Nursel Duruel – Genç Olmak

Güneşin alevler saçan sarı tekerleri dönüyordu gökyüzü yollarında. Ve her dönüşünde kızgın küller sıçratıyordu yeryüzüne sanki. Her yan çakmak taşı gibi dokunan, keskin, kavurucu sıcağın altında bir ölü sarılığında titriyordu. Her yan sessizdi, suskundu. Suskunluk, tutuşan gökyüzüyle bozkır kadar sonsuzdu orada. 7 Beyaz fötr şapkasının altında durmadan terliyordu atlı. Gözleri acıtacak kadar yakıcı, keskin sıcağın altında durmadan iki yanına bakıyordu. Bakıyordu ya, uçuşan çekirgelerle tozdan başka bir şey görünmüyordu. Gidilen yönü bilen köylü önden yürüyordu. Ufak tefek, kara kuruydu. Kendi halinde sessiz sakin biriydi. Saatlerdir yolda olmalarına karşın ikisi de konuşmuyordu. Birbirlerinden habersiz iki yolcudan farksızdılar. Ufak tefek köylü, bir süre sonra, “Köye geldik beğim,” diyerek durdu birden. Memur, atının üstünde doğrularak bakındı çevresine.


Ancak köye benzeyen tek bir yapı, ev göremedi çevresinde. Ot, saman, gübre yığını, oynaşan çocuklar, eşinen tavuklar, kazlar da göremedi. Uçsuz bucaksız düzlüğün üstünde köstebek yığınlarını anımsatan ufacık, kümbetimsi kabartılar vardı yalnızca. Şaşırdı. “Geldik mi? Hani köy nerede?” Elini saygılıca toprak kümbetlere doğru salladı köylü. “Aha işte burası!” Atlı Memur, bir daha bakındı, insana, yaşama dair en ufak belirtinin olmadığı kümbetlere. Kimse yoktu. Köylüler aşır/ sıcaktan kaçmak için evlerine mi çekilmişlerdi acaba? O zaman evleri neredeydi? Tek bir dikili taş bile yoktu eve, yapıya dair. Yarınki “nüfus sayımı”nda, ev, hane yerine, toprağın yüzüne birer yoksulluk siğili gibi çıkmış o kabartıları mı sayacaktı yoksa? Sayım evrakının bulunduğu torbasını eline alarak atından indi Memur. Hamlıktan ağrıyan, uyuşmuş bacaklarını bir süre gerip açtı. O ara köylü, atı yedeğine alarak kümbetlerden birine doğru yürüdü. Elini ağzına doğru götürerek, yerin dibine bağırdı. “Muhtaaar! Sayım Memuru geldi!” Az sonra yerin dibinden bir insan başı çıktı toprağın yüzüne. Sonra da kasketi, boynu, ceketi, omuzları, iriyarı bo8 yuyla Muhtar’ın kendisi göründü. Kasketiyle ceketi, gömleği eskiydi, solmuştu.

Bir de kravat takmıştı boynuna. Buruş buruş olmuş kravatı, muhtarlığının kanıtıymış gibi duruyordu boynunda. Saygılı, içten bir davranışla konuğuna doğru yürüdü. “Ehlen ve sehlen! Hoş gelmişsen,” dedi. El sıkıştı. Sonra toprak kümbete doğru yürüdüler. Elini geniş geniş sallayarak, az önce içinden çıktığı kuyu gibi deliğin ağzını gösterdi Muhtar. “Haneme buyurun Afandi.” Sayım Memuru şaşırdı. Bir insanın sığabileceği daracık .kuyunun ağzına baktı bir, bir de Muhtar’a. Cam gibi parlayan �üneşin altında kuyunun dibi loştu. O loş karanlıkta nereye basacak, nereye, nasıl inecekti? Uzaktan da olsa bazı köyler �örmüştü o güne kadar. Ama evleri yeraltında olan bir köyü de ilk kez görecekti şimdi. Muhtar, konuğunun şaşkınlığını anlamış gibi öne düş1 ü.

Onun elinden tuttu. Kazılarak basamak haline getirilmiş toprak merdivenlerden yan yan aşağı inmeye başladı. Memurun yumuşacık kadınımsı eli, Muhtar’ın yaba gibi iri, nasırlı, 1,·atlak avuçlarının içinde kaybolmuş gibiydi. Ancak, o çatlak nasırlı el, yol göstermek için tuttuğu ele, öylesine saygılıydı ki. l) yumuşacık, kadınımsı el, evine konuk gelen devletin eliydi Muhtar’a göre. İnilen toprağın dibindeki evde gözleri karanlığa alışkındı Muhtar’ın. O evde, toprağın altında doğmuş büyümüştü 1,·ünkü. Yarın ölünce de o toprağın dibinden çıkarılacak, bir lıaşka toprağın dibine gömülecekti. Konuk için durum öyle değildi ama. Güneşin altında saatler süren yorucu bir yolculuktan sonra, üç-dört metre yerin dibine birden inince, gözleri 1-.ararıp karıncalandı bir süre. Nereye basacağını, nasıl davranacağını bilemedi. Bir de burnuna dayanılmaz, çok yoğun, bunaltıcı, çok kullanılmış ağır bir soluk ve gübre kokusu 1,·arptı. Bu koku, süt, pasta, krema ya da dondurma kokusu 9 olsaydı bilirdi. Ayak kokusuyla, ter ve dışkı kokusunu da bilirdi.

Ama bu bayıltıcı, iğrenç kokunun ne olduğunu bilemedi. Gübrenin, terin, ağırlaşmış dayanılmaz soluk kokusunun, havasızlıkla rutubetin karışıp harman olduğu, o güne kadar da hiçbir yerde rastlamadığı, açıklamasını da yapamadığı bir kokuydu bu. Loş karanlıkta çift çift parlayan gözler ilişti ilkin gözüne. Çok yaşlı, ak sakallı bir dede ile bir çocuk, bir de delikanlıya aitti o gözler. Çocuk, köye girdiği andan beri gözüne çarpan ilk ve tek çocuktu. Konuktan çekindi çocuk, kaçmak istedi. Ama kuyu gibi yerin dibinde nereye, nasıl kaçacat.ı? Toprak duvarın dibine büzülüp sokuldu iyice, Muhtar’ın, “İçeri içeri!.” uyarısıyla yerinden kalktı, öbür odalardan birine geçti sonra. Oda da denilemezdi buna pek. İnsan yüksekliğinde duvardan duvara gerilmiş ipin üstüne perde gibi atılmış kalınca bir çulun öbür yanıydı oda. Gözden kayboldu çocuk. Çul perde sallandı. Sallanan perdenin altından öküzler göründü o ara. O öküzler oraya, az önceki daracık kuyudan inmiş olamazlardı.

Dik olmayan bir başka yolları olmalıydı. Aksakallı dede ile delikanlı, hemen ayağa kalktılar. Başlarındaki şapkalarını çıkarıp ellerine alarak, karınlarının üstüne saygılıca bastırarak, konuklarını selamladılar. Konuğun yaşı, kimliği ne olursa olsun, en yaşlıları bile kalkardı ayağa. Gelen Tanrı misafiriydi çünkü. İki büklüm eğilerek, boylarını küçülterek, konuklarına olan saygılarını iyice göstermeye çalışırlardı. Yüzyıllardır süregelen ezikliklerinin bir tür dışa vurumuydu bu. Köylünün kentliye, okuyamamışın okumuş olana teslimiyetiydi. Bu saygıdan Sayım Memuru çok hoşlandı. Muhtar, köşede dürülüp bükülmüş duran bir çift kalın yatağı eliyle yuvarladı, açtı. Yatağın başucuna çifte yastıklar koydu dayadı sonra. “Afandi, buyur otur!” Memur, yatağın üstüne kurulup oturdu. Dede, Muhtar ve delikanlı oğlu da yatağın ayakucuna, kupkuru yere say10 !?;Ilıca çöküp oturdular. Muhtar o kadar iriyarıydı ki, yerde oturmasına karşın, çift kat yatağın üstünde oturan Memur’un boyunu aşıyordu boyu. İriyarı olmaktan sıkılıyormuş gibi de kamburunu iyice çıkartıp kabartarak, boyunu küçültmeye çalışıyordu.

Çok iri, parlak, kara gözleri vardı. Kaba saba görünümüne karşın çok da saygılı, içtendi. Toprağın dibine doğru genişçe oyulmuş odanın duvarları ak bir toprakla sıvanmıştı. Evin tavanı ufacık kubbemsi bir tepeye benziyordu. Tepenin üst ortasına, tepsi büyüklüğünde yuvarlak bir cam yerleştirilmişti. Camdan giren güneş ışığı tabana huzme gibi iniyor, içerisini aydınlatıyordu. Bir de duvara ne işe yaradığı bilinmez, ağaçtan, uzunca bir sırık dayanmıştı. Öküzler sineklenmek için kuyruklarını sallıyor, salladıkça da çul perde arada bir sallanıyordu. O ara kubbedeki camdan inen güneş huzmesi kesildi. Akşam olmuş gibi karardı içerisi. Köpeğin biri gelmiş, tavandaki yuvarlak camın üstüne yatmış, camdan sızan ışığı kesmişti. Delikanlı ayağa kalktı hemen. Duvara dayalı uzun ağaçtan sırığı eline alarak, camın altına tak tak vurunca köpek kalkıp gitti. İçerisi aydınlandı tekrar. Duvar görevi gören çuldan örtü tekrar sallandı.

Aralıktan bir kadın eli göründü. Delikanlı, elin uzattığı tahta kürsüyü alıp ortaya koydu. Aynı kadın eli bu kez tepsiyle göründü. De1 ikanlı tepsiyi de alıp kürsünün üstüne koydu. Çuldan örtünün gerisindeki kadınların kaç kişi oldukları belirsizdi. Yavaş seslerle konuşuyorlardı. Delikanlı, çuldan örtünün gerisinden uzatılan yufka ekmeği, ayran dolu tası, silme bulgur pilavıyla dolu bakır siniyi de alarak, meydan tepsisinin üstüne koydu. Ayrı tabak, kaşık, çatal, bardak, bıçak yoktu. Yufka, bulgur pilavı ve ayran … Üç kişi aynı siniden yiyecek, aynı ayran tasından içecekti. Muhtar, dede ve delikanlı meydan tepsisinin çevresinde bağdaş kurup oturdular. Konuk Memur, öylesi bağdaş oturuşlara alışkın değildi. Hem pantolonu dar geliyor, buruşuyor, hem de uyuşan ayaklarını arada bir uzatıp geriyordu. 11 Ama başka da çaresi yoktu. Karnı da açtı çok. Saatler süren yolculuk, bozkırın değişik temiz havası iştahını ctt;mıştı.

Kentten kahvaltı yapmadan ayrılmış, yolda karnının acıkacağını bile bile bir tek lokma almamıştı yanma. Niye alsındı ki? Köye konuk gidiyordu. Köylülerin konuklarını nasıl iyi ağırladıklarını, köy yemeklerinin eşsiz tadını çok duymuştu. Kızarmış tavuk, bol et, yoğurt, süt, yumurta, tereyağı, sıcacık tandır ekmeği … Zengin sofralarda ağırlanmak gibi alışkanlıkları biraz da memur yapılarında vardı zaten … Her zaman her şeyin en iyisi önlerine çıkarılsın, sunulsun isterlerdi. Ta Osmanlı’dan beri böyleydi bu. Vermeden almaya alıştırılmışlardı hep. Vermek ise yüzyıllardır Anadolu köylerinde var olan en zengin davranış biçimlerinden biriydi. İnsana saygı, ilkin vermekle başlardı çünkü. Memur konuk, önüne çıkarılan kupkuru bulgur pilavıyla ayranı görünce canı sıkıldı. Kızarmış et, tavuk da yoktu pilavın üstünde. Önündeki sofra, kentlerde sözü edilen zengin köylü sofralarının hiçbirine benzemiyordu. Sıkıntısını belli etmedi yine de. Karnı açtı çok. Yufkadan bir parça koparıp attı ağzına hemen. Kaşıksız, çatalsız bulgur pilavını nasıl yiyecekti ki? Muhtar’la yanındakilere baktı.

Onlar yufkadan kopardıkları parçayı parmaklarının arasında dürüp bükerek küçücük ekmekten kürekler yapıyor, pilavı öyle yiyorlardı. Memur da öyle yaptı, ama beceremedi. Yufkayla pilavı avuçlayıp dolu dolu attı ağzına sonra. Bir-iki gevdi gevemedi. Dişlerinin arasında korkunç bir çatırtı duydu. Ağzına attığı pilav değil bir avuç çakıldı sanki. Yan açık kalakaldı ağzı. Hani insanın ağrıyan dişinin arasına bir parça kaçar da, acıdan ağzını bile oynatamaz ya, öyle. Dahası bulgurda bir tek damla yağ yoktu. Kaynar suda haşlanarak lapa haline getirilmiş taşlı bir bulgurdu bu. Lokmayı ağzında gevmeye çalıştıysa da olmadı. Gevmeden de yutamazdı. Öğütülmüş taşlı çakıl pilavını ne diye yutsundu? Lokmayı avucunun içine gizlice alarak bakır sininin altına koydu. 12 Belki de pilavın her yanı taşlı değildir. Taşlı yanı benim iinüme gelmiştir; diyerek yufkadan bir parça daha koparıp aldı.

Pilavın kendi önüne gelen yerinden değil, tepesine yakın yerinden alıp attı ağzına. Hayır, boşunaydı. Bir sini bulgurun tümü taşlıydı. Lokmanın ilkini çıkarıp önüne koymuştu. İkincisini de çıkarır koyarsa ayıp olurdu. Kinin yutarmış gibi kuru kuru yuttu lokmayı çaresiz. Kinin yutarken bir insanın ağrıdan, sızıdan kurtulma umudu vardı hiç olmazsa. Ya taşlı lokmayı yutarken? . Nasıl yiyorlar diye Muhtar’la yanındakilere baktı. Onlar, lokmalarını gevmiyorlar, avurtlarını şişire şişire ağızlarının içinde yuvarlayıp sulandırdıktan sonra, boyunlarını sündüre sündüre yutuyorlardı. Ardından da bıyık ve sakallarını batıra hatıra iri ayran tasını başlarına dikip içiyorlardı. Sayım Memuru’nun iştahı kaçtı. Vazgeçti pilavı yemekten. Yufka ekmekle karnını doyurmaktan başka çaresi yoktu. Yufkayı ağır ağır çiğnerken, “Önüme koyduğun da yemek mi?” dermiş gibi baktı Muhtar’a.

Muhtar ayrımındaydı her �eyin. Ama konuğunun halini görmezlikten geldi ilkin. Başını önüne eğerek, konuğunun bakışlarından gözlerini kaçırdı. Hani çaresiz kalmış insanlar olur da, bir şeyi yapmayı istedikleri halde bir türlü yapamazlar, öyle. Sonunda konuğunun bakışlarına yakalandı. Göz göze geldiler. O göz göze gelişte dev yapılı Muhtar’ın iri, parlak gözleri, öylesine geriledi, söndü, biçareleşti ki. Yenik düşen bakışlarını önüne düşürdü sonunda. Elinde olmayışın, yoksulluğun gözleriydi onlar. Bir ara, “Yeseydin Afandi!” diyecek oldu ya, sesinin tümü utançtı. Memur, sohbet olsun diyerek, “Muhtar, nasıl, köyünüzde nüfus çok mu? Yarın işimiz uzun sürer mi?” diye sordu. “Sürmez Afandi. Nüfusumuz azdır,” dedi Muhtar. Konuk sevindi. “İyi iyi.

Yarın öğlene sayımı yapar bitirir, sonra da atıma atlar, bu Allahın belası yerden bir an önce çeker giderim!” diye geçirdi içinden. 13 Taşlı bulgurla ayran bitti. Muhtar’la yanındakiler her şeyi silip süpürdüler. Meyveye, kavuna, karpuza benzer bir şeylerin gelmesini boşuna bekledi konuk. Delikanlı, boşalan tepsiyi altının kürsüsüyle birlikte kaldırdı. Çuldan örtünün altından kadınlara veriverdi. Yukarı delikten iki köylü indi o ara. Sayım Memuru’na aynı saygı ve içtenlikle selam verip bir kenara oturdular. Çay geldi. Muhtar, ayağa kalkarak topraktan duvarın içine dolap gibi oyulmuş oyuktan çay bardaklarını indirdi. Bardaklar, altlıklannın içine yıkanılmadan ağız aşağı ters konulmuştu. Daha önce içilen çayların sularıyla durdukları için altlıklanna yapışmışlardı. Bardağı kaldırınca altlık da birlikte geliyordu. Buna da sesini çıkarmadı konuk. Bardaklara çay konuldu.

Altı kişiye dört kesmeşeker vardı ortada. Şekerin birini konuk aldı. Muhtar’sa şeker topağını parmaklan arasında ezdi, dörde böldü. Parçalan birer birer konuklarına vererek çaylarını içmeye başladılar. “Farkında olmadan bir kusur mu işledim de, Muhtar bile bile önüme böyle taşlı bulgur çıkardı acaba?” diye düşündü konuk. Hem sohbet olur, hem de nedenini öğrenirim diyerek sordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir