Niyazi Berkes – Unutulan Yıllar

• Niyazi Berkes’i bana tanıtan ikimizin de hocası olan Hilmi Ziya Ülken olmuştur. Hocam Hilmi Ziya Ülken bir gün “Montreal’de Institute of lslamic Studies’e gider misin? Bizim Niyazi de orada okutuyor” demişti. Bu soruya ‘evet’ demem beni yeni bir hoca, bir dosta kavuşturdu. Niyazi Serkes hakkında çok az şey biliyordum. Sabahattin Ali-Nihal Atsız ve Hasan Ali Yücel-Kenan Öner davaları, Köy Enstitüleri, Tan Matbaası’nın tahrlbi ve Sertel’ler hakkında bir şeyler bilmekle birlikte Serkes ve arkadaşları hak� kında bilgilerim fazla değildi. Bütün bu olaylar ve kişiler arasındaki ilişkiler üzerinde de uzun boylu düşünmüş değildim. Bunları ayrıntıları ile kendisinden öğrenecektim, şimdi yayınlanan bu anılarda anlatılanlar, bütün kişiselliğine karşın, önemli birer belgedir. Niyazi Serkes’ten Hilmi Ziya’nın onun diı lisedeyke� hocası olduğunu, bilirkişi olarak da Berkes’i aklayan bir rapor yazdığım öğrenince çok duygulanmış ve sevinmiştim. Hilmi Ziya bana bunları söylememiş, yalnızca ‘Bizim Niyazi’ demekle yetinmişti. Niyazi Berkes’i bir bilim adamı olarak ise hiç tanımıyordum, hiçbir yazısını okumuş değildim. Kanada’ya gittiğinden beri yazıları ancak Batı’nın bilim dergilerinde çıkıyordu. Türk okuyucusunun büyük çoğunluğu, belki de tümü gibi bunları okumak olanağından ben de yoksundum; yoksun olmasaydım okur muydum o ayrı bir konu. Berkes, 27 Mayıs’ın getirdiği göreli özgürlük ortamıyla Türkiye’de ve Türkçe yazma olanağına yeniden kavuştu. Yazılarının Türkçe çıkmaya başladığı 1962 yılında ise ben artık Kanada’ da idim ve kendisini de haftada en az üç-dört kez çeşitli nedenlerle, 9 değişik ortamlarda görüyordum, yazılarını da ilk kez okuyordum. Bu dönemdeki ilk Türkçe yazıları çok kişinin bildiği gibi Yön dergisindeki yazıları ile gene aynı yıl çıkan, çok kişinin bilmediği, “Türk Matbaasının Kurucusunun Dini ve Fikri Kimliği” (Belleten, XXVI/1 04, 1962, 7 15-37) başlıklı araştırmasıdır.


Niyazi Berkes’i yazar, bilim adamı, öğretmen, düşünür ve insan olarak aynı zamanda tanımaya başlamış ve onu bu yanlarıyla Mantreal’den ayrıldığı 1975 yılına dek sürekli izfemiştim. Berkes, resmi anlamda olmasa bile, politik bir sürgün olduğu duygusunu hiçbir zaman bırakmamış, hiçbir zaman alışamadığı yad ellerde içinde hep Türkiye özlemini taşıdığını, çeşitli konuşmalarımııda hep belirtmiştir. Çok sevdiği arkadaşı Macit Gökberk Toplum ve Bilim dergisinin kendisiyle yaptığı bir söyleşide (Sayı: 45, 1989) gerçeği yansıtır: Buradan gitti (ki kendisi “kovularak gitmek zorunda kaldım” derdi). Derginin “Niyazi Hoca 1960’tan sonra son derece popüler oldu. Yön’de yazdı, kitapları birkaç kez basıldı. Türkiye’ye dönseydi bir çeşit iade-i itibara uğramaz mıydı sizce?” sorusunu M. Gökberk, söyleşinin dar çerçevesi içinde ancak “Ojmadı, kendisinin şiddetle istemesine rağmen olmadı. 12 Mart’tan önce gelmek üzereydi. Tam o sırada darbe oldu, birçok aydın tutuklandı. O zaman gelmekten vazgeçti ve sonra da çok geç oldu, gelemedi artık.” diye de yanıtlayabilirdi. 1960 sonrası Niyazi Berkes’in, belli bir kesimde, ‘son derece popüler’ olduğu doğruysa da, laikliğin politik alanda da savunucusu olan Serkes gibi bir düşünür açısından, ülkedeki genel hava pek iç açıcı değildi.Türkiye’deki dinci gericiliğin yükselişi ikimizi de çok kaygılandırırdı. Bizi bugünlere getiren bu tehlikeli gelişmelerle gerektiğince savaşmayan Türk ilericilerine karşı duygularını 24 Temmuz 1966 tarihinde Zahide Gökberk’e yazdığı mektubunda kendine özgü alaylı biçemiyle şöyle dile getiriyor: “Memlekette maşallah çok terakkiler var. Her geçen gün gazet�ler geldikçe parmak ısırıyoruz.

Hani bir ilhan Selçuk da olmasa, çok iyi çok rahat olacak. Herkes memnun olduktan sonra her şeye Nurcular hakim olsalar ne olur, hakları değil mi? Bence her şeyi onların istediği şekle bırakmalı. Şu Halk Partisi’ni de dağıtmalı. Muvaffak olurlarsa ne ala; olmaziarsa halk o zaman bizim şimdi söyleyip de inarımadıkianna inanacak. Esaslı bir fikir bu, değil mi?” Onu yıllar önce dışarı gönderen politik düşüncenin 60’1ı Y!lların sonlarına doğru silahlı ve bombalı eyleme geçmesi her yurtsever ve demokrat aydın gibi, doğal olarak, onu da üzüyor ve kaygıya düşürüyor, ancak kirnileyin kişisel olarak da etkiliyordu. Bunlardan bana sözünü etmediği, M. Gök10 berk’in de doğal olarak Toplum ve Bilim’de yaptığı konuşmada belirtmediği bir olayı lahide Gökb�rk’e yazdığı bir. mektupta buldum: “izmir’deki bomba olayı esnasında milliyetçi öğretmenlerden ve komünizmle mücadelecilerden biri. savcılığa bir ihbar yapmış. , -Eski komünist ve memleketten kaçak N.B. bu işin arkasındadır. irtibatı Çeşme’deki karısı kuruyor’ diye. (o zamanki eşi Fay Kirby ile ilerde yerleşmek maksadıyla Çeşme’de bir çiftlik kurmaya çalışıyorlardı: R.S.

) Savcı yemeden içmeden harekete geçiyor, sabaha karşı Fay’in yerini polisler basıyor, evrakını alıyorlar …. gönderdiğim birkaç paket vardı. içinde yıllardan beri çalıştığım ve Osmanlı devlet teşkilatma ait bir eserin eski harflerle müsveddeleri vardı …. bunları almışlar …. Neticede savcı Fay hakkında adem-i takip kararı veriyor, iftira olduğu anlaşılıyor, fakat benim evrak!mı iade etmiyor, takibat açacakmış aleyhime! ! ! Vesile arıyorlar demek!.” Bu olaydan iki yıl sonra çok sevdiği arkadaşı Adnan Cemgil’in “elimde doğdu” dediği oğlu Sinan Cemgil’in ölümü de onu kişi olarak sarsacaktı. Ülkedeki bu havanın Berkes’in Türkiye’de bir ev yaptırarak yerleşmesine engel olup, onu gurbete mahkum ettiğini yine lahide Gökberk’e yazdığı bir mektuptan anlıyoruz. “Benim ıaderim böyle. Yersiz yurtsuz bir adam olarak yaşıyorum. Öteki dünyaya dünyanın hangi noktasında azimet etmek üzere hazırlanacağım yerin hangisi olduğunu bile bilemiyorum.” Görüldüğü gibi Berkes’in 12 Mart öncesinde bile Türkiye’ye dönme hakkında ciddi tereddütleri vardı. Hele Nihat Erim başbakan olduktan sonra kardeşi Enver Berkes’in ve kimi arkadaşlarının yaptığı ‘gelme’ uyarılarına hiç ihtiyacı olmayacağını bu anıları okuyanlar çok iyi anlayacaktır. Öğrenciliğim süresince (beş yıl) Niyazi Serkes’ten yalnız iki kez ders aldım, ama orada okutulan bütün konuları, okutuldukları süre boyunca onunla sürekli konuşur tartışırdık. Konuşmalar ve tartışmalarımızın herhangi bir sınırı yoktu. Ancak onun öğretici, benim ise öğrenci olarak islam dünyası ve’Türkiye’nin sorunları üzerinde durmamız doğaldı.

Bu konular üzerine gerek derslerinde gerekse ders dışında yaptığı konuşma ve tartışmalarının, benim için çarpıcı, kimi profesörler için ve öğrenciler için rahatsız edici yanı; Kuzey Amerika’da egemen olan Oryantalist gelenek ve düşüneeye karşı geliştirdiği laik bakış açısıydı. Bu yüzden, Çetin Özek’in Din ve Devlet ‘te (Ada Yayınları, tarihsiz) Niyazi Berkes’e “şarkiyatçılara denk düşen bir düşünce biçimi” (S. 353 not.402) ve taklitçilik (örneğin 11 5.352, not 380) yakıştırmasının kabul edilir bir yanı olmadığını belirtmeden geçemeyeceğim. Hacamın düşünüyle, yapıtlarının değerlendirilmesinin yeri burası değil ancak, Edward Said’in Oryantalizm tanım ve eleştirisini neredeyse tamıtamına yansıtan aşağıdaki satırları Niyazi Serkes’in Said’den yıllar önce yazdığını belirtmekle yetiniyorum: “Hıristiyanlığın üniversel bir din olduğu kanısı, Batı uluslarının Hır,istiyan olmayan uluslar üzerine egemenliğini kurma araci olan bir inançtır . ,.Batı histonagrafisinde Hıristiyan bencilliğinin yanında Avrupa’nın beyaz ırk bencilliği de kaybolmamıştır. Dünya tarihinin merkezi hala Avrupa ırkları ve Hıristiyanlık dinidir. Batı historiografisi bu ikisine aykırı herhangi bir tarih açısını (mesela, bu arada Marksçı tarih açısını) asla beriimseyememiştir. Bütün diğer harslar veya uygarlıklar, tarihte hep bu merkezin etrafında ona ya bir şey katan bir hizmetçi veya ona karşı gelen bir düşman olarak görülür. (Batıcılık, Ulusculuk ve Toplumsal Devrimler, s. 1 53.) Batılılar Atatürk dönemini batıcılık düşmanlığı, Menderes dönemini ise batıcılık sevgisi dönemi olarak anlarlar. Onun için gericilik düşünüşünün mutlaka batıcılık karşıtı ve batılaşma düşmanı olduğunu sanmak nasıl yanlışsa, Atatürkçülüğü de sırf batıcılık ve batılılaşma sanmak yanlıştır.

(a.g.e., s. 177.) Emekli olup olmamak üstüne hayli düşünmüş bir defasında benimle de konuşmuştu, belki de bana danışmıştı demeliyim. Üniversitenin sağladığı imkanlardan yoksun kalma diye bir durum söz konusu olabilirdi. Ancak emekliliğini, en çok, iki yıl daha erteleyebilirdi. Hiç olmazsa ilk yıllarında emekli olmaktan pek memnun olmadığı Macit Gökberk’ e yazdığı 29 Eylül 1976 t�rihli bir mektuptan anlaşılabilir: “Nedense asıl bu yıl emekli olduğurnun daha çok bilincine vardım. Uyuşukluğum galiba bundan. Bu yıl iyice anlamsızlaştığımı daha çok fark ediyorum.” Hocam burada kendisine haksızlık etmiş besbelli, çünkü bu tarihten çok sonraları da okumak ve yazmakla meşgul olduğunu, bu anıların yanısıra daha sonraları ortaya koyduğu yapıtları, yazdığı mektuplar ve katıldığı konferanslar açıkça gösteriyor. Bundan sekiz yıl önce Londra’dan gelen bir te:efonla öğrendim Niyazi Berkes’in öldüğünü. Telefon eden Nilüfer Kuyaş’tı. Ağabeyi Ahmet, daha önce bana Nilüfer’in geleceğini söylediği için, telefonu açar açmaz sevinçle “hoş geldin” dedim.

Dedim ama Nilüfer kötü bir haber vermek için ara12 dığını söyleyip ardından da “Dün Niyazi Berkes’i yitirdik, başın sağ olsun … dedi. Donakalmıştım. Nilüfer BBCden birisinin benimle Niyazi Bey hakkında bir söyleşi yapmak istediğini söylüyordu, içinde bulunduğum şaşkın duruma karşın ‘hayır’ demem olanaksızdı. Söyleşiyi yapan kişinin hocamın. en yakın, en eski, en sevdiği, üstelik yazgıdaşı bir dostu Pertev Naili Boratav’ın yeğeni Ferhat Boratav olması konuşurken sürekli aklımda idi. Neler söylediğimi hatırlamıyorum ama o koşullar altında sorulara doyurucu yanıtlar verdiğimi hiç sanmıyorum. Aradan iki üç gün,geçtikten sonra Serkes’in oğlu, arkadaşım Fikret telefon ederek babasının, yıllardır yayınlanmasını beklediğim,. anılannın yayımianmasına katkıda bulunup bulunamayacağı mı sormuştu; yanıtım doğal olarak sevinçli bir ‘evet’ idi. Fakat daha sonraları ikimizin de elinde olmayan nedenlerle işe başlayamadık. Yıllar sonra, ben artık Türkiye’de iken, Fikret’ten bir telefon daha geldi; bu kez somut adımlar atarak işe giriştik. Şimdi Niyazi Serkes’in anılarını yayımlamak ödevi ve mutluluğu bana düşmüş durumda, bunu sağlayan hocamoğlu Fikret’e ne denli teşekkür etsem azdır. Niyazi Berkes bana anılarını hiçbir zaman anı olarak anlatmamış, bu anılan, hep Türkiye üzerinde konuşurken gerekli olduğu için sözkonusu etmiştir. Bu kitabın okuyucuları ise bir anlamda benim yıllar boyunca Niyazi Serkes’ten dinledikleri min daha düzenli bir biçimini okuyacaklardır. Fikret’in eline geçen “anılar” klasör içinde ve çok karışık bir durumdaymış. Birbirlerine yapıştırrlmış yarım sayfalar kimi yerlerde ayrılmış, düşmüş daha da karışır< bir duruma gelmiş.

Serkes’in anıların kimi yerlerindeki notlarından, bunların yazımı için 1 980-81 yıllarına dek çalıştığını tahmin ediyorum. Sonraki yıllarda bir tür editing ve kesip biçmelerle uğraşmış olsa gerek. Bu yıllarda ise hocamın sağlığı iyi sayılmazdı. Karışıklık ve düzensizliği buna bağlıyorum yoksa hocam benim bildiğimce çok düzenli bir kişiydi. Fikret bana aktarmadan önce anıları düzene koymaya çalışmış ama sonunda bu işi benim üstlenmemin daha doğru oldu_ğuna karar vermiş. Fikret Serkes’in “redaksiyonu için hem sabır, hem bilgi, hem detektiflik gerek” dediği bu kitabı iyi bir duruma sokmak için elimden geldiğince çaba harcadım, umarım hocamın anlatmak istediklerini ortaya, çok bozmadan çıkarmışımdır. Olması kaçınılmaz kimi eksiklik ya da yanlışlıklar* için okuyanların, yukarıda anlattığım durumu göz önünde tutarak, anlayıŞ göstereı:ekleri de bir başka umudum. Bundan ayrı olarak, okuyucu bölüm başlarında içindeki konuları bildiren başlıkların, bölüm içindekilerle tutar- (*) Kopukluk olan ya da olduğunu sandığım yerler( …. ) ile eksiklik olduğunu sandtğım yerlerde bunu [ ) içine koyduğum sözcük ya da harfleFie gösterdim. 13 sızhk sergilediğini görecektir. Berkes, kitabını kendi düzenlemiş olsaydı, hiç kuşl<usuz bu tutarsıziiğı giderirdi. Ben bu durumu pek büyük bir sorun olarak görmediği m için .olduğu gibi bıraktım. Niyazi Serkes’in bu anılarının büyük bir bölümünü, kimi öykülerini birkaç kez olmak üzere, kendi ağzından dinlemiştim. Bunları yazdığını da biliyordum, emekli olduktan {1975 yazı) bir süre sonra da’,yayınlamasını sürekli bekleyip durdum.

Fakat anılar gecikme bir yana, çıkmadı bile. Bunun nedenini lahide Gökberk’e yazdığı 23 Temmuz 1981 tarihli mektubu, bir anlamda, açıklıyor: “Önemli biri olsaydım, oturur “hatırat”ımı yazardım. Fahir’in [iz] size sözünü ettiği bu olsa gerek. Çünkü daha Kanada’.da iken çocukluğum, Ankara’daki ilk izlenimlerim, Amerika’ya gittiğim zamanki bazı sahneleri vakit buldukça yazmıştım. Birkaç yerini ona okumuştum. O zamandan beri ‘Çok ilginç, yayınlamalısın’ der durur. Anlaşılan size de söylemiş. Ya�sam bitirsem ne olacak? Kim okuyacak? Ne işe yarayacak? Tek yararhlığı beni meşgul edecek bir çeşit hobi olabilmesi. Bazı kişiler kelebek koleksiyonu yapar, fotoğraf albümü düzenler, başkalarına da gösterir. işte onun gibi bir şey. Fakat bir hayat üzerine böyle bir şey yapmak yürek, duygu ve düşün güçlükleri ve dayanıkhğ� ister.” Aradan geçen bunca yıla karşın -Fa h ir iz, 1970 ya da 71 ‘deki kısa bir iki ziyareti dışında, 1968/69’da Kanada’da idi- “anılar” basılmamıştı ama, anlaşılan Fahir iz işin ardını bırakmamış, hala üsteliyordu, ancak bu tarihlerde Niyazi Berkes büyük bir olasılıkla bunları yayınlamaktan vazgeçtiği izlenimini veriyor. lahide Gökberk’e yazdığı 27 Nisan 1985 tarihli mektubunda Niyazi Berkes ” …. Son yazdığı mektupta kendisine [Fahir iz’ e] vaktiyle Kanada’da iken, yazmakta olduğum andarımdan bir parça okumuşum.

Hatırlamıyorum. O, ‘Çok ilginç, onu bastırmalısın’ diye sıkı tavsiyede bulunuyor. Mektubunu alırsam soracağım kendisine okuduğum parça neresiydi? Ben onların hepsinin yayınlanabileceğini sanmıyorum bu günlerde. Üstelik kimi alakadar eder? Niyazi’nin üniversiteden nasıl ve neden atıldığının öyküsü.?” diye yazıyordu. Başkalarına kendisini anlatmaktan bir tür utangaçlıkla çekinir gibi bir hali var Berkes’in. Bu duygusu Ayhan Aktar’a yazdığı mektupta {20 Kasım 1983) daha da belirgin: 14 “Sözünü ettiğin anıları ben unutmuştum. Tavanarasından çıkarıp, baktım. Bir benim kişisel anılarım, bir de yalnız bir dönemin öykü- sü var. ikisi de yıllar önce yarım kaldığı yerde bırakılmış. Bunları ‘anlatmanın zamanı gelmiştir’ diyorsunuz. Şaka mı yoksa ciddi mi bu söz?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir