Nilüfer Göle – Melez Desenler

TÜRKİYE 1980’lerde yeni bir zaman dilimine girdi. Piyasa ekonomisi – bugünü, “şimdiki” zamanı kıymete bindirdi. Türkler parayla tanıştıkça bugünkü zamanı sevdiler. Hemen bugün şimdi kazanıp, kendi yaşamlarında tüketip statü sahibi olmaya giriştiler. Siyasetteki zaman kavramı da piyasa ekonomisine paralellik göstererek değişime uğradı. 1970’li yılların devrimci, gelecekteki bir zamana sıçrama yapmak isteyen siyaseti yerini güncel sorunların siyasallaşmasına bıraktı. Böylelikle ilk defa deniz kaplumbağaları, deteıjanlar gibi çevreyi, sağlığı, bugünü ve kişiyi ilgilendiren sorunlar siyasetin gündemine girdi. Bilinç bugünleşti, kişiselleşti. 1960’lann ve 1970’lerin geleceğe (devrim) ve kolektif bilince (sınıfa ya da halka) dayanan siyasal değişimi yerini girişimcilik üzerinde yükselen, bugünden evrilen değişime bıraktı. Başka bir deyişle, sivil toplumun gelişmesi ile siyasetin gelecekten bugüne, devletten bireye, soyuttan somuta doğru eksen değiştirmesi mümkün oldu. Kısacası değişim kavramının kendisi değişime uğradı. Zaman kavramı bugüne indikçe, değişim, “ilericilik” bilincinden “modemist” bilince doğru evrildi. Zira Habermas’m deyişiyle “modemizm” bugüne ait olan bilincimizin bileylenmesidir. İşte 1980’li yıllarda Türkiye ilericilikten modem zamanlara geçiş yaptı. Zamanın kavramsallaştırılmasına ilişkin tezatları anlayabilmek için ilericiliğin ifadesini bulduğu “çağdaşlaşma” kelimesine bakabiliriz.


“Çağdaş” bugünkü zaman dilimi içinde, “eşzamanlı” demek. Çağdaşlaşmanın sözlük anlamı ise “çağa uygun olmak”. Yani çağdaş olunmadığı için çağdaşlaşma bir proje olmaktadır. Batı toplumlarıyla eşzamanlı olunmadığından hareketle çağdaşlaşma kavramı kelimenin kökenine ters düşecek biçimde, bugünkü zamana değil geleceğe, iler- lemeye atıfta bulunmaktadır. 198Ö’li yıllarda Türkiye’nin siyasal ve entelektüel sözlüğüne modernlik girdi, hatta çağdaş kavramı da her ne kadar “Batılı”, “medeni” gibi değer yüklü olarak kullanılsa da, giderek geleceğe değil bugünkü zaman dilimine ilişkin olarak kullanılır oldu. Eyleme Öykünme Modem zamanlarda yaşamak ise modem olmak için yeterli değil. Türkiye bugün modernliğin kargaşasını yaşıyor, modernliği tüketiyor, hatta modernliği biraz da yer yer parça parça, birbirinden kopuk halkalar halinde üretiyor ama henüz kendi desenini ortaya çıkarmış değil. Ressam Ömer Uluç’un bir söyleşisindeki “bilinç desenin netliğidir” sözünü, resimden topluma taşıyabiliriz; bilinç inceldikçe, bilgi içselleştikçe desen yalınlaşacak, netleşecektir. Paradoksal bir biçimde, modem olmak hem güncelleşmeyi hem de güncellikten sıyrılmayı gerektiriyor; ya da güncel olanı anlayabilmeyi, dillendirebilmeyi ve dönüştürebilmeyi. Bu ise bilincin, dil kazanarak, metin, desen, beste aracılığıyla eser ortaya koyarak, kendini dışa vurmasını gerektiriyor. Kısacası modernlik sanat ve bilim istiyor. Şöyle de diyebilirim: Modernlik bir yandan “eylemcilerin” diğer yandan “analistlerin” eseridir. Mühendisler, siyasetçiler, girişimciler yani toplumu, devleti, ekonomiyi ve doğayı dönüştürenler eylemciler. Analist kategorisinde ise sanatçılar ve sosyal bilimciler, yani ortaya konulan eylemi anlayan, yorumlayan, kültürel eserlerle bilincimize yansıtanlar var. Modernlik aksiyon ve analiz arasındaki gelgit, etkileşim ve gönderme hattı üzerinde oluşmaktadır.

Modernlik transistörü, bilgisayan ürettiği kadar romanı, sosyolojiyi, estetiği de üretmektedir ve birbiriyle ilişkili olarak üretmektedir. Toplumun kendi kendini aşabilmesi, kendini anladıkça dönüştürebilmesine bağlı. Sosyoloji olmadan sanayi toplumu, roman olmadan Batılı birey düşünülemeyeceği gibi, bunun tam tersi de doğrudur. Türkiye ise ikisi arasında nedensellik ilişkisi olduğunu varsaymıştır. Türk modemizmi eyleme öykünme üzerine kuruludur. Esasında analist olması gereken entelektüeller ve sanatçılar Türkiye’de eylemciliğe, yani toplumu dönüştürmeye, eğitmeye, kurtarmaya, vs. yönelerek kolektif bir kimliği sahiplenmişler ve “aydın” ve “ideolog” konumuna gelmişlerdir. (Demokratik hak ve özgürlüklerin daralması, kesintiye uğramasıyla da zorunlu olarak gelmişlerdir.) Yeni Bir Dil Türkiye yaşamla metin arasında yeni bir dil aramaktadır. Bir yandan siyaset yaşamı esir almaktadır, öte yandan yaşam dili es geçmektedir. Yaşam kendini doğrudan, aracısız, yani metinsiz, desensiz ifade edebileceğini düşünmektedir. 1980’li yıllarda aydınlar da bugünkü zaman ve yaşam dilimine girmişler, hatta “aydın” kavramı yerini “entel”e bırakmıştır. “Entel”, kolektif misyonlarından sıyrılmış, kişiselleşmiştir, daha fazla sanatla, yaşamla ilgilidir. Hatta “entel maganda” yakıştırmasının dile getirdiği gibi kendini yaşamın yerine koymuş, yaşamın ta kendisi bile olmuştur. Türkiye 1990’lı yıllarda yaşamı, gerçekliği “olduğu gibi”, en çıplak haliyle yakalamaya girişmiştir.

Mahremiyeti, sessizliği, gizemi bozdukça özgürleşeceğine inanmaktadır. Medya “talk show”lar, “reality show”lar, canlı yayınlarla gerçek yakalanabilir, anlaşılabilir illüzyonunu vermektedir. Türkiye gerçeği itiraf, kan ve kavgayla bulacağının medyatik büyüsüne kapılmıştır. Türkiye, resmi devlet dilinin yasaklarından samimiyetçi, mahremiyet sının tanımaz bir teşhirciliğe geçmiştir. Kameralar artık devleti daha az, hayatı daha çok kovalamakta, yakın görüntü üzerine çalışmaktadırlar. Bir yandan da konuşulmaz olanlar seslendirildikçe, görünmez görüntülendikçe, tabular yıkılmakta, yasaklar kalkmakta ve birbirini dışlayan birbirine yabancı kesimler bir araya gelmektedirler. Ancak bu biraradalık henüz ayn ayrı çıkan seslere, notalara yeni bir harmoni kazandıramamıştır. Herkes, her kesim kendi kendine konuşmakta ama Türkiye bir arada konuşamamaktadır. Çünkü yaşadıklarının, söylediklerinin üzerine düşünme, anlama zahmetli bir iştir. Zaman ister, araştırma ister, emek ister, üretme tutkusu ister. Türkiye’nin ortaya bu seslerden bir beste çıkarabilmesi, desenini netleştirebilmesi için, yani kendi modernliğini ortaya koyabilmesi için bilgi ve kültür süzgecinden yeniden geçerek kimliğini ve eylemini inceltmesi gerekecektir. Yirminci yüzyılda sarkaç eylemcilerin üzerindeydi, yirmi birinci yüzyılda bilgi üreticilerinin, İletişimcilerin ve sanatçıların önemi artacaktır. Türkiye’nin metnini yazabilmesi için aracıları yeniden keşfetmesi gerekecektir. Gerçeğin, ancak bilgi ve sanat diliyle yeniden üretilerek dönüştürülebileceğinin zevkine varması gerekecektir. Bunun için bilgi üreticilerinin ve estetik yaratıcılarının bir yandan 10 İSLAM VE MODERNLİK ÜZERİNE MELEZ DESENLER devlet Ye siyaset eksenine göre özgürleşirken, öte yandan güncelliğin kuşatmasından da sıyrılmaları gerekmektedir.

Siyasetin ve gündelik yaşamın bireyi esir aldığı bir toplumda, muhayyele zenginliği ve keşif zordur. Arabeskten Seçkinliğe Müzik dünyasında beliren bir çizgi, Türkiye’nin yakın geleceğini okumak için anahtar olabilir. 1970’li yılların sonunda ortaya çıkan, 1980′ 11 yılların simgesi haline gelen arabesk özgürleştirici olmuştur. Yalnızca daha az Batılı, daha çok Ortadoğulu bir müzik coğrafyasını dışa vurmakla kalmamış, aynı zamanda kenar sınıfların (dolmuş kültüründen) merkeze (televizyon) taşınmasına ve yerli bir kendilik biçiminin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Arabesk Türkiye’ye yerli coğrafyasını hatırlatmıştır. 1990’lann pop müziği nitekim bu yerlileşmenin özgürleştirici etkisi altında kendine yeni ifadeler bulmaktadır. Sezen Aksu bir söyleşisinde, “eskiden şarkılarıma bir entel sözcük katabilmek için mahvettiğim şarkılarım oldu,” derken, geçmişteki bir seçkinci zorlamadan söz etmektedir. Bugün ise içsel merceklerini daha yerli olana doğru çevirdikçe, Batı dillerinde karşıtı bile olmayan sözcükleri, duygulan, ezgileri bulup çıkarmakta, müzikte yeni bir ekol yaratmaktadır. Bu arada müziğin coğrafyası genişlemekte, Akdeniz, Balkanlar, Doğu yeni bir senteze doğru gitmektedir. Öte yandan klasik Türk musikisi ise yeniden sevilmekte, keşfedilmekte, popülerleşmektedir. Demek ki Türkiye’nin sivilleşmesi, hatta kültürel anlamda özgürleşmesi, varoşlardan başlamış, arabesk buna ilk modern dili kazandırmış, ve arkasından yerlilik daha bir kentlileşmiş, incelmiş ve müzik daha seçkin zevklere doğru yeni bir evrim çizgisi yakalamaktadır, diyebiliriz. Başka bir deyişle Batıcı proje kendi seçkin eserlerini verememiş, uyarlama ve “aranjman” nitelikli eserlerle esasında Batı’ya da yabancı, ya da ikinci el bir şeyler üreterek tıkanmıştır. Gazete sektöründeki değişimler de bu gözleme uygundur. 1980’li yıllarda aydınların gazetesi Cumhuriyet sol resmiyetten seçkin sivilliğe geçememiş, buna karşın Sabah gazetesi varoşların yükseliş dalgasına oturmuş, “arabeski horgörmeyerek” sivilleşmeyi temsil etmiştir. Giderek Sabah gazetesi incelmiş, kentin merkezine taşındığı gibi, aydınlan da kendi bünyesine taşımıştır.

2000’lere de yeni bir sivil seçkin aydın gazetesiyle girileceğinin işaretlerini vermektedir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir