Nikolay Leskov – Buyulu Gezgin

Ladoga Gölünde Konevets Adası’ndan Valaam’a yol alırken, [1] vapurun günlük bakımı için Korela Limanı’na yanaştık. Gezmeye meraklı yolculardan birçoğu karaya çıkmak istedi. Kıvrak Çuhon [2] atlarıyla ıssız kasabaya inip kısa bir süre sonra döndüler. Kaptan son hazırlıklarını tamamladıktan sonra limandan ayrıldık. Korela’ya yapılan bu kısa ziyaretten sonra konunun dönüp dolaşıp -çok eski Rus yerleşimi olmasına rağmen, ondan daha hazin bir yer hayal etmenin zor olduğu- bu yoksul köye gelmesi çok doğal. Gemide herkes bu görüşteydi. Yolcuların arasında felsefi genellemelere ve politik nüktelere hayli hevesli olan biri vardı. Bu zat, Petersburg’da istenmeyen memurların az çok uzak yerlere gönderildiğini ve onlara ödenen yollukların hazine zararına yol açtığını söyledi. Oysa başkentin hemen yakınında Ladoga Gölü kıyısındaki Korela gibi, her türlü bağımsız ve özgür fikrin, halkın ilgisizliğinin ve insanın içini karartan kısır doğanın yarattığı korkunç sıkıntı karşısında duramadığı harika yerlerin bulunduğunu ekleyerek buna bir türlü anlam veremediğini belirtti. “Bu olayda asıl suçlunun,” diye konuşmasını sürdürdü aynı yolcu, “kesinlikle alışılagelmiş bir durağanlık ya da en azından kapsamlı bir bilgi eksikliği olduğuna inanıyorum.” Sık sık seyahat eden başka bir yolcu buna yanıt olarak, burada değişik zamanlarda bazı sürgünlerin kaldığını, ancak hiçbirinin buraya fazla dayanamadığını söyledi. “Semiranistlerden [3] biri edep dışı davranışları nedeniyle zangoç olarak gönderilmiş buraya (bu sürgün şeklini hiç anlayamıyorum). Evet, buraya gelince uzun bir süre cesur davranmaya çalışmış. Kendine bir çeşit yeni bir kader çizeceğini umut etmiş hep. Ama sonra kendini öyle içkiye vermiş ki aklını oynatmış ve olabildiğince çabuk kurşuna dizilmesi emrinin verilmesi ya da askere yazılması, olmazsa artık bir işe yaramadığından asılarak öldürülmesi için ilgili makamlara dilekçe göndermiş.


” “Peki, nasıl bir karar izledi bunu?” “Şey… doğrusu bilmiyorum; her neyse, bu kararı beklemeden kendini astı.” “Çok güzel yapmış,” diye karşılık verdi filozof. “Güzel mi?” diye sordu anlatıcı. Tüccar olduğu belliydi, üstelik ağırbaşlı, güvenilir, dindar bir adama benziyordu. “Neden olmasın? Hiç değilse öldü, hiçliğe karıştı.” “Ne demek hiçliğe karıştı, bayım? Öbür dünyada ne yapacak peki? Kendi canına kıyanlar tam bir yüzyıl azap çekecekler. Onlar için hiç kimse dua bile edemez.” Filozof alaylı bir şekilde gülümsedi, ama hiç tepki göstermedi. Gelgelelim, yetkili makamların izni olmadan [4] kendini asan zangocu durduk yerde savunan yeni bir rakip ona ve tüccara karşı cephe aldı. Konovets’ten beri bir köşede oturan, içimizden hiç kimsenin varlığından bile haberi olmadığı yeni yolcuydu bu. Bu zamana kadar hiç konuşmamış, kimsenin zerrece dikkatini çekmemişti, şimdiyse herkesin bakışları ona çevrilmişti. Kimse tarafından fark edilmemesi yolcuları şaşırtmış görünüyordu. Boylu poslu, esmer, içten yüzlü bir adamdı; kurşuni, gür, bukleli saçları vardı: Kır saçları ona garip bir hava veriyordu. Beline manastırda kullanılan deriden geniş bir kemer bağlamıştı, üzerinde keşiş adayı cüppesi, başında da siyah çuhadan uzun keşiş takkesi vardı. Aday ya da keşiş olabilirdi – ama bunu anlamak çok zordu, zira Ladoga adalarının keşişleri sadece yolculuklarda değil, adalarda da pek kamilavka [5] takmazlar, köy yaşamının sadeliği içinde takke giyerlerdi.

İleride çok ilginç bir insan olduğunu öğreneceğimiz bu yeni yolcumuz, elliden fazla göstermiyordu. Kelimenin tam anlamıyla bir bahadırdı ve dış görünüşüyle Vereşçagin’in harika tablosunu [6] ya da A. K. Tolstoy’un [7] baladındaki iyi yürekli, saf, tipik Rus kahramanı Muromlu yaşlı İlya’yı [8] andırıyordu. Üzerinde cüppe olmasa, benekli bir “küheylana” binse ve laptilerle [9] ormanda dolaşıp, “reçine ve çilek kokan balta girmemiş çam ormanı” [10] gibi miskin miskin havayı koklasa tıpkı ona benzerdi… Ama bütün bu iyi kalpli, saf görünüşüne rağmen, onda eskilerin “pişmiş” dedikleri görmüş geçirmiş kişilere özgü bir hava olduğunu anlamak için uzun uzun incelemeye gerek yoktu. Tavırları kendinden emin, pervasız ama sevimsiz bir küstahlıktan uzaktı. Ciddi, tatlı bir bas tonlamasıyla konuşmaya başladı: “Bunların hiçbir anlamı yok,” dedi bizim yolcu. Sesi hussar [11] tarzı burulmuş, kalın, kır bıyıklarının altından uyuşukça ve sakin çıkıyordu. “İntihar edenler için öbür dünyayla ilgili sözlerinize ve onların asla bağışlanmayacağına dair düşüncelerinize katılmıyorum. Onlar için kimseler dua etmeyecekmiş de – bu da saçma, çünkü onların talihsiz durumunu çok basit ve kolay biçimde toptan düzeltebilecek bir insan var.” İntihar edenlerin koşullarıyla yakından ilgilenen ve ölümlerinden sonra iyileştiren bu kişinin kim olduğunu sordular ona. “Kim mi efendim?” diye karşılık verdi keşiş-bahadır. “Moskova piskoposluğuna bağlı bir köyde insanları çileden çıkaracak derecede içki içen bir papaz vardı, neredeyse papazlıktan çıkaracaklardı onu – intihar edenlere ilgi gösteren işte bu adamdır.” “Bunu nereden biliyorsunuz peki?” “İnsaf ediniz beyefendi, bunu sadece ben değil, Moskova’da herkes bilir, zira Moskova Metropoliti ekselansları Flaret’in [12] kendileri de bu işle ilgilenmişti. Kısa bir sessizlikten sonra biri bu olayın çok kuşku verici olduğunu söyledi.

Kara cüppeli keşiş bu hafiften çıkışa hiç alınmadan karşılık verdi: “Evet, efendim, ilk bakışta, evet, hiç de inandırıcı gelmiyor. Buna metropolit hazretleri bile uzun süre inanmamışsa kuşku götürmesinde şaşılacak bir şey yok. Ama sonra eline konuyla ilgili inandırıcı kanıtlar geçince, buna inanmamanın imkânsız olduğunu anlayıp onay verdiler. Yolcular bu olağanüstü hikâyeyi anlatmasını isteyerek keşişin etrafını aldılar. O da yolcuların bu isteğini kırmayıp anlatmaya başladı: Derler ki, bir gün başpapaz, metropolit hazretlerine bir yazı yazarak, votka içip zilzurna sarhoş gezen bu papazın artık cemaate bir faydasının dokunmadığını bildirmiş. Doğrusunu söylemek gerekirse bu ihbar yazısı gerçeklere dayanıyordu. Metropolit bu papazın Moskova’ya, makamına getirilmesini emretti. Metropolit ona bakar bakmaz, bu papazın gerçekten iflah olmaz bir ayyaş olduğunu anlayıp görevden alınması gerektiğine karar verdi. Papaz derin bir üzüntüye kapıldı tabii, içkiyi bile bıraktı, ama kendini paralıyor, “Ah, kendimi ne hallere düşürdüm,” diye ağlayıp sızlıyordu, “bundan sonra ne yapabilirim ki, canıma nasıl kıymayayım şimdi? Bunu yapmaktan başka çarem kalmadı: O zaman metropolit hiç değilse bahtsız aileme acır da, benim gibi aileme kol kanat gerecek, çoluk çocuğuma bakacak biriyle kızımı evlendirir.” [13] Buraya kadar iyi! Böylece kesin olarak yaşamına son vermeye karar verdi, gününü bile belirledi, yaradılıştan iyi bir insan olduğu için şöyle düşündü: “Hayhay, öleyim, diyelim ki öleceğim, ama benim bir ruhum var, sonuçta hayvan değilim ya – ayrıca ruhum nereye gidecek peki?” O andan sonra üzüntüsü bir kat daha arttı, bu arada metropolit içki düşkünü bu adamın meslekten çıkartılmasına karar vermişti. Bir gün toplu yemek sonrası [14] elinde kitabıyla kanepeye uzanan metropolit uyuyakaldı. Uykuya mı dalmıştı, içi mi geçmişti? Her neyse, ansızın hücre kapısının ardına kadar açıldığını gördü. “Kim var orada?” diye seslendi, zira uşağın, biri hakkında bilgi vermeye geldiğini düşünmüştü, ama hizmetlinin yerine içeriye yaşlı bir adam girdi, metropolit bu mübarek, saygıdeğer adamın Aziz Sergius olduğunu tanıdı hemen. “Bu gelen sen misin Aziz babamız Sergius?” [15] dedi metropolit. “Benim, Tanrı’nın hizmetkârı Flaret,” diye karşılık verdi aziz.

“Benim gibi değersiz birinin,” dedi metropolit, “sizin gibi tertemiz birine ne faydası dokunur ki?” “Merhamet istiyorum senden.” “Efendim, kimin için buyuruyorsun bunu?” Aziz, mesleğinden ihraç edilen papazın adını verip ayrıldı; metropolit biraz kendine gelince olanları düşünmeye başladı: “Neye yormalıyım bunu? Sıradan bir düş mü yoksa hayal mi? Kehanet rüyası mı yoksa?” Bu işe epeyce kafa yorduktan sonra, dünya üzerindeki her aklı başında insan gibi bunun sıradan bir rüya olduğu sonucuna vardı, çünkü Aziz Sergius gibi, orucunu hiç aksatmamış, erdemli bir hayatın sıkı koruyucusu olan bir insanın, özensiz bir yaşam süren, zayıf karakterli bir papaz için şefaatte bulunması olacak iş miydi? Her neyse, metropolit hazretleri, Aziz Sergius konusunda böyle bir yargıya varıp bütün bu olanları başlangıcından itibaren doğal akışına bıraktı. Kendi de her zamanki gibi biraz zaman geçirdi, uygun bir vakitte de yeniden yatmaya gitti. Ama uykuya dalar dalmaz yine bir rüya gördü, metropolitin yüce ruhunu daha derinden sarsan bir şeydi bu. imgeleminizde canlandırın bir: Gürültü… Sözlerle anlatılamaz korkunç bir gürültü… Doludizgin geliyorlar… Sayıları belli olmayan yüzlerce şövalye… Hepsi yeşil kıyafetli, uçar gibi geliyorlar, zırh takımları da, tuğlar da, kaplan gibi kara yağız atlar da… önlerinde ise aynı savaş donatısı kuşanmış mağrur stratopedarh’ları [16] var. Siyah sancak nerede dalgalanıyorsa, dörtnala oraya gidiyorlar, yılanlı sancaklara doğru… Metropolit bu sıra sıra arabaların ne anlama geldiğini bilmiyor, ama gururlu önderleri, “Onları paramparça edin!” diye haykırıyor. “Artık dua kitapları, duacıları yok,” sonra dörtnala geçiyor; stratopedarh’ın peşinden de savaşçıları… Onların ardında ise ilkbahar mevsiminin yağsız kaz sürüsü gibi, kasvetli gölgeler uzanıyor. Hepsi acıyarak metropolite üzüntüyle başlarını sallıyor. Gözyaşları içinde sessizce inleyerek, “Bırakın gitsin!” diyorlar, “bizim için bir tek dua eden o.” Metropolit yatağından sıçradığı gibi ayyaş papazın huzuruna getirilmesini emretti, papaz getirildiğinde ise ona, “Nasıl ve kimin için dua ediyorsun?” diye sordu. Papaz o her zamanki sefil ruh haliyle başpiskoposun karşısında soğukkanlılığını kaybedip şöyle dedi: “Metropolit hazretleri gereken neyse onu yapıyorum.” Ekselansları, papazın suçunu itiraf ettiğine şimdi inanmıştı: “Suçluyum,” dedi papaz, “tek günahım, ruhen zayıf biri olarak, umutsuzluğa kapılan insanın hayatına son vermesinin daha iyi olacağını düşünmüş olmamdır. Canlarına tövbe etmeden kıyan insanlar için Mübarek Aşa-i Rabbani ayininde [17] hep dua ediyorum…” Metropolit birden rüyasından yağsız kazlar gibi önünden süzülerek geçip gidenin ne olduğu anladı ve onların önünde yakıp yıkmak için saldıran iblisleri sevindirmeyi istemediğinden papazı kutsadı: “Git,” dedi, “ve artık günah işleme, kimin için dua ettiysen – devam et.” Papazı yeniden eski görevine getirdi. Neyse, böyle bir adamın mücadeleyle geçen bir yaşama dayanamayan insanlara yararı dokunabilir, zira mesleğinin getirdiği cesaretle artık geri adım atmayıp, onların lehine Yaradan’ı usandıracak, onun da onları bağışlaması gerekecek.

Bir yolcu sordu: “Neden ‘gerekecekmiş’ peki?” “ ‘Kapıyı çalın,’ dendiği için; [18] çünkü bunu bizzat Tanrı buyurdu, bunu artık değiştiremez, efendim.” “Lütfen söyler misiniz, kendi canına kıyanlar için bu Moskovalı papazdan başka dua eden kimse yok muydu?” “Size bu konuda ne söyleyeceğimi doğrusu bilmiyorum. Zorba olduklarından onlar için Tanrıya şefaatte bulunmanın gerekmediğini söyleyenler varmış, ama kimileri bunu anlamamış ve onlara dua etmiş olabilir. Ancak yanılmıyorsam Teslis Günü ya da Hamsin Yortusu’nda [19] onlar için dua edilmesine sanırım herkes izin veriyormuş. Bu günlerde özel dualar okunurdu. Harika, dokunaklı dualar… Bunları her zaman ben de dinlemişimdir.” “Onlar için diğer günlerde dua etmek acaba yasak mı?” “Bilmiyorum, efendim. Bunu hikmet sahiplerinden birine sormak; sanırım, onlar bilirler; fakat bu beni ilgilendirmediği gibi, bunu konuşma imkânım da hiç olmadı.” “Peki, ayinde bu duaların tekrarlanıp tekrarlanmadığını hiç fark ettiniz mi?” “Hayır, efendim, fark etmedim; bu arada siz yine de benim sözlerimi dikkate almayınız, zira ayinlere çok seyrek giderim.” “Nedenmiş o?” “İşim başımdan aşkın.” “Keşiş-papaz mısınız, yoksa diyakoz mu?” “Hayır, ryasofor [20] giyiyorum sadece.” “Hoş, bu keşiş olduğunuz anlamına gelmez mi?” “Şey… evet, efendim, genelde böyle kabul ederler.” “Etmesine ederler de,” diye karşılık verdi tüccar, “keşiş adaylarını da askere almak pekâlâ mümkün.” Bahadır-keşiş bu imaya hiç alınmadı, biraz düşündükten sonra şöyle yanıt verdi: “Evet, bu olabilir, böyle olayların olduğunu duydum; ancak ben yaşlı bir adamım, elli üç yaşındayım, ayrıca askerliğe yabancı biri de değilim.” “Askerlik hizmetinde bulundunuz, öyle mi?” “Evet, bayım.

” “Astsubay falan mıydınız?” diye yeniden sordu tüccar. “Hayır, değildim.” “İyi de neydiniz – erbaş mı, silah depocusu mu, yoksa sıradan er mi, ne?” “Hayır, pek anlatamadım, sanıyorum; gerçek bir askerim, neredeyse çocukluğumdan beri askeri birliklerde bulundum.” “Kantonistsiniz” [21] o halde,” dedi tüccar kızgın bir sesle. “Buna da hayır.” “Seni anlamak da ne zormuş arkadaş, kimsin sen peki?” “Koneserim. [22] “Bu da ne şimdi?” “Koneserim, bayım, konoser, ya da,sıradan halk diliyle söyleyeyim, atlardan iyi anlarım; remonterlere [23] rehberlik yaptım.” “Sahi mi?” “Evet, efendim, binden fazla at seçtim, onları koşturdum. Vahşi olanlarını terbiye ettim, söz gelişi, şaha kalkıp hızla sırtüstü yere devrilenler olur, eyer kayışı binicisinin göğsünü parçalayabilir. Ama benim başıma hiç böyle bir talihsizlik gelmedi.” “Böylelerini nasıl ehlileştirmiştiniz?” “Ben mi? Çok basit, zira yaradılıştan edindiğim özel bir armağan bu. Atın üzerine atladığım gibi, at daha ne olduğunu anlamadan sol elimle atın kulağına kuvvetlice asılırım ve dişlerimi gıcırdatarak sağ yumruğumu ise kulaklarının arasına bastırırım, at öyle bir hale gelir ki burun deliklerinden kanlı beyni bile görünür ve böylece yatışır.” “Ee, sonra?” “Sonra inerim, etrafıma göz atar, atın belleğinde iyi bir izlenim bırakmak için gözlerinin içine uzun uzun bakarım, sonra da tekrar binip sürerim. “Bundan sonra at uysal mı davranır?” “Evet, çünkü at zeki bir hayvandır, insanın kendisine nasıl davrandığını, hakkında ne düşündüğünü duyumsar. Atlar beni örneğin, bu açıdan sevdi ve anladı.

Moskova’da, manejde ele avuca sığmaz bir at vardı, binicileri bir türlü zaptedemezdi onu, iyi eğitilmemişti ve binicisinin dizlerini ısıracak kadar vahşiydi. Şeytan gibiydi vesselam, dişlerini geçirmesiyle binicinin dizkapağını yüzmesi bir olurdu. Çok insanın ölümüne sebep olmuştur. O zamanlar Moskova’ya Rarey [24] adlı bir İngiliz gelmişti – “çılgın at terbiyecisi” lakabı taktık ona. Gelgelelim, bizim o aşağılık at az kalsın onu bile öbür dünyaya gönderecekti, Rarey’i yine de rezil duruma düşürdü; Rarey’in ondan çelik dizlikleri sayesinde kurtulduğunu söylerler, ayağına yapışmasına rağmen, dişlerini geçirememiş, onu bu yüzden yere devirememişti; yoksa bu vahşi at onu da öldürürdü; bense onu gerektiği gibi koşturdum.” “Lütfen, bunu nasıl yaptığınızı anlatır mısınız?” “Tanrı’nın yardımıyla, bayım, çünkü, yine söylüyorum, bu bana Tanrı’nın bir armağanı. Şu “çılgın at terbiyecisi” denilen Mister Rarey ve bu atla uğraşan kimi biniciler bu kötücül atı dizginleyip öfkesini bastırmak için ellerinden geleni yaptılar, böylece at başını sağa sola sallayamadı. Oysa ben bundan çok farklı bir yol buldum. İngiliz Rarey atla uğraşmaktan vazgeçince şöyle dedim: ‘Boşuna, ne yapsanız yararı olmaz, çünkü bu atın içine şeytan girmiş. İngiliz bu işten anlamaz, ama ben,’ dedim, ‘bunu bilirim, yardım edeceğim.’ Yetkili makamlar, uygun buldu. Bunun üzerine, ‘Atı Drogomilov karakoluna getirin!’ dedim. Getirdiler. Evet, efendim; dizgin vurulmuş atı, seçkin tabakanın kır evlerinin bulunduğu Fili’ye, [25] küçük vadiye getirdiler. Burada çalışabileceğim geniş ve yeterli bir alan olup olmadığına baktım önce.

Atın, yamyamın üzerine atladım. Göğsüm çıplaktı ve yalınayaktım, başımda sadece şapka, altımda da geniş binici pantolonu vardı. Çıplak bedenime de Novgorodlu aziz prens Vsevolod Gabriel’in [26] sırma kuşağını dolamıştım. Bu yiğit prense gençliğimden beri derin saygı duymuş, ona içten bağlanmıştım; kuşağına şöyle bir yazı işlenmişti: ‘Onurumu hiç kimseye satmam.’ Bir elimde, ucunda iki funtu [27] geçmeyen kurşun topuz asılı meşhur Tatar kamçısından, öbüründe ise içinde sulu hamur bulunan sıradan sırlı bir testiden başka kesinlikle özel bir alet yoktu. Böylece, efendim, atın sırtına bir güzel kuruldum, dört kişi de, içlerinden birini dişlememesi için atın dizgininden tutmuş, başını çeşitli yönlere çekmeye çalışıyordu. Gelgelelim, bu şeytan kendisine karşı savaş açtığımızı anlayınca kişnemeye, acı acı bağırmaya başladı. Öfkeden tepeden tırnağa titriyor, beni ısırmaya çalışıyordu. Bunu görünce seyislere bağırdım: ‘Şu hergeleden,’ dedim, ‘dizgini çabuk çıkarın!” Böyle bir emir verince, adamlar kulaklarına inanamadı, gözleri faltaşı gibi açılıverdi. ‘Ne duruyorsunuz?’ dedim, ‘kulaklarınız sağır mı oldu yoksa? Size verdiğim emri derhal yerine getirmek zorundasınız!’ ‘Neler diyorsun sen, İvan Severyanıç?’ dedi hepsi, ‘Dizgini çıkarma emrini nasıl verebilirsin?’ (Toplum hayatında adım İvan Severyanıç, Bay Flyagin’di). Onlara kızmaya başlamıştım, çünkü ayaklarımın arasında atın öfkeden kudurduğunu görüyor, hissediyordum. Onu dizlerimin arasında iyice sıkmıştım. ‘Çabuk, çıkarın!’ diye bağırdım. Onlar hâlâ aynı havayı çalıyorlardı; birden kafamın tası attı, dişlerimi gıcırdatmaya başlar başlamaz dizgini hemen çekip çıkardılar ve çil yavrusu gibi dört bir yana dağıldılar. Ben de ilk iş olarak -hiç beklemediği bu andatestiyi atın alnına geçiriverdim: Testi kırıldı, akışkan hamur gözlerine ve burun deliklerine doldu.

At ürkmüştü, ‘Bu da ne?’ der gibi bir hali vardı. Başımdaki şapkayı hemen sol elime alıp, atın doğrudan gözlerine daha çok hamur yaymaya, böğrüne de kamçıyı vurmaya başladım… Öne doğru atıldı, bense görüş alanını tamamen kapatmak için şapkamla hamurlu gözlerini ovuşturuyor, görüşünü iyice bozuyor, bu sefer öbür böğrünü kamçılıyordum… İşime bu şekilde devam ettim. Ona ne nefes aldırıyor, ne de çevresini görmesine izin veriyordum, şapkamı elime alıp hamuru sürekli kafasına sürüyordum, görmesini engelliyor, dişlerimi gıcırdatarak onu ürkütüyor, dehşet içinde bırakıyordum, işin şakası olmadığını anlaması için de kamçıyı iki böğrüne indiriyordum… Bunu sezdi ve artık direnmeyi bırakıp beni götürmeye başladı. Evet, götürüyordu, şu zavallı at götürüyordu beni, onu sürekli kamçıladığım için, at gayretlenerek hızını artırdıkça kamçıyı daha hırslı vuruyordum. Ve sonunda bu iş ikimizi de yormaya başlamıştı: Omzumda derin bir ağrı vardı, kolumu kaldıramıyordum, ata göz attım, yan gözle bakmıyordu artık, dili dışarı sarkmıştı. Atın pes ettiğini anlayınca yere atlayıp yüzünü gözünü sildim, yelesine yapışıp, ‘Hele dur bakalım,’ dedim, ‘seni it oğlu it, köpeklerin yiyeceği seni!’ Onu yere doğru çeker çekmez, önümde dizüstü yere çöktü. O günden sonra öyle uysallaştı ki bundan daha iyisini istemezdim doğrusu: Üzerine rahatlıkla biniyor, dolaşıyordum, ama kısa bir süre sonra öldü.” “Ne, öldü mü?” “Öldü, bayım, çok gururlu bir hayvandı, uysal hallerini kabullenmişti, belli ki karakterine söz geçiremedi. Bu arada Bay Rarey olanları duyunca beni çalışma yerine davet etti. “Şey, onun yanında çalıştınız mı?” “Hayır, efendim.” “Neden, peki?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir