Neil Gaiman – Amerikan Tanrilari

Ülkemizin sınırları mı, bayım? Kolay bayım, kuzeyde Kuzey Işıkları’yla sınırlıyız, doğuda güneşin doğuşuyla, güneyde Ekinoksların geçit töreniyle ve batıda da Kıyamet Günü’yle sınırlıyız. – Amerikalı Joe Miller’in Şaka Kitabı Gölge hapishanede üç yılını doldurmuştu. Oldukça iriyarıydı ve yeterli kadar bana – bulaşma tipli gözüktüğünden en büyük sorunu zaman öldürmekti. Bu yüzden formunu korudu, kendi kendine para oyunları öğrendi ve bol bol karısını ne kadar çok sevdiğini düşündü. Hapishanedeki en iyi şey – Gölge’ye göre belki de tek iyi şey rahatlama hissiydi. Bu, onu dalabileceği kadar derine daldırıp dibe vurduran bir histi. Birilerinin gelip onu yakalayacağı konusunda endişe etmiyordu; çünkü zaten yakalamıştı. Artık yarının ne getireceğinden korkmuyordu; çünkü dün zaten onu getirmişti. Gölge, mahkum edildiği suçu işlemiş olmanın ya da olmamanın önemli olmadığına karar verdi. Onun deneyimlerine göre; hapishanede karşılaştığı herkes bir şeyden dolayı haksızlığa uğramıştı: Her zaman otoritelerin yanlış yaptığı bir şey vardı; senin yaptığını söyledikleri, yapmadığın bir şey – ya da tam olarak yaptığını söyledikleri gibi yapmamış olduğun bir şey. Önemli olan seni içeri atmış olmalarıydı. İlk birkaç gün içinde, argodan kötü yemeğe kadar her şeyin yeni olduğunu fark etmişti. Mutsuzluk ve hapis olmanın iç dondurucu saf dehşetine rağmen, iç rahatlığıyla nefes alıyordu. Gölge fazla konuşmamaya çalıştı. İkinci yılın ortalarına doğru bir ara, hücre arkadaşı Silik Lyesmith’e teorisinden bahsetti.


Minnesota’lı bir dolandırıcı olan Silik, yaralı yüzüyle gülümsedi. “Evet,” dedi. “Doğru. Hatta idama mahkum edildiğinde daha da iyi. İşte o zaman, ilmik boğazlarını sıktığında, arkadaşları onlara ‘ayağınızda çizmelerinizle öleceksiniz’ dediğinden dolayı çırpınırken çizmelerini fırlatan adamların fıkrasını hatırlarsın.” “Bu bir fıkra mıydı?” diye sordu Gölge. “Üzerine bastın. Darağacı esprisi. En iyisi oradadır.” “Bu eyalette en son ne zaman birini astılar?” diye sordu Gölge. “Ben nereden bileyim ya?” Lyesmith portakal sarısı saçlarını oldukça kısa keserdi. Kafatasının hatlarını görebilirdiniz. “Ama bak sana ne söyleyeceğim. Bu ülkenin sonu milleti asmayı kestiklerinde gelmeye başlayacak. Eğer asılmaktan korkmazsan.

Konuşmazsın.” Gölge omuz silkti. İdam cezasında romantik hiçbir şey görmüyordu. Eğer idam cezanız yoksa, o zaman hapishane, en iyi ihtimalle, yaşamın sadece geçici bir süre için ertelenmesidir, diye düşündü. İki nedenden dolayı. Birincisi, hayat hapishaneye sızar. Her zaman daha beter yerler vardır. Hayat devam eder. İkincisiyse, eğer cesaretini yitirmezsen bir gün seni serbest bırakmak zorunda kalacaklardır. Başlangıçta bu, Gölge’nin odaklanamayacağı kadar uzaktı. Sonraları uzaktaki bir umut ışıltısına dönüştü ve hapishanenin boktan yaşamı kötüye gittiğinde ki hapishanenin boktan yaşamı her zaman kötüye giderdi, kendi kendine “bu da geçecek” demeyi öğrendi. Sihirli kapı bir gün açılacaktı ve o içinden geçecekti. Bu yüzden, hapishane mağazasında satılan tek takvim olan, Kuzey Amerika’nın Ötücü Kuşları takviminde günleri çiziktirmeye başladı. Güneş battı, o görmedi, güneş doğdu, o görmedi. Hapishane boş kütüphanesinde bulduğu bir kitaptan para oyunları çalıştı; antrenman yaptı; kafasında hapishaneden çıktığında yapacaklarının listesini oluşturdu.

Gölge’nin listesi azaldıkça azaldı. İki yıl sonra listeyi üç maddeye indirmişti. İlk olarak banyo yapacaktı. Köpüklerle kaplı bir küvette, uzun bir süre, iyice suya gömülerek. Belki gazete okuyacaktı, belki okumayacaktı. Bazı günler okurum, bazı günler okumam diye düşündü. İkinci olarak, kendini kurulayıp bir bornoz giyecekti. Belki terlikler de. Terlik fikrini beğendi. Eğer tütünle arası olsaydı pipo içecekti; ama tütün kullanmıyordu. Karısını kollarına alacaktı (“Köpek Yavrusu” diye yapmacık bir korku ve gerçek bir zevkle bağıracaktı “ne yapıyorsun?”). Onu yatak odasına götürecek ve kapıyı kapayacaktı. Acıkırlarsa pizza siparişi vereceklerdi. Üçüncüsü, belki birkaç gün sonra, Laura’yla yatak odasından çıktıklarında, kendine hakim olacak ve hayatının geri kalanında beladan uzak duracaktı. “Ve sonra mutlu mu olacaksın?” diye sordu Silik Lysmith.

O gün hapishane mağazasında, araba plakalarını mühürlemekten birazcık daha ilginç olan kuş yemliği montajında çalışıyorlardı. “Ölene kadar hiç kimseye mutlu biri deme,” dedi Gölge. “Heredot,” dedi Silik. “Hey. Öğreniyorsun.” “Heredot da hangi götün teki?” diye sordu Buzadam. Bir kuş yemliğinin kenarlarını birbirine birleştirdikten sonra onu vidalayıp sıkacak olan Gölge’ye geçiriyordu. “Ölü bir Yunanlı,” dedi Gölge. “En son kız arkadaşım Yunanlıydı,” dedi Buzadam. “Ailesinin yediği boka inanamazdınız. Yapraklara sarılı pilava benziyordu. Ona benzer boklar işte.” Buzadam, neredeyse beyaza yakın sarı saçlı ve mavi gözleri olan bir Coca Cola makinesinin büyüklüğüne ve şekline sahipti. Barda o zıplar, kız arkadaşı dans ederken, kız arkadaşına sarkıntılık etme hatasına düşen bir adamın ağzını burnunu dağıtmış. Adamın arkadaşları polis çağırmışlardı.

Onun şartlı çalışma programından on sekiz ay önce ayrıldığını ortaya koyan bir zabıt bulan polis Buzadam’ı tutuklamış. Gölge’ye bütün acıklı öyküyü anlattıktan sonra, “Ya ne yapmam gerekiyordu?” diye sordu Buzadam, kırılmış bir şekilde. “Ona onun kız arkadaşım olduğunu söyledim. Ne yani bana öyle saygısızlık yapmasına izin mi vermeliydim? Vermeli miydim? Yani adamın elleri kızın her tarafında dolaşırken.” “Git onlara anlat,” dedi Gölge ve konuyu orada bıraktı. Erken öğrendiği bir şey vardı, hapishanede kendi cezanı kendiniz çekersiniz. Başkasının adına ceza çekmezsiniz. Kendine hakim ol. Kendi cezanı çek. Lyesmith birkaç ay evvel Gölge’ye, Heredot’un eskimiş, karton kapaklı bir Tarihler kitabı vermişti. “Sıkıcı değil. Keyifli,” dedi, Gölge kitap okumam diye itiraz ettiğinde. “Önce oku, sonra bana keyifli olduğunu söyle.” Gölge yüzünü asmış; ama okumaya başlamış ve iradesinin dışında ona kapıldığını fark etmişti. “Yunalılar,” dedi iğrenerek Buzadam.

“Ve onlar hakkında söylenenlerin hepsi de doğru. Kız arkadaşıma götten yapmaya kalktım, neredeyse tırnaklarıyla gözlerimi çıkarıyordu.” Lyesmith bir gün haber verilmeden nakledildi. Heredot kitabını Gölge’ye bıraktı. Sayfalar arasında saklanmış nikel bir beş sent vardı. Madeni paralar yasaktı: Bir taşla kenarlarını keskinleşip kavgada birisinin yüzünü parçalayabilirsiniz. Gölge bir silah istemedi; o sadece elleriyle yapacak bir şey istedi. Gölge batıl inançlı değildi. Göremeyeceği hiçbir şeye inanmazdı. Yine de, Son haftalarda hapishanenin üstüne bir felaket dolaştığını hissedebiliyordu. Aynı soygundan önce hissettiği gibi. Midesinin dibinde, kendi kendine bunun sadece tekrar dış dünyaya dönmekten doğan bir korku olduğunu söylediği bir boşluk vardı. Ama emin olamıyordu. Her zamankinden daha paranoyaktı; her zamanki, hapishanede çok demekti ve bu bir hayatta kalma yetisiydi. Gölge öncekinden daha da durgunlaştı, daha da belirsizleşti.

Kendini, olacağından emin olduğu kötü şey hakkında bir ipucu aramak için gardiyanların, diğer hapishane arkadaşlarının vücut dillerini izler buldu. Serbest bırakılmasından bir ay önce. Gölge, soğuk bir büroda, alnında bordo renkli bir doğum lekesi bulanan, kısa boylu, bir adamın karşısında oturdu. Bir masada karşılıklı oturuyorlardı. Adamın önünde Gölge’nin dosyası vardı ve elinde tükenmez bir kalem tutuyordu. Kalemin dibi kötü bir şekilde çiğnenmişti. “Üşüyor musun, Gölge?” “Evet,” dedi Gölge. “Biraz.” Adam omuz silkti. “Sistemden dolayı,” dedi. “Sobalar bir Aralık’tan önce yanmaz. Sonra da Mart’ın birinde söndürülür. Kuralları ben koymuyorum.” İşaret parmağını dosyanın sol iç tarafına zımbalanmış kağıt boyunca gezdirdi. “Otuz iki yaşındasın, değil mi?” “Evet, efendim.

” “Daha genç görünüyorsun.” “Sağlıklı yaşamaktan.” “Burada örnek bir mahkum olduğun yazıyor.” “Dersimi aldım, efendim.” “Gerçekten aldın mı?” Dikkatlice Gölge’ye baktı, alnındaki doğum izi kısıldı. Gölge, adama hapishaneyle ilgili teorilerinin bazılarını anlatmayı düşündü ama hiçbir şey söylemedi. Onun yerine başıyla onayladı ve uygun şekilde pişman görünmeye odaklandı. “Burada bir karın olduğu yazıyor, Gölge.” “İsmi Laura.” “Aranız nasıl?” “Oldukça iyi. Elinden geldiği kadar gelip beni ziyaret ediyor -aramızda oldukça uzun bir mesafe var. Birbirimize yazarız ve mümkün olduğunda ona telefon ederim.” “Karın ne iş yapıyor?” “Bir seyahat acentası var. İnsanları dünyanın dört bir yanına yollar.” “Onunla nasıl tanıştın?” Gölge adamın bu soruları niçin sorduğunu anlayamadı.

Seni ilgilendirmez demeyi düşündü, sonra, “En yakın arkadaşımın karısının en yakın arkadaşıydı,” dedi. “Bizi tanıştırmak için bir randevu ayarladılar. Biz de uyuştuk.” “Peki, seni bekleyen bir iş var mı?” “Evet, efendim. Dostum, Robbie’nin, size biraz önce bahsettiğim kişi, Adale Çiftliği’nin sahibi. Bir zamanlar orada çalışırdım. Eski işimin beni beklediğini söylüyor.” Bir kaş kalktı. “Gerçekten mi?” “Benim iyi ilgi toplayacağıma inandığını söylüyor. Eskileri tekrar toplayacağımı ve daha da sıkı olmak isteyen sıkı tipleri çekeceğimi.” Adam tatmin olmuş göründü. Tükenmez kaleminin dibini çiğnedi, sonra kağıdı çevirdi. “İşlediğin suç hakkında ne düşünüyorsun?” Gölge omuz silkti. “Aptaldım,” dedi, söylediğinde samimiydi. Doğum lekeli adam iç çekti.

Listedeki bir grup yeri işaretledi. Sonra Gölge’nin dosyasındaki kağıtları parmağıyla çabucak çevirdi. “Buradan evine nasıl gideceksin?” diye sordu. “Greyhound’la mı?” “Uçarak gideceğim. İnsanın seyahat acentası olan bir karısı olması güzel bir şey.” Adam kaşlarını çattı ve doğum lekesi buruştu. “Sana bilet yolladı mı?” “Yollaması gerekmiyor. Bana sadece bir konfirmasyon numarası yolladı. Elektronik bilet. Tek yapmam gereken şey, bir ay içinde havaalanında gözükmek, onlara kimliğimi göstermek ve buradan uçmak.” Adam başıyla onaylayarak son bir not yazdı, sonra dosyayı kapattı ve tükenmez kalemi bıraktı. İki soluk renk el gri masanın üzerinde pembe hayvanlarmış gibi duruyordu. Ellerini birleştirdi, işaret parmaklarını bir kilise çan kulesi gibi yaptı ve soluk ela gözlerini Gölge’ye dikti. “Şanslı birisin,” dedi. “Geri döneceğin biri ve seni bekleyen bir işin var.

Bütün bunları arkanda bırakabilirsin. İkinci bir şansın var. Bu şansı iyi kullan.” Gitmek için ayağa kalktığında adam Gölge’nin elini sıkmaya kalkmadı. Zaten Gölge de böyle bir şey beklemiyordu. Son hafta en kötüsüydü. Bazı açılardan bütün üç yıldan bile daha kötüydü. Gölge bunun havadan dolayı olup olmadığını merak etti: sıkıcı, rüzgârsız ve soğuk. Sanki fırtınanın habercisiydi ama fırtına gelmedi. Tedirgin ve endişeliydi, midesinin içinde bir his bir şeylerin tamamen yanlış olduğunu söylüyordu. Rüzgar spor avlusunda aniden patladı. Gölge, havada kar kokusu aldığını sandı. Karısını ödemeli olarak aradı. Gölge, telefon şirketlerinin hapishane telefonundan yapılan her aramadan fazladan 3 dolar aldığını biliyordu. Bundan dolayı santral memurları mahkumlara karşı her zaman nazikler, diye düşündü Gölge: Onların maaşlarını kendisinin ödediğini biliyorlardı.

“Tuhaf şeyler hissediyorum,” dedi Laura’ya. Bu ona söylediği ilk şey değildi. İlk şey, “seni seviyorum”du; çünkü bu gerçekten söylemek isteyebiliyorsanız güzel bir şeydi ve Gölge istiyordu. “Selam,” dedi Laura. “Ben de seni seviyorum. Tuhaf hissettiğin şey ne?” “Bilmiyorum,” dedi. “Belki havadır. Sanki fırtına çıkarsa her şey yoluna girecekmiş gibi.” “Burada hava güzel,” dedi. “Son yapraklar hâlâ düşmedi. Eğer fırtına çıkmazsa geldiğinde onları görebileceksin.” “Beş gün,” dedi Gölge. “Yüz yirmi saat ve sonra sen eve geleceksin,” dedi. “Orada her şey yolunda mı? Ters bir şey yok değil mi?” “Her şey yolunda. Bu akşam Robbie’yle görüşeceğim.

Sana sürpriz hoş geldin partisi planlıyoruz.” “Sürpriz partisi mi?” “Tabii ki. Bu konuda hiçbir şey bilmiyorsun, değil mi?” “Hiçbir şey.” “İşte benim kocam,” dedi. Gölge gülümsediğini fark etti. Üç yıldır içerideydi ama Laura onu hâlâ gülümsetebiliyordu. “Seni seviyorum, bebek,” dedi Gölge. “Seni seviyorum, Köpek Yavrusu,” dedi Laura. Gölge telefonu kapattı. Evlendiklerinde Laura, Gölge’ye bir köpek yavrusu istediğini söylemişti; ama ev sahibi kira kontratına göre evde hayvan beslemelerine izin verilmediğini belirtti. “Hey,” demişti Gölge, “ben senin yavru köpeğin olacağım. Ne yapmamı istersin? Terliklerini mi dişleyim? Mutfağa mı işeyeyim? Burnunu mu yalayayım? Apış aranı mı koklayayım? İddiaya girerim ki bir köpek yavrusunun yapabileceği her şeyi yapabilirim!” Ve sanki hiç ağırlığı yokmuşçasına onu kaldırdı, Laura kıkırdayıp çığlıklar atarken burnunu yalamaya başladı ve sonra onu yatağa götürdü. Sam Fetisher, yemek salonunda çekine çekine Gölge’ye yaklaştı ve yaşlı dişlerini göstererek gülümsedi. Gölge’nin yanına oturdu ve makarnasıyla peynirini yemeğe başladı. “Konuşmamız lazım,” dedi Sam Fetisher.

Sam Fetisher, Gölge’nin hayatında gördüğü en siyah insanlardan biriydi. Atmış yaşında da olabilirdi. Seksen yaşında da olabilirdi. Ama Gölge otuz yaşında Sam Fetisher’den daha yaşlı görünen çatlaklara rastlamıştı. “Hı?” dedi Gölge. “Fırtına çıkmak üzere,” dedi Sam. “Öyle görünüyor,” dedi Gölge. “Belki de yakında kar yağacak.” “Öyle fırtınadan bahsetmiyorum. Ondan büyük fırtınalar geliyor. Bana bak, evlat, büyük fırtına gelmeden burası yerine sokaklarda olsan daha iyi olur.” “Ben cezamı doldurdum,” dedi Gölge. “Cuma’ya çıkıyorum.” Sam Fetisher gözlerini Gölge’ye dikti. “Nerelisin?” diye sordu.

“Eagle Point, Indiana.” “Sen yalancı bir götsün,” dedi Sam Fetisher. “Ben aslını soruyorum. Ailen nereli?” “Chicago,” dedi Gölge. Annesinin kızlığı Chicago’da geçmişti ve orada ölmüştü. Yarım ömür önce. “Söylediğim gibi. Büyük fırtına geliyor. Soğukkanlılığını koru, Gölge-evlat. Şöyle bir şey . Kıtaların üzerine bindiği şeyler ne deniyor? Bir tür katman?” “Tektonik katmanlar mı?” diye tahminde bulundu Gölge. “O işte. Tektonik katmanlar. Şöyle bir şey, onlar harekete geçtiğinde, Kuzey Amerika Güney Amerika’ya doğru kayarsa ortada kalmak istemezsin. Anlattığımı kaptın mı?” “Bir parça bile kapamadım.

” Kahverengi gözlerinden birini yavaşça kırptı. “Kahretsin, seni uyarmadığımı söyleme,” dedi Sam Fetisher ve ağzına koca bir kaşık, titreşen portakallı jöle attı. “Söylemem.” Gölge geceyi yarı uyanık geçirdi. Alt ranzadaki yeni hücre arkadaşının homurtu ve horultularını dinleyerek bir uyanıp bir uyudu. Birkaç hücre ileride bir adam sızlandı, uludu ve bir hayvan gibi hıçkıra hıçkıra ağladı. Zaman zaman birisi kes sesini diye ona bağırdı. Gölge duymamaya çalıştı. Boş saniyelerin, onu yavaş ve tek başına alıp götürmesine izin verdi. İki gün daha vardı. Yulaf ezmesi ve hapishane kahvesiyle başlayan kırk sekiz saat. Wilson adındaki gardiyan her zamankinden daha hızlı bir şekilde Gölge’nin omzuna parmağıyla vurdu ve “Gölge?” dedi. “Benimle gel.” Gölge vicdanını yokladı. Rahattı ama hapishanede gözlemlediği kadarıyla bu, boka batmamış manasına gelmiyordu.

İki adam neredeyse yan yana yürürlerken ayak sesleri metalde ve betonda yankılanıyordu. Gölge, korkunun bayat kahve gibi acı tadını boğazının içinde hissetti. Kötü şey oluyordu . Kafasının arkasında bir yerlerde bir ses, cezasına bir yıl daha ekleyeceklerini, onu tek başına hücreye atacaklarını, ellerini keseceklerini, kafasını keseceklerini fısıldıyordu. Kendi kendine salakça davrandığını söyledi ama kalbi göğsünde fırlayacakmışçasına atıyordu. “Seni anlayamıyorum, Gölge,” dedi yürürlerken Wilson. “Anlayamadığınız ne, efendim?” “Sensin. Sen acayip sessiz birisin. Çok naziksin. Yaşlı adamlar gibi bekliyorsun ama kaç yaşındasın? Yirmi beş mi? Yirmi sekiz mi?” “Otuz iki, efendim.” “Peki sen nesin? Porto Ricolu musun? Çingene misin?” “Bildiğim kadarıyla değilim, efendim. Belki olabilir.” “Belki içinde zenci kanı vardır. Sende zenci kanı var mı, Gölge?” “Olabilir, efendim.” Gölge doğrulup dümdüz önüne baktı ve kendini bu adam tarafında gıcık edilmemeye odakladı.

“Evet? Tek bildiğim şey, beni acayip korkutuyor olman.” Wilson’un kum rengi sarı saçları, kum rengi sarı yüzü ve kum rengi sarı bir gülüşü vardı. “Kısa süre sonra bizden ayrılıyorsun.” “Umarım öyle olur, efendim.” Birkaç kontrol noktasından geçtiler. Wilson her seferinde kimliğini gösterdi. Bir merdivenden çıktıktan sonra Hapishane Müdürü’nün bürosunun önünde duruyorlardı. Kapının üzerinde siyah harflerle hapishane müdürünün ismi – G. Patterson – ve kapının kenarında minyatür bir trafik ışığı vardı. Tepedeki ışık kırmızı yanıyordu. Wilson, trafik ışığının altındaki düğmeye bastı. Birkaç dakika boyunca sessizce orada durdular. Gölge kendi kendine her şeyin yolunda olduğunu, cuma sabahı Eagle Point’e giden uçakta olacağını söyledi ama buna kendisi de inanmadı. Kırmızı ışık söndü ve yeşil yandı. Wilson kapıyı açtı ve içeri girdiler.

Gölge geçen üç sene boyunca hapishane müdürünü birkaç kez görmüştü. Bir keresinde bir politikacıya etrafı gösteriyordu. Bir keresinde de, müdür kilitlenme sırasında yüzlük gruplar halinde onlarla konuşup, hapishanenin aşırı kalabalıklaştığını, buna alışırlarsa iyi olacağını söylemişti. Patterson yakından daha da kötü görünüyordu. Asker traşı kesilmiş beyaz saçlarıyla yüzü dikdörtgendi. Old Spice kokuyordu. Arkasında, hepsinin başlıklarında Hapishane kelimesi bulunan bir raf dolusu kitap vardı. Bir telefon ve sayfaları yırtılan türden bir Far Side takvimi hariç masası temiz ve boştu. Sağ kulağında bir işitme cihazı vardı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir