Niccolo Ammaniti – Tanrı Nasıl İsterse

Uyan! Lanet olası, uyan!” Cristiano Zena ağzını açtı ve sanki ayaklarının altında derin bir uçurum açılmışçasına, yattığı şilteye tırnaklarını �eçirerek tutundu. Bir el boğazını sıktı. “Uyan! Tek gözün açık uyuman gerektiğini biliyorsun. Seni uykunda becerirler.” Delikanlı, “Bunda benim bir suçum yok. Çalar saat … ” diye kekeledi ve sıkıştığını sandığı kıskaçtan kurtuldu. Başını yastıktan kaldırdı. Hala gece, diye içinden geçirdi. Dışarıda, pamuk parçalan gibi yağan iri kar tanelerinin dibine yığıldığı sokak lambasının san konik ışığından başka her şey kapkaraydı. Odanın ortasında ayakta duran babasına, “Kar yağıyor,” dedi. Koridordan içeri sızan ışık demeti, kanca burunlu Rino Zena’nın tıraş edilmiş ensesini, bıyıklarını ve keçi sakalını, boynunu ve kaslı omuzlarını ortaya çıkarıyordu. Gözlerinin yerinde iki kara delik vardı. Bedeninin üstü çıplaktı. Altında asker pantolonu ve üstü boya lekeleriyle kaplı postalları vardı. Cristiano parmaklarını yatağın yanındaki lambaya doğru uzatırken, insan bu hal.


de nasıl olur da üşümez, 1 1 diye kendi kendine sordu. “Sakın açma. Beni rahatsız ediyor.” Cristiano yatağında, birbirine karışmış örtülerin ve çarşafların sıcaklığında bir düğüm gibi kıvrıldı. Yüreği hala deli gibi atıyordu. “Beni neden uyandırdın?” Sonra, babasının elinde sıkıca tuttuğu tabancayı fark etti. Sarhoş olduğu zamanlarda, tabancasını çıkarır, evin içinde gezinirken televizyona, mobilyalara ve lambalara nişan alırdı. Rino oğluna döndü. “Sen nasıl uyuyabiliyorsun?” Sesi, bir avuç kireç yutmuş gibi paslıydı. Cristiano omuzlarını silkti. “Uyuyorum … ” “Aferin sana.” Babası pantolonunun cebinden bir teneke kutu bira çıkardı, açtı ve bir dikişte bitirdi, sonra kolunun tersiyle sakalını sildi ve boş kutuyu kağıt gibi elinde buruşturarak yere attı. “Soysuz piçi duymuyor musun?” Hiçbir şey duymuyordu. Hatta gece gündüz evin önünden fişek gibi geçen ve gözlerini kapatacak olsa, her an odanın içine gireceklermiş hissi veren arabaları bile duymazdı. Kar yüzündendir.

Kar gürültüyü yutar. Babası pencereye yaklaştı ve dışı kar tutan pencerenin buharlı yüzeyine başını yasladı. Koridordaki ışık şimdi de onun kaslı üçgen vücudunu ve omzundaki kobra dövmesini ortaya çıkarıyordu. “Uykun çok ağır. Böyle giderse savaşta ilk önce seni indirirler.” Cristiano dikkatini toplayınca, uzaktan Castardin’in boğuk bir sesle havlayan köpeğini duydu. Kulaklarının sesleri algılamadığına artık herkes çoktan alışmıştı. Koridordaki floresanın vızıltısı ve tuvaletin bozuk sifonundan gelen su sesi için de durum farklı değildi. “Köpek mi?” 12 “Sonunda anladın … Ben de meraklanmaya başlıyordum.” Babası yeniden ona döndü. “Bir dakika olsun susmadı. Kar yağarken bile.” Cristiano, babası uyandırdığında, görmekte olduğu düşü hatırladı. Aşağıda salonda, televizyonun yanında, fosforlu büyük bir akvaryumun içinde yeşil renkli jöle gibi bir denizanası vardı ve hayvan içinde bolca c, z, r harfleri geçen tuhaf bir dil konuşuyordu. Asıl güzel olanı da denizanasının söylediği her şeyi kendisinin çok iyi anlıyor olmasıydı.

Esnerken, acaba saat kaç, diye kendi kendine sordu. Yerde duran radyolu çalar saatin ışıklı kadranı üç yirmi üçü gösteriyordu. Babası bir sigara yaktı ve dumanını üfledi: “Sıktı artık.” “O köpek, geri zekalının teki. Yediği onca dayağa rağmen … ” Artık yüreği göğsünde deli gibi atmadığından, Cristiano gözkapaklarında uykunun ağırlığını yeniden hissetti. Boğazı kurumuştu, ağzında aşevinde yediği tavuğun sarmısak tadı vardı. Bir şeyler içecek olsa belki o iğrenç tat da geçecekti ama hava mutfağa inemeyecek kadar soğuktu. Denizanası düşüne kaldığı yerden devam etmek hoşuna giderdi. Gözlerini ovuşturdu. Az kalsın neden yatağına gitmiyorsun, diye ağzından kaçıracak oldu ama son anda kendini tuttu. Babası bir kez odanın içinde turlamaya başladı mı, bir daha asla geri adım atmazdı. Üçyılılız. Cristiano, babasının öfkesinin şiddetini belirlemek için beş yıldızlı bir gösterge çizelgesini hayal ederdi. Hatta üç ile dört yılılız arasında. Bu da demek olu13 yor ki, “çok dikkatli ol” bölgesindesin, yani ona her zaman haklı olduğunu söyle ve elinden geldiği kadar ondan uzak dur.

Babası geri döndü ve büyük bir hışımla beyaz plastik sandalyeyi tekmeleyerek odanın ortasına kadar yuvarladı; sandalye Cristiano’nun eşyalarını koyduğu kutu yığınına çarparak durdu. Yanılmıştı. Yıldızlar üç değil beş düzeyindeydi. Kırmızı tehlike ışığı yanıyordu. Bu durumda yapılacak tek şey, dilini tutmak ve odanın içinde eriyip buharlaşmaktı. Bir haftadan beri babasının kıçına batan bir şeyler vardı. Birkaç gün önce banyonun açılmayan kapısıyla kapışmıştı. Kilidi bozuktu. Birkaç dakika tornavidayla açmaya uğraşmıştı. Dizlerinin üstüne çökmüş, kendisine onu satan nalbur Fratini’ye, tenekeden yaptıkları için Çinli üreticilere, o boktan şeyin ithal edilmesine izin veren politikacılara sanki o anda hepsi karşısında duruyorlarmış gibi küfürler, hakaretler yağdırıyordu ama boşuna, kapı asla açılmaya razı olmuyordu. Bir yumruk. Sonra sert bir yumruk daha. Sonra bir daha. Kapı menteşelerinden sarsılıyor ama açılmıyordu. Rino odasına gitmiş, tabancasını almış ve kilide ateş etmişti.

Ama o yine açılmamıştı. Yarım saat boyunca Cristiano’yu sağır eden bir gümbürtüden başka bir işe yaramamıştı. Bu arada iyi bir şey olmuştu: Cristiano, filmlerde kilitlerine ateş edildikten sonra kapıların açılmasının koca bir yalan olduğunu öğrenmişti. Babası sonunda kapıyı tekmelemeye başlamıştı. Bağıra çağıra tahtalarını eliyle parçalayarak kapıyı delik deşik etmişti. Banyoya girdiğinde aynaya bir yumruk savurmuş, her yer cam kırığı olmuştu ve parçaladığı elinden kan damlarken, kendisi de küvetin kenarına oturmuş uzunca bir süreyi içeride sigara içerek geçirmişti. 14 “Onun köpeği geri zekalıysa bundan bana ne?” Rino bir süre düşündükten sonra kaldığı yerden devam etti: “Sıktı artık. Ben yarın çalışmak zorundayım … ” Oğlunun yanına gitti ve yatağının kenarına ilişti. “Canımı sıkan şeyin gerçekte ne olduğunu bilmek ister misin? Sabah duş yaptığımda, üstümden sular damlarken dışarı çıkmak ve buz tutmuş yerlere basmak, üstelik ölüm tehlikesini alarak.” Gülümsedi, tabancasını doldurdu ve namlusundan tutarak oğluna doğru uzattı. “İşte bu yüzden, güzel bir köpek postunun bu evde mutlaka olması gerektiğini düşünüyordum.” 2 Gece saat üç otuz beşte Cristiano Zena, damalı pijamasının üstüne babasının rüzgarlığını ve ayaklarına yeşil naylon çizmelerini geçirerek evden çıktı. Bir elinde tabanca, diğerinde el feneri tutuyordu. Cristiano ince yapılı bir çocuktu; on üç yaşına rağmen uzun boylu, el ve ayak bilekleri ince, elleri kemikli, ayaklan kırk dört numaraydı. Tepesinde karmakarışık bir çalı gibi uzayan ve iki yanağının üzerindeki favorilere karışan san saç tomarı bile onun kepçe kulaklarını saklamaya yetmiyordu.

Küçük ve kalkık burnunun birbirinden ayırdığı iri mavi gözleri ve narin hatlarına uymayan kocaman bir ağzı vardı. Kar lapa lapa yağıyordu. Havada bir değişiklik yoktu. Sıcaklık sıfırın birkaç derece altındaydı. Cristiano başına siyah yün bir başlık geçirdi, soluğunu yoğun buhar bulutu olarak dışarı üfledi ve gözlerini avlunun ışığına çevirdi. Çakıltaşlı kum tepesi, pas tutmuş eski salıncak, çöp bidonları, tuğla yığınları, küçük yük kamyonu kalın bir kar tabakasının altında kalmıştı. Evin önündeki 15 yol, uzun ve tertemiz beyaz bir şerit gibi sonsuza uzanmaktaydı. Kusursuzluğunu bozacak tek bir tekerlek izi yoktu. Köpek uzakta boğuk sesiyle havlamayı sürdürüyordu. Evin kapısını kapattı, pijamasının paçalarını özenle çizmelerinin içine soktu. “Hadi, yürü. Zor bir iş değil. Nedir yani? Alt tarafı kafasına bir kurşun sikacaksın, sonra da eve döneceksin; ama dikkat et kafasına sıkacaksın, hayvan gebermeyecek olursa, bir kere daha gidip vurman gerekebilir On dakika sonra yine yatağındasın. Hadi kahraman, göster kendini.” Babasının onu yatağından çekip çıkardığı sırada söylediği sözler beyninde yankılandı.

Başını kaldırdı. Babasının karanlık gölgesi penceredeydi ve ona ilerlemesini işaret ediyordu. Tabancayı donunun lastiğine sıkıştırdı. Çeliğin soğuğuyla hayalarının büzüştüğünü hissetti. Babasına bir işaret yaptı ve kararsız adımlarla evin arkasına doğru ilerlerken, yüreğinin atışları da yavaş yavaş hızlanıyordu. 3 Rino Zena pencereden, yağan karın altındaki oğlunun evden çıkışını izliyordu. Birayı ve grappayı bitirmişti. Bu durum kendisi için tam bir felaketti; üstelik, sanki sivri uçlu bir alet kulak zannı delmişti ve geride bıraktığı o keskin ıslık sesi bir türlü kulaklarından gitmiyordu. Bu çınlama, Rino banyo kapısına ateş ettiği sırada başlamış ve üstünden bir hafta geçmesine rağmen hiç azalmamıştı. Belki de kul.ak zanmı pati.atmışımdır. Sigarasını yakarken, bir doktora görünsem iyi ol.acak, diye söylendi. 16 Oysa Rino Zena, bir sağlık ocağının kapısından içeri, ancak nallan dikince gireceğine yemin etmişti.

Asla tuzağa düşmezdi. O soysuz piçler sana önce bir sürü test yaptırman gerektiğini söyleyerek işe başlarlar ve böylece tünele gi.rersin ve bir daha da çıkamazsın. Hastalık yüzünden ölemezsen, sakın korkma, tedavi masraflannı öderken o sorun da kolayca çözülecektir. Rino Zena akş.amı, televizyonun karşısındaki koltukta, körkütük sarhoş geçirmişti. Çukura kaçmış gözleriyle, alt çenesi yayılmış ve bir elinde kutu birayla, televizyonda saçma bir programı izlemeye başlamıştı. Arada bir televizyonun karşısında olmak onu rahatlatırdı. Anlayabildiği kadarıyla, ortada iki koca vardı, bir haftalığına kanlarını değiştirmeyi kabul ediyorlardı ve bunu niye yaptıklarını da bir tek Tann biliyordu. O kenef gibi televizyonda artık hiçbir şeye saygı kalmamıştı. Farklı bir şey yapmak uğruna, biri Cosenzalı açlıktan gebermek üzere olan bir aileydi, diğeri de kıçından çıkardığı paralarla adam olmuş Romalı bir karıkocaydı. Fakir olan adam, araba tamircisiydi. Bunun bir saçmalık olduğunun kendisine açıklanması gereken o ibnelerden diğeri, yani zengin olanı da reklamcılıkla ilgili bir iş yapıyordu. Ve tamircinin kansı, açıkçası çöp tenekesinden farksızdı; diğerininki ise koltuk değneği gibi uzun bacaklı, iriyan, sarışın bir kadındı ve gününü bir spor salonunda, nefes alıp vermeyi öğreterek geçiriyordu. Öykü sonunda Riı:ıo’yu sarmıştı ve bir şişe grappa da onu izlerken bitmişti.

Reklamcının evinde herkes Cosenzalı suratsız kandan nefret etmişti, çünkü, her dakika elinde temizlik spreyi ile dolaşıyor, bir yere oturacak olsalar, yastıklar bozulacak diye söylenmeye başlıyordu. Evdekiler ertesi 17 gün ona Afrikalı hizmetçi muamelesi yapınca, kadın mutlu olmuştu. Rino, Cosenzalının durumuyla daha çok ilgilendi. Tamirci, evindeki yırtığa Prenses Diana imiş gibi davranıyordu. Rino, tamircinin cehalet ayağına yatıp o kibarlık budalası yırtığı kucağına oturtacağını ve onu becereceğini ummuştu ama gördüğü kadarıyla tamirci de ağır bir diyete girmişti. Boş bira kutusunu ekrana fırlatırken, Rino anırmaya başlamıştı: “Buraya gel, yırtık karı! O işin Zena’nın evinde nasıl yapıldığını ben sana anlatayım!” Her şeyin gerçek bir komedi olduğunu gayet iyi biliyordu, tıpkı alışveriş merkezlerinin önünde Afrikalıların sattığı çantalar kadar gerçekti. Sonra uyuyakalmıştı. Kısa bir süre sonra, boğazında ölü bir kurbağa ve şakaklarını pelte gibi ezen bir mengeneyle uyanmıştı. Ağrılarını hafifletecek alkollü bir şeyler bulmak için evin altını üstüne getirmişti Sonunda, mutfaktaki erzak dolabının dibinde toz bağlamış bir şişe dağ armudu kompostosu bulmuştu. Kim bilir ne zamandan beri oradaydı. Alkolü uçmuş da olsa, içinde beklemiş armut sanki alkol çorbasında pişirilmiş gibiydi. Şişeyi lavaboda patlatmış, sonra da masaya iki büklüm eğilerek armudu emmişti, İşte köpeği de tam o sırada fark etmişti. Havlamayı bir türlü kesmiyordu. Havlayanın mobilyacı Castardin’in kırması olup olmadığını anlamak için bir süre kulak kesilmişti. Enik bütün gün yuvasında uslu uslu oturuyor, gece olunca havlamaya başlıyor ve gün ağarana kadar da susmuyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir