Nurdan Gürbilek – Yer Değiştiren Gölge

BİR YAZISINDA, şunu sormuştu Bilge Karasu: “Yazar, kurar. Bu herkesçe bilinir. Okurlar, ne yaptıklarını her zaman düşünmüşler midir?” Gerçekten, ne yapıyoruz bir kitabı okurken? Ne yaptım ben bu yazılarda, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Oğuz Atay’ı, Yusuf Atılgan’ı, Bilge Karasu’yu okurken? Herkesin hayatında adeta sarhoşluk içinde, rüyadaymış gibi geçirilmiş anlar vardır Ateşli bir hastalık, aşın yorgunluk, büyük bir sevinç, aşk ya da düpedüz sarhoşluk. İnsanın pek kendinde olmadığı, dış dünyayla bağlannın seyreldiği anlar. Üzerinden zaman geçtikten sonra, o anla ilgili birçok şey silinir gider. O sırada olup bitenler, konuşulanlar, söylenenler unutulur. Ama gene de hatırlanan bir şeyler kalır: Birinin yüz ifadesi, bir eşyanın ayrıntısı, merkezinde bunların durduğu bir an, bir sahne. Belirsizliğin içinde birden çakan bir sahne, nerede görüldüğü çıkarılamayan bir nesnenin anlık görünüşü, kendine gelen kişi için geçmiş yaşantının özeti oluverir birden. Bugünün duygusu; insanın geçmiş yaşantıyı sevinçle mi, utançla mı, sıkıntıyla mı, suçluluk duyarak mı hatırlayacağı da bu sahneye bağlı değil midir? Bu kadar yoğun bir biçimde olmasa da edebiyatınken azından bazı edebi metinlerin okur üzerinde benzer bir etkisi olduğu söylenebilir. Bir kitabı okuduktan sonra, eğer tekrar ve tekrar ona geri dönmüyorsa insan, geçen zaman birçok şeyi alır götürür; okunan öykü unutulur, silikleşir, hatta önemsizleşir. Geriye bir şey kalır: Bir resim, bununla bütünleşmiş, artık bundan ayırt edilemeyen bir duygu. Kitabın okuyan üzerindeki etkisi de bu resimle kurduğu ilişkiye, bu resmin onda harekete geçirdiği yaşantıya, canlandırdığı izlere bağlı değil mi çoğu zaman? Şunu söylemek istiyorum: Okur, okuduğu kitapla hiçbir zaman dolaysız bir ilişki kurmuyor aslında. Okuduğu kitaba kendini ne kadar verirse versin, orada anlatılan öyküye zihnini ne kadar açarsa açsın, onu o güne getiren, zihnine işlenmiş, oradan etrafa genişlemesini sağlayan sahneler var: Uzak bir geçmişten gelen, ilk kez ne zaman ortaya çıktığını hatırlamadığımız, bizim için taşıdıkları önemin çoğu zaman pek az farkında olduğumuz içsel manzaralar. Bölünmüş, parçalanmışlar gerçi; ama böyle olduklarında bile, dünyayla kurduğumuz ilişki kadar okuduklarımızla kurduğumuz ilişkiyi de düzenleyen manzaralar bunlar. Okuduklarımız, bize yalnızca bilgi, yalnızca tat vermekle kalmadığında, hatta o zaman bile, sarhoşluğu andıran bir kendinden geçmenin ardından, bilincin daha uzak bölgelerinde varlığını sürdüren bu imgeleri uyandırdığı ölçüde etkiliyor bizi.


Bir aydınlanma ânı içeriyor demek ki okuma: Uzun zamandır onlarla birlikte yaşamamıza rağmen, farkında olmadığımız içsel sahneleri birden keşfettiğimiz ışıma anlarını. Tersinden de görülebilir aynı süreç: Öyle güçlüdür ki bu manzaralar, dışımızdaki dünyayla ilişkimizin o kadar merkezindedirler ki, biz fark etmeden okuduğumuz metne kendi damgalarını vurdukları olur. Çoğu okur, okuduğu kitapta kendini keşfettiğini söylerken bu deneyimi, kitapla kendisi arasındaki mesafenin hızla kapandığı bu ânı dile getirmez mi? Çoğumuzun, hayatının şu ya da bu ânında böyle kıskançça sahiplendiği, şükranla bağlandığı, kendi “kitabı” ilan ettiği metinler yok mu: Sınırlar erimiş, okuduğumuz kitapla aramızdaki mesafe kapanmıştır sanki. Ama okumada, başka şeyler de var. Bazen de bir metin çıkar, bizi eskisinden de eksik bırakıverir. Yazarın, bizim de yakından tanıdığımızı düşündüğümüz onca yoksunluğu anlatırken nasıl olup da kusursuz bir dil, eksiksiz bir biçim kurabildiğine şaşarız. Okuduğumuz metinde kusursuz tarifine ulaştığını düşündüğümüz bir yaşantıya hiçbir zaman ulaşamayacağımızı, onu GİRİŞ/9 hiçbir zaman ele geçiremeyeceğimizi görmenin getirdiği eksiklik duygusuyla kalıveririz. Başka tür bir okumayı çağıran andır bu, bir vazgeçiş ânı: Ulaşılmaz, erişilmez olan karşısında edilgenliğe razı olur, okuduğumuz metni “bizim” kılmaktan vazgeçeriz. Yalnızca ulaşılmaz bulduklarımızın değil, okuduğumuz bütün metinlerin bizden uzaklığını fark ederiz. Okumak denen deneyimin bir yönü metni sahiplenmeye, onu kendi imgelerimize çevirmeye itiyorsa bizi, bir başka yönü de metnin kurduğu mesafeyi kabul etmeyi gerektirir. Gerçek hayatta olduğu gibi, okurken yaşanan olgunlaşma da buna bağlı sanırım. Çünkü ancak o zaman anlarız: Kendi imgelerimiz, içsel manzaralarımız dışında, onlardan başka manzaralar, imgeler de var. Şöyle cevaplayabilirim şimdi Karasu’nun sorusunu: Okur da kurar; okuduğu metnin arkasında durduğuna inandığı yaşantıyla kendisininki arasında bağ kurar. Okuduklarını, kendi hayatının imgelerine çevirir, kendi imgelerini metnin içine taşır. Ama okuma daha yakın bir okumaya dönüştüğünde, bir sının, bir mesafeyi görmeyi de beraberinde getirecektir.

Sonunda kabul etmek zorunda kalır okur: Karşısındaki metin, o yaklaştıkça kaçar, yakınlaştıkça uzaklaşır ondan. Öyleyse okumak, metinle aramızda bağ kurmak kadar, metinle aramızdaki aşılmaz mesafeyi anlamlandırmaktır da aynı zamanda. İlki öznel, kişisel yönüyse okumanın, İkincisi daha nesnel yönü olacak. İlkinde kendini keşfediyorsa insan, İkincisinde kendinden vazgeçmesi gerekecek. “Bir sözcüğe ne kadar yakından bakarsanız, o kadar uzaktan dönüp bakacaktır size.” Kari Kraus’un sözcükler için söylediği, edebi metinler için de geçerli. Bu yüzden bu denemeler, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Oğuz Atay’ın, Yusuf Atılgan’ın, Bilge Karasu’nun yazdıklarını aydınlatma çabası olduğu kadar, bu metinlerin üzerinde gezinen gölgeyi, her an yer değiştiren bu gölgeyi, onlarla aramızda ister istemez var olacak uzaklığı anlamlandırma çabası olarak da okunsun isterdim. TANPINAR’DA GÖRÜNMEYEN HATIRLAMAK isteyen her modem bakışın taşıdığı bir risk var: Geçmişi, hatırlayanın kurgusundan ibaret kılmak; dağılıp gitmiş bir geçmişe, bugünün ihtiyaçlarını karşılamak üzere, bugünün öznelliğinden bakmak. Belki de bu yüzden hatırlama çabalarının çoğu, hatırlayanın hülyalarına ayna tutacak bir köken arayışına dönüşür; bugünü anlamh kılacak, sürekliliği olduğu düşünülen bir kültürün savunusuna, hatırlama çabasının kendisini savunmaya vanr. Geçmişe bakmak, onun dönüp bize bakması demek değildir her zaman. Yüzümüzü geçmişe dönmek, onun yüzünü bize dönmesi anlamına gelmeyebilir. Ahmet Hamdi Tanpmar bu riski aldı, sanata dönüştürdü. Sanatı, “maziyi açacak bir anahtar” olarak gördü; gerçekleştirdiği ise, geçmiş kaybım, sanatı besleyen bir kaynağa dönüştürmekti. Bu yüzden Tanpınar’da geçmişin kendisinden çok yokluğu, bıraktığı boşluk önem kazanır: “Hayır,” der, “aradığım şey ne onlar, ne zamanlarıdır.” Geçmiş, “aradıklarımızı yerlerinde bulamadığımız için” çeker bizi: “Hayır muhakkak ki bu şeyleri kendileri için sevmiyoruz.

Ortada izi bulunsun veya bulunmasın, içimizdeki didişmede kayıp olduğunu sandığımız bir tarafımızı onlarda arıyoruz. Merkez Efendi hayatta iken olsa olsa onun bir dervişi olabilirdim. Yahut da onlardan yolum ayrılır, mücadele eder, veya sadece lâkayt kalırdım. Şimdi ise onu ve emsalini başka bir gözle görüyorum. Hepsi idealin serhaddinde susmuş bu insanların hikmetinde kaybolmuş bir dünyayı arıyorum. İstediğime onlarla erişemeyince, şiire, yazıya döküyorum.”1 Varlığa, zenginliğe dönüştürülebilecek bir kayıptır bu; yüceltilebilecek, güzel bir dile tercüme edilebilecek bir kayıp. Tanpınar’ın Osmanlı mimarisini “duygusuz madde”yi konuşturduğu, “susan taş”a ruh kattığı, taşa taş olduğunu unutturduğu için sevdiğini hatırlayalım burada. Kendi sanatında da benzer bir yan var: Taştan düş,1 2 yokluktan zenginlik, uyumsuzluktan uyum çıkarmış; yokluğu, sanatı besleyen bir kaynak haline getirmiştir Tanpınar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir