilir, işemeye de.

Ne demişler, “Eceli gelen it cami duvarına…” Sahi, çişim gelmişti, ama yerimden kalkıp tuvalete gitmeye üşendim. Oturduğum yerden Duvar üzerine geliştirdiğim kavramsal görüşler hızla geçiyordu zihnimden. Tepeme, son savaşta bu kentin üzerine yağan yangın bombalarına benzer imgeler yağıyordu. Tuğla örülü pencereler, harap bir yapının en üst katından kendini boşluğa bırakan yaşlı bir kadın, kalaşnikovunu atıp telörgülerin üzerinden atlayarak özgürlüğe doğru koşan Doğulu asker ve peşinden kovalayan köpekler. Köpekler düşlerime de giriyordu geceleri, sivri dişlerini önce kaba etime sonra yanaklarıma daldırıp suratımı parçalıyorlardı. Bu Duvar, Çin Seddi gibi, tarihte gördüğümüz tüm duvarlar gibi korunmak amacıyla değil, bütün bir toplumu hapsetmek, bulunduğu yere mıhlamak üzere yapılmıştı. Kaçıp da bir yere gitmesinler, ömürlerini burada, herkesin birbirini izlediği, Stasi’nin her yere burnunu soktuğu, özgürlüğün serpilip gelişemediği, sokaklarda işçi tulumuyla bile dolaşamadığı bu ıssız yerde, ancak 1 Mayıs tribünlerinde görebildikleri yöneticilerin heykelleri altında ezildikleri bu alanlarda, geniş ve tenha caddelerde, köhne fabrikalarda tüketsinler diye. Kilometrelerce uzayan Duvar düz bir çizgi de izlemiyordu. Parça parça inşa edilmiş, betonarme bloklarla sağlamlaştırılmış, bir yüzü –yalnızca bir yüzü– telörgüler, gözetleme kuleleri ve üzerinden aşmaya yeltenenlere saldırmak amacıyla eğitilmiş köpeklerle çevrilmiş, parçalar zamanla bir araya getirilip birleştirilmiş, tutunmaya çabalayan ellerin kayması için en tepesi oklavayla hamur açar gibi yuvarlanmıştı. Burada ayrıntılara girmeyi, Duvar’ı aşmak ya da tünel kazıp altından geçmek isteyenlerin başlarına gelenleri anlatmayı gereksiz buluyorum. Yalnızca şunu belirteyim. Kısacık ömrünün son altı ayını Birinci Savaş’ın hemen ertesinde Berlin’de, kendinden çok genç bir kadının koruyucu şefkati altında geçiren Prag’lı yazar, sonradan yaşanacak felaketleri sezdiği gibi Duvar’ın inşasını da öngörmüştü. İtirazı olanlar sözkonusu yazarın “Çin Seddi” adlı metnine bakabilirler. Orada, Duvar’ın yol açtığı siyasi ve insani sonuçların özetini okuyabilirler.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir