Nuriye Celegen – Hay Sultan

Dışarıda kar. Savruk, beyaz dervişler gibi. Herkes evine sığınmış. Kış aylarında dışarısının celali, insanı başka bir cemalle evlerin kucağına atıyor. İncecik bir kar. Elif gibi ruhlara değiyor. Soğuk pencereye üşüşmüş. Cam, soğuğa bağrını germiş. Direniyor. Tatlı bir buğu içerideki sıcağı pencerede aşikâr ediyor. Soba harlanmış, ürkek ışıklı odaya şavkı düşüyor. Dışarıda soğuk, içeride sohbet demleniyor. Kış geceleri kelamla şenlenip ısınıyor. Uykunun salıncağındayım. Gözlere eğilince uyku, insan tatlı bir esintiyle salınıyor.


Kelamla uyku çekişirken uyku değmiş gözlerim dinlediklerimin heyecanıyla açılıyor. Kulağın göze üstünlüğünü anlıyorum. Anlatırken bizlere yaşatmaya çalışan babama bakıyorum. Annemin dizine yaslanıyorum. Annelerin dizleri ne hoş beşik! O beşikte küçük olmanın nazını yaşamak ne de güzel! Kardeşlerimin merak vurmuş gözleri iyice büyümüş. Gözlerim uyku ile çekişiyor. Uyku mu akıyor, zaman mı, bilemiyorum. Vakit geçmişe dökülüp zaman geleceğe kayarken babam anlatmaya başlıyor. Kelamın ellerine, hayalin bineğine tutunuyorum… Onun doğduğu şehre ilk defa geliyordu. İçinde endişeler, kalbinde dualarla geldi. Burası Hazar denizinin güneybatısında dağlık bir bölgeydi. Ağaçlarının büyüklüğü, köpeklerinin çokluğu ve kadınlarının güzelliği ile meşhurdu. Coğrafyasının çetin olduğunu duymuştu. Gerçekten de doğruymuş, dedi yol boyu rastladığı çukur ve tepeleri gördükçe. Yollar, ya ağaçlarla ya da sarp dağlarla çevrilmiş geçit vermiyordu.

Sanki dünyaya sırtını dönmüş, tüm kapılarını kapatmış gibiydi. Yağmurunun bol olduğunu, kırk gün kırk gece durmaksızın yağmur yağdığını duymuştu. Bu kadar ağaç elbet bol yağmur çeker, diye söylendi. Nasıl yaşanır bu yerde, diye düşündü. Halkının hiç itiraz etmediğini hatırladı. Bilirdi itirazın günahın yol arkadaşı olduğunu. Yağmur yağmaması için dua etti. Yağmur beklemek demekti. Hemen işini bitirip gitmek istiyordu. Havası nemli ve sıcaktı. Bunaldığını hissetti. Kendine bir yer bulmak için çarşıya doğru yürüdü. Şehir merkezine geldi. Durdu. Gördükleri karşısında adım atamaz oldu.

Korku içine doğru aktı. Renginin sarardığını hissetti. Adamın bağırtıları iç sızlatıyordu. Vurdukça vuruyorlardı. Halk, dövülen kişinin çevresinde halka oluşturmuş onu seyrediyordu. Suçunun ne olduğunu merak etti. İçini saran korku biraz gitmişti. Dövülen kişinin olduğu alana doğru yürüdü. İnsan ne de çabuk alışan, dedi kendi kendine. Adamın elbiseleri parçalanmış, ağzı burnu kan revan içinde kalmıştı. Dayak faslının ne zaman biteceğini merak etti. Halkın yanına sessizce yaklaştı. Emniyet hissi veren orta yaşlı adamın yanına sokuldu. Uzaklardan geldiğini aşikâr eden bir sesle konuştu: “Selamün aleyküm.” Orta yaşlı adam sükûnet içinde: “Ve aleykümselam” diyerek selamı muhabbetle aldı.

Burada herkes birbirini tanırdı. Selamı alan, selam vereni tanımadığını belirten bir ifadeyle: “Sanırım yabancısın?” dedi. Buranın yabanıydı. Her şeyine yabandı. Orta yaşlı adam, yabancının korkuyla bakan gözlerini anladı. Dövülen adamı başıyla işaret ederek açıklama yaptı: “Buranın adetidir.” Yabancı daha da şaşırdı. Biri dayak yerken insanların toplanıp seyrettiği bir adeti ilk defa görüyordu. Hayretten kısılan sesiyle sordu: “Adetinizde kimler dövülür?” “Günah işleyenler.” “Her günah işleyen için dinimizde böyle bir ceza yoktur.” “Burada günah işlemek yasaktır. Her türlü günah işleyen dövülür.” “Buranın idarecisi yok mu?” “Emirimiz var.” “Emiriniz buna ne diyor?” “Emirimizden günah işleyenleri bu meydana getirip dövmek için izin aldık.” Susarak baktı yabancı.

Adam suskunluğun dilini bilirdi. Cevapladı: “Burası Geylân’dır. Burada günah işlemeye izin yok!” Uzaklardan gelen tacir daha da şaşırmıştı. Daha önce günah işlemenin yasak olduğu bir yer duymamıştı. Demek burada günah işlemek öyle her babayiğidin kârı değildi. İlk defa geldiği Geylân’da hem şaşkınlık hem hayranlık içinde kalacağı yere doğru yöneldi. Günah işlememe konusunda nefsine hâkimdi. Burada kaldığı sürece daha da dikkatli olmalıydı. Hem herkesin ortasında dayak yemek istemiyordu hem de yolcuydu, işini bitirip hemen dönmek istiyordu. Yorgunluğunu akıttığı yastığa başını koyarken uykunun ellerine düşmeden hem nefsinden hem de günahlardan korunmak için zikretti: “Yâ Hafîz!” -müjdeVakt-i teheccüttü. Uyandı. Rüyanın müjdesini ruhunda, sevincini kalbinde hissetti. Dışarıya çıktı. Ruhuna dokunan rüya gibi soğuk hava tenine değdi. Ürperdi.

Küçük köyümüze günlerdir rahmet akıyordu. Yağmur biraz dinmişti. Yağmurdan sonra oluşan toprak kokusunu içine çekti. Temiz hava gözlerine tutunmuş uyku kırıntılarını giderdi. Babam Ebû Salih, bulut kümeleriyle dolu gökyüzüne baktı. Gâh açılmış gâh birbirine kapanmış grili siyahlı bulutlarla kaplı gökyüzünü İslam âleminin içinde bulunduğu duruma benzetti. Allah Resulü vefat edeli üç yüz yılı aşkın bir süre olmuştu. Kimi zaman hüzünleri kimi zaman sevinçleri bağrında dürerek akan tarihin yazgısına şimdi de Bağdat’ta güçsüz Abbasi halifeleri, Mısır’da şiddetli kavga ve tartışmalarla Fatimileri yazmak düşmüştü. Müslümanlara Anadolu’nun kapısını açan Alparslan öleli altı yıl olmuş, yerine oğlu Melikşah geçmiş; fakat Selçuklu devleti kabile reislerinin yönetime itiraz etmeleriyle sıkıntı içindeydi. Siyasi çalkantılar tüm İslam topraklarını kasıp kavururken afetlerle de Müslüman halkın beli iyice bükülmüştü. Mısır’da bir günde sari hastalıktan binlerce kişi ölürken; Şam ve civarında meydana gelen depremlerle dağlar yerlerinden yürüyor, yerleşim bölgeleri yer ile yeksan oluyordu. Kader sırlıydı. Her hareketin kaderden bir yansıması, bir karşılığı vardı. Saltanat sevgisinden Allah Resulünün can parelerini parçalayanlar, hayat dalından sevgili reyhanlarını kopartanlar, ehl-i beyti tehcir edip onlara türlü zulümleri reva görenlerden midir bilinmez, ehl-i İslam’da bir türlü birlik ve dirlik sağlanamıyordu. Babam Ebû Salih, Müslümanların üstündeki kara bulutların dağılması, İslam âlemine huzur ve rahatın gelmesi için dualarla ibriğe uzandı.

İbrikten eline döktüğü su, avuçlarından hayatı taşıdı yaşlı bedenine. Rahatladı. Abdest alıp içeri girdiğinde ılık havanın ürperen tenini koruyucu bir sıcaklıkla kuşattığını hissetti. Üşümeyi ve ısınmayı yaratan Rabbine şükür etti. Küçük hasrın üstüne seccadesini yaydı. Babam ehl-i geceydi. Gece bir elbiseydi, onu az bir kul giyerdi. Allah için gayb ne ise ehl-i gece için de gece oydu. Gayba aşina olmayan gayb âlemlerini nasıl bilmezse; gafletin adı uykudan azade olmuş alnı huşu ile yere koyup yar ile hemdem olmayan da ehl-i gecenin halini bilemezdi. Allah, gizlediklerinin adına gayb derdi. Has kullarını da gece ile gündüz ehline kayıp eylerdi. Ehl-i geceye evliya, gündüz ehline ise ehl-i dünya dendi. Allah, ehl-i geceyi rahat ettirmek için dünya ehlinin gözüne her gece uyku ile perde çeker, kulağını uyku ile kapatır, sesini uyku ile keserdi. Allah, gece sevdikleriyle buluşmak için yakın göğe tecelli ile inerdi. Ehl-i gece, Maşuklarının: “Beni sevdiğini iddia edip gece olduğunda uyuyanlar yalancıdır.

” hitabıyla gündüzün madde karanlıklarından silkinirlerdi. O şevkle uykunun dünya saran kollarından kaçar, secdeye koşar, zikirle coşarlardı. Gözyaşlarıyla bezenmiş teheccüt namazlarını berzah karanlıkları için nurdan kandiller olarak amellerine asarlardı. Babam Ebû Salih, yalancılardan olmamak için teheccüt kılmak için uyandı. Aşk ile namaza durdu. İçinde biraz önce gördüğü rüyanın huzuru vardı. Namaz boyunca içindeki heyecan ile gördüğü rüyayı düşündü. Huzur u İlahi’de bu gece ona bahşettiği huzur için birbiri ardınca namazının rekâtlarını artırdı, secdelerini uzattı. Kapı çalındı. Kapıyı tıklatan yaşlı kadın, yüzüne doladığı siyah örtüsüyle kapının önünde belirdi. Sevinç kuşanmış titrek bir sesle babama seslendi: “Yâ Ebû Salih!” Babam, yaşlı kadının ne diyeceğini bilir halde karanlığa doğru baktı. “Şükür zamanıdır ya Ebû Salih, şükür zamanı.” Yürekten kopan bir hamd odaya düştü. Kadın, hamdin sesinden irkildi. Babamı tanırdı.

Manevi hallerini bilirdi. “Bir Allah dostunun hamdi böyle olur.” diye düşündü. Dilden çıkan zikir tek bir kelamın zikriydi. Kalpten kopan bir zikir kâinatla cem olmuş bir zikrin tesbihiydi, top güllesi gibi düştü odaya. Sanki âlem vecde geldi, küçük oda kâinat kadar büyüdü. Kadın titredi. Şükrü namaz eylemiş babam, haberci yaşlı kadına baktı. Kadın müjdeyi verdi, “Yâ Ebû Salih, Rabbin sana bir oğul bağışladı.” Babam, dünya ve ahretin kendisine bağışlandığını hissetti. Kalbinin ortasına Arş’ın düştüğünü sandı. İlahi vecd sardı. Kendini şükür secdesine attı. O aşkla söyledi: “Allahu Ekber!” Bu yaşta kendisine bir evlat veren Rabbine gözyaşları içinde hamd etti. Babam Ebû Salih, biraz önce gördüğü rüyayı hatırladı.

İrkildi. Rüyası sadıktı. Efendimizin dahil olduğu her rüya sadıktı. Babam, bu gece oğul müjdesini Efendimizden almış, o müjde ile uyanmıştı. Es-Seyyit Ebû Sâlih Mûsâ Cengî-dost, Allah Resulünün sevgili reyhanlarından Hz. Hasan’ın torunlarındandı. İsmi, Farsça ‘savaş sever’ anlamında Cengî-dost’tu. Ebû Sâlih Mûsâ Cengî-dost en büyük düşman nefisle cengi severdi. Allah Resulü, tüm sahabiler ve evliyalarla babamın rüyasına temessül ederek doğacak bebeği müjde etmişti: “Yâ Ebû Sâlih! Bu gece Hakk sana bir oğul bağışladı. O benim evladımdır. Onun rütbesi diğer evliya ve kutuplardan yüce olacak. On iki imam dışında bütün veliler ona itaat edecek. Onun ayaklarını boyunlarına koyacaklar. Ona itaat etmeyen Allah’a yakınlık derecesinden mahrum kalacak.” İçine rüyanın sevinci düşmüş yaşlı babam tekrar secdeye gitti, saatlerce secdede kaldı.

Oğul müjdesini şükürle taçlandırdı. Yavrusuna ne isim vereceğini düşündü. Allah nelere kadir değildi. Bu yaşta kendilerine çocuk veren Rabbi nelere güç getiremezdi. Zikirle nurlanmış, şükürle bereketlenmiş bir gece seccadeden akarak sabaha değdi. Babam kalbine düşen ismi sevgiyle mırıldandı: “Abdülkâdir… Abdülkâdir…” -bin yüz bebekGeylân’ın küçük köyü Buştir’de günlerdir yağan yağmur toprak evlerin tahta oluklarından ele geçmemiş umutlar gibi aktı durdu. Bu diyarda en bereketli şey, yağmurdu. Yağmurun küçük evlerinde oturmaya mahkûm ettiği köy halkı, altmış yaşında doğum yapan annem Fatıma Hanım ile bebeğini konuşmaktaydı. Bu yaşta bir kadının bebeğinin olması insanlarda şaşkınlık uyandırmıştı. İlahi hikmetlerde sırrı aranmıştı. Halk hayretle konuşuyordu: “Elli yaşında Arap kadın çocuk doğurabilir. Altmış yaşında ancak Kureyşli bir kadının çocuğu olur.” Annem Ümmi’l-Hayr Emeti’l-Cebbâr Fâtıma Hanım da Kureyşliydi. Allah Resulünün sevgili torunlarından Hz. Hüseyin’in soyundandı.

Soylarımız Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in dışında üç halifeyle de birleşiyordu. Annemin doğumu kolay olmuştu. Annem hamile olduğunu fark ettikten sonra ibadetlerine ibadet eklemiş, daha takvaya sığınmıştı. Namahrem nazarlardan her zaman kaçınırdı. Annenin hamilelikteki manevi hali, haramlardan kaçınması ilk önce doğumda ortaya çıkardı. Haram nazar doğumu zorlaştırdığı gibi çocuğun manevî ve ahlâkî halleri de sorunlu olurdu. Hamilelik döneminde kendini haramdan korumayan anneye çocuğu büyüyünce itaat etmezdi. Hamilelik altı aya kadar saklanırsa çocuk edepli olurdu. Annem hamile olduğunu sır gibi sakladı. Doğduğum gece ileride bana talebe olacak bin yüz erkek çocuk doğdu. Doğduğum gün yevm-i şekti. Hava bulutlu idi. Hilali görmek mümkün olmuyordu. Geylân’da bir âdet vardı. Ramazanda doğan çocuk eğer süt emmezse o çocuğun şerefli ve ikballi olacağı kabul edilirdi.

Annem doğum yapmadan önce doğacak bebeği rüyalarda görülüyor ve manevi hali müjde ediliyordu. Halk, Ramazanın başlayıp başlamadığını öğrenmek için annemin kapısına gitti. Köyün büyükleri anneme: “Yâ Emeti’l-Cebbâr Fâtıma Hatun! Abdülkâdir süt emiyor mu?” diye seslendi. Yaşlı anam beni emzirmek istedi. Memeyi ağzımla ittim. Annem tekrar uzattı, dudaklarımı sımsıkı kapattım. Annem bekledi, sonra üçüncü kez sundu memeyi. Yine ittim. Annem, kapıda bekleyenlere dedi: “Abdülkâdir süt emmiyor!” Halk Ramazan olduğunu anladı. Ramazan boyunca iftarla süt emip imsakla kestim. Bu halim çocukluk dönemlerimde de hep devam etti. Başlangıçta işim, ağzım dolu dolu Allah’ı zikretmekti. Henüz beşikteyken oruç tutmakla şöhret bulmuştum. -çocuklarla oyunBüştir köyü, yeşili sarınmış bahçeleri; kırmızı, sarı çiçek tarhlarını kucaklamış toprak evleri, birbirine muhabbetle bakan husumetin yer tutmadığı saf kalpli insanlarıyla cennetmekândı. Mevsim bahardı.

Her yer baharın taze nefesini solurken güneş yağmurdan havayı kapmanın tatlı gülümsemesiyle çocukları kuşatmıştı. Kış tutsağı çocuklar oyun kurmanın sevinciyle koşturuyordu. Evimizin önündeydim. Sokakta oynayan çocukları seyrettim. İçime, onlara karışmak, onlar gibi yeşilin kucağına düşmek, baharla hafiflemiş bu tatlı havada koşmak, bağrımı rüzgâra açmak, alnıma rüzgârın ılık havası değerken kuşlar gibi cıvıldaşmak isteği düştü. Anneme baktım. İsteğimi anladı. Teşvik edip destekledi: “Hadi çocukların yanına git, onlarla oyna!” Yüreğim sevgiyle çarptı. Annemden aldığım destekle köy çocuklarının oynadığı yere doğru yürümeye başladım. Annem, arkamdan gözlemeye durdu. Çocuklarla oynayamıyordum. Ne zaman oyun için çocuklara yönelsem tekrar koşup geliyor, annemin kucağına korku ile sığınıyordum. Çocuklar bahar yeli gibiydi. Taze hafif. Nasıl da bir oraya bir buraya hemen koşturuyorlardı.

Onlara ulaşmak üzereydim. Durdum. Etrafıma baktım. Annem endişe dolu gözlerle beni izliyordu. Sağ tarafımdan duyduğum bir sesle irkildim. O da ne! Birisi bana sesleniyordu. Hep o aynı ses! Garip bir şey oturdu içime. Heyecan mı, korku mu, bilemedim. Sesin sahibi müşfik bir ses tonuyla diyordu: “Bana gel ey mübarek, bana gel!” Çocuklara doğru attığım adımı geri çektim. İçime düşen bir heyecanın titremesiyle anneme doğru koştum. Açık kapıdan hızla içeri girdim. Annem beni kucakladı. Korku vurmuş kalbim küt küt atıyordu. Annem ne olduğunu anladı. Hep böyle oluyordu.

Beni bağrına basıp kucağında sakinleştirirken oğlunun diğer çocuklar gibi koşup oynayamayacağını bir kez daha anladı. Rahlenin başına oturdum. Çocuklar dışarıda tepe bayır koşarken ben başka âlemlerde koşuya başladım. Çok küçük yaşta Kur’an-ı Kerim’i hıfz ettim. Meleklerin benimle yürüdüğünü görüyor, onların konuşmalarını duyuyordum. Melekler birbirlerine sesleniyorlardı: “Yol açın! Evliyadan bir zat geliyor!” Her zaman olduğu gibi yine etrafım meleklerle sarılmıştı. Melekler beni birbirlerine gösterip tanıtıyorlardı. Köyümüz Büştir’de pek çok Allah dostu vardı. Bunlardan birisi meleklerin benim hakkımdaki konuşmalarını duydu. Merak edip sordu: “Bu çocuk kimdir ki, böyle konuşuyorsunuz?” “Bu asil bir ailedendir. İleride büyük bir zat olacak. Arzu edenlere hep verecek. Kimseyi kapısından boş çevirmeyecek. Her gün Allah’a yakınlığı artacak. Çok yüksek derecelere ulaşacak.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir