Neil Shubin – İçimizdeki Balık

Bu kitap, hayatımdaki beklenmedik bir değişiklikten doğdu. Fakültedeki profesör açığı yüzünden, Chicago Üniversitesi Tıp Fakültesinde anatomi dersi vermeye başlamıştım. Anatomi, heyecanlı ve gergin durumdaki birinci sınıf öğrencilerinin, vücuttaki organları, boşlukları, sinirleri, damarlan adlan ve yerleriyle öğrenmek için kadavralan kesip incelediği bir derstir. Tıp dünyasına görkemli bir giriş, aynca hekim olma yolunda edindikleri geliştirici bir deneyimdir bu. İlk bakışta, geleceğin hekimlerine ders verecek, benden daha kötü bir aday hayal edemezdiniz: Ben, sonuçta meslek hayatını balıklan incelemekle geçirmiş bir paleontoloğum. Ama sonradan anlaşıldı ki paleontolog olmak, insan anatomisi öğretmede büyük bir avantajmış. Neden mi? Çünkü insan vücudunu açıklayan en iyi yol haritalan, başka hayvanlann vücutlannda saklıdır. Öğrencilere, insan kafasındaki sinirleri öğretmenin en kolay yolu, onlara köpekbalıklarında ne olup bittiğini göstermektir. Kol ve bacakları anlatmanın en kestirme yolu da balıklardan geçer. Sürüngenler ise, beynin yapısını çözmeye çalışırken imdada yetişir. Çünkü bu canlıların vücutları, bizim vücudumuzun daha basit birer versiyonudur. Anatomi dersi vermeye başladıktan iki yıl sonra, meslektaşlarımla yazın Kuzey Kutbu bölgesinde çalışırken keşfettiğimiz balık fosilleri, bize balıkların 375 milyon yıl önce karaya çıkışı hakkında yepyeni ve güçlü bir anlayış kazandırdı. Hem keşfettiğimiz bu fosiller, hem de anatomi hocalığına atılmam, beni çok derin bir bağlantıyı araştırmaya sevk etti. Bu araştırma, sonunda bu kitaba dönüştü. Yetişkinliğe geçtiğimden bu yana, yazlanmı hep Kuzey Kutbu dairesinin kuzeyinde, kar ve sulusepken yağışı altında, sarp kayalıklardaki taşlan eşeleyerek geçiririm.


Çoğu zaman soğuktan donanm, her yanım su toplar, oramda buramda nasırlar çıkar ve elim boş dönerim. Ama eğer şansım yaver giderse, tarihöncesinden kalmış balık kemikleri bulurum. Çoğu kişiye öyle gelmese de, bu kemikler benim için altından kat kat değerli hâzinelerdir. Tarihöncesi balık kemiklerinin izini sürerek kim olduğumuzu ve nasıl böyle olduğumuzu anlayabiliriz. Vücudumuz hakkmdaki bilgileri, dünyanın dört bir yanındaki kayalardan çıkanlan solucan ve balık fosillerinden, bugün yeryüzünde yaşayan hemen her canlının DNA’sına kadar, tuhaf görünebilecek pek çok yoldan ediniyoruz. İnsan vücudunun temel yapısıyla ilgili ipuçlarına ulaşmada geçmişten kalan bu iskelet (ve daha önemlisi balık) kalıntılarım neden bu kadar önemsediğimi anlatmaya bu da yetmez. Bundan milyonlarca, hatta çoğu kez milyarlarca yü öncesinde olan bitenleri gözümüzde nasıl canlandırabiliriz? Ne yazık ki, hiç görgü tanığı yok; hiçbirimiz oralarda değildik. Aslında milyarlarca yıl önce, ortalıkta ne konuşan, ne ağzı, ne de kafası olan bir şey vardı. Daha da kötüsü, o zamanlar var olan hayvanlar çoktan ölüp gitmiş ve o kadar uzun süre gömülü kalmıştır ki, iskeletleri de ancak nadiren korunabilmiştir. Gelmiş geçmiş tüm canlı türlerinin yüzde 99’dan fazlasının bugün soyunun tükendiği, bunların ancak çok az bir kısmının fosilleşip kaldığı ve bunlann da bugüne kadar henüz çok azının bulunabildiği dikkate alınacak olursa, geçmişimizi anlamaya yönelik tüm girişimler, daha başından yenilgiye mahkûm görünüyor. FO SİLLER ÇIKIYOR, K EN D İM İZİ GÖ RÜYORUZ İçimizdeki balıkla ilk kez karh bir temmuz günü öğleden sonra, yaklaşık 80 derece kuzey enlemindeki Ellesmere Adası’nda, 375 milyon yıllık kayaları incelerken karşılaştım. Dünyanın bu ıssız bölgesine, balıktan karada yaşayan hayvana geçişteki en önemli aşamalardan birini keşfetmek uğruna meslektaşlarımla birlikte yolculuk etmiştik. Taşların arasından bir balığın burnunun ucu görünüyordu. Üstelik bu herhangi bir balık da değil, yassı kafalı bir balıktı. Yassı kafasını gördüğümüz an önemli bir şey bulduğumuzu anlamıştık.

Kayalığın içinde iskeletin geri kalan kısmı da varsa, bu bizim kafatasımızın, boynumuzun, hatta kol ve bacaklarımızın geçmişindeki ilk evrelere ışık tutabilirdi. Yassı kafa, denizden karaya geçişle ilgili olarak benim için ne anlama geliyordu? Neden Hawaii’de değildim de, kendi güvenliğimi, rahatımı bırakıp Kuzey Kutbu’na gelmiştim? Bu soruların yanıtlan, fosilleri buluşumuzun ve kendi geçmişimizi aydınlatmak için bunlardan nasıl yararlandığımızın öyküsünde saldı. Fosiller, kendimizi öğrenmek için başvurduğumuz en önemli kanıtlardandır (diğerleri ise, ileride ele alacağım genler ve embriyolardır). Pek çok kişi, fosil bulmanın, genellikle hayrete düşürücü bir kesinlik ve tahmin gücüyle gerçekleştirdiğimiz bir şey olduğunu bilmez. Sahadaki başan şansımızı en yüksek düzeye çıkarabilmek için evde ödevimizi iyi çalışırız. Sonra da işi şansa bırakırız. Planlama ve şansa bırakma arasındaki bu paradoksal ilişkiyi en güzel anlatan, Dwight D. Eisenhower’in savaş hakkındaki ünlü sözleridir: “Anladım ki, bir çarpışmaya hazırlanırken planK İM I/I’M. Kİ »Al Ik I >2 I k i m i / d i m imi k , i i u ‘ i . mak lama yapmak şarttır, ama planlar hiçbir zaman işe yaramaz.” Bu söz, saha paleontolojisini de gayet güzel özetliyor. Bizi, fosil bulabileceğimiz alanlara götürecek her türlü planı yaparız; sahaya vannca da, saha planını olduğu gibi çöpe de atabüiriz. Sahada karşılaştığımız durumlar, en iyi hazırlanan planları bile değiştirebilir. Yine de bu durum, bazı bilimsel sorulan yanıtlayabilecek keşif seferleri planlamamıza engel değildir. Aşağıda anlatacağım birkaç basit fikirden yararlanarak önemli fosillerin nerelerde bulunabileceğini tahmin edebiliriz.

Kuşkusuz her zaman yüzde 1 0 0 isabetli olmayabiliriz, ama şansımız, genelde işleri ilginç kılabilecek sıklıkta yaver gider. Ben de, kariyerimi tümüyle bunun üzerine kurmuş durumdayım: memelilerin kökenlerine ilişkin sorulan yanıtlayabilecek ilk memelileri, kurbağaların kökenlerine ilişkin sorulan yanıtlayabilecek ilk kurbağalan ve karada yaşayan hayvanlann kökenlerinin anlaşılabilmesine yarayacak üyeli ilk hayvanlardan bazılannı bulup çıkarmaya. Saha paleontologlan, yeni kazı yerleri bulmamn, artık pek çok bakımdan eskisinden çok daha kolay olduğu bir çağda yaşıyor. Belediyelerin, petrol ve gaz şirketlerinin yaptığı jeolojik keşifler sayesinde yörelerin jeolojik yapısı hakkında bugün çok daha fazla şey biliyoruz. İnternet sayesinde haritalara, saha etüt bilgilerine ve havadan çekilen fotoğraflara hemen erişebiliyoruz. Hatta dizüstü bilgisayarımla, evinizin arka bahçesinin olası fosil alanlarından biri olup olmadığına bile bakabilirim. Üstelik görüntüleme ve radyografi cihazlarıyla bazı kaya türlerinin içini görebiliyor ve barındırdıkları kemikleri görüntüleyebiliyoruz. Tüm bu derlemelere rağmen, önemli fosilleri ararken hala neredeyse yüz yıl öncekiyle aynı yollara başvuruyoruz. Paleontologlar, bugün de, kayaları aynı şekilde incelemek (aslında kayaların üzerinde sürünmek) ve kaya içlerindeki fosilleri, çoğu zaman elleriyle kazıp çıkarmak zorundalar. Kemik fosilleri arar­ İt, İM l / l ) İ K İ BALIK ken ve çıkarırken o kadar çok karar alınması gerekir ki, devreye giren süreçleri bilgisayarda işlenecek bir dile dökmek, çoğu zaman mümkün olmaz. Üstelik fosil bulmak için bir monitöre bakmak, asla kazarak çıkarmanın keyfiyle boy ölçüşemez. Bu işi zorlaştıran, fosil alanlarının ender oluşudur. Başarı ihtimalimizi en yüksek düzeye çıkarmak için üç durumun birbirine yakınlaştığı yerleri bulmaya çalışırız. Arama yaptığımız yerler doğru yaşta, fosilleri koruyacak türde ve yüzeye çıkan kayaların bulunduğu bölgelerdir. Bir diğer etken daha var; o da tesadüf.

Örnek olarak anlatacağım öykü de bununla ilgili. Örneğimiz bize, canlılık tarihindeki büyük geçişlerden birini, yani karanın balıklarca istila edilişini gösterecek. Milyarlarca yıl boyunca canlıların hepsi sadece suda yaşarken, günümüzden 365 milyon yıl kadar önce, karada da yaşar hale geldiler. Bu iki ortamdaki hayat birbirinden tamamen farklıdır. Suyun içinde soluyabilmek için, havada solunum için kullanılanlardan çok farklı organlar gerekir. Aynı şekilde boşaltım, beslenme ve hareket için gelişen organlar da farklıdır. Sonuçta, bu geçişin gerçekleşmesi için tamamen yeni bir vücut tipinin ortaya çıkması gerekiyordu. İlk bakışta, bu iki ortamı birbirinden ayıran çizginin aşılması imkânsız gibi görünür. Ancak, kanıtlan inceleyecek olursak her şey farklı bir görünüme bürünecektir; imkânsız görünen şey, aslında gerçekleşmiştir. Doğru yaştaki kayalan ararken, lehimize işleyen olağanüstü bir durum söz konusudur: Kayalann içinde yer alan fosiller, öyle rastgele dizilmiş değil; bulunduklan yer de, bu yerin banndırdıklan da, kesinlikle belli bir düzene tabidir. Keşif seferlerimizi tasarlarken de, işte bu düzenden yararlanabiliyoruz. Milyarlarca yıllık değişim sürecinde, yerkabuğundaki farklı türden kaya katmanlan birbiri üzerine yığılmıştır. Buradaki geçici varsayım -ki bunu test etmek kolaydır- en üstteki kayalann dipteki kayalardan daha genç olduğu şeklindedir; bu da genellikle, kat-

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir