Oğuz Atay – Bir Bilim Adamının Romanı

Orta boylu, e.smer ve ürkek bakışlı genç bir adam, üniversitenin büyük kapısı önünde durdu; ilkyazın sıcak günlerinden biriydi. Yakasın’r gevşeten bu kılıksız gencin, büyük kapıı^n gerisindeki serinliğe sığınmak istediğini sezen ve çatık kaşlarıyla koyu renk elbisesinden görevli olduğu anlaşılan biri yolu kapadı: “Nereye hejnşerim? ‘Nereden hemşeri oİuyoruf?’ diye düşündü esmer genç. ‘Hemşeri olsak yolumu keser miydin?1 “Fen Fakültesi,” dedi; sonra, sanki hangi şehirde olduğunu unutmuş gibi, “Ankara Fen Fakültesi,” diye tekrarladı. “Evet burası, ne olmuş?” Delikanlı buruşuk yakasını ceketinin içine soktu: “Giriş sınavı gibi bir söz mraldandı, başını kaldırıp baktı. Kapıyı tutan koyu renkli engel, yetkili kolunu yana uzattı: Orada, küçük demir kapı. Ve hemen genç adamı unuttu. Listelerin başı kalabalıktı, karanlık koridorda hafifçe itişen insanların arasına karışmak istemedi; biraz yürüdü, bir köşeyi döıidü, yaylı bir kapıyı itip geçti omuzuyla, gürültüden ve kazanılan puanlar üzerine yürütülen tahminlerden, sayılardan ve virgüllerden uzaklaştı. Koridorların bittiği bir 11 yerde, günfeş gören camlı bir çıkıntıda, tütünleri hep ceketinin dibine dökülen ucuz sigarasını içti. Sonra yeni bir koridor buldu aynı sessizlikte. Bir süre sonra da geri dönmek istediği zaman yolunu bulamadı. Gene kaybolduk diye öfkelendi: “Ne olacak taşralıyız işte. Büyük kapıdaki ‘hemşerim’ bile gözlerimden anladı bunu.” Kapılardaki yazılara baktı: san madenler üzerinde profesörler. Çok uzak ve düşünülmesi zor bir gelecek.


Henüz kapalı kapıları vuracak kadar cesaretli değildi. Yürüdü geçti. Sonunda camlı ve aydınlık bir kapı; sıcak güneşin altında buldu gene kendini. Koca binanrtı çevresini dolaşıp küçük demir kapıyı arayacaktı yeniden. “Virgüllü puvanlann peşinden ayrılmamalı: üç yüz elliyi geçtik mi ne?” Yakında bir bina daha vardı. Kapısı kalabalık. Çok sayıda yetkili. Puvan derdinden uzak oldukları yüzlerinden belli kimseler giriyorlar içeri, insanlar kapılardan taşıyor. “Kalabalık görünce kılığın düzgünse yaklaşacaksın, içeri girebilirsin.” İlk engeli aştı kalabalıktan yararlanarak. Başını uzattı, içeri bakmaya çalıştı. “Ne oluyor orada?” Orta, boylu, gözlüklü, yaşlıca bir adamı yana itti galiba. Kibar bir adam olmalı ki, kendisine omuz vurulmamış da sanki bir soru sorulmuş gibi açıkladı: ‘Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu’nun ödülleri dağıtılıyor.” Delikanlı duyduğu sesten yana çevirdi başını. “Bu sözlerimden bir şey anlamadınız galiba.

” Anlamadık. Başım salladı. “Tören yapılıyor.” O kadarını anladık. Gözlerini yere dikti, tören için parlatılmış döşemenin üstünde eski ve tozlu ayakkabılarını gördü. Orta yaşlı adam güldü: “Zarar yok; ceket ve kravat yeter.” Sonra hemen sözü değiştirdi: “Ama tören için gelmedin buraya, değil mi?” Geriç adam başını kaldırdı: koyu renk giyinmiş olmakla birlikte bu ihtiyar bir yetkiliye hiç benzemiyordu; gene de “Giriş imtihanı,” dedi, sustu. “Sonuçlan öğrendin mi?” Delikanlı eliyle bir hareket yaptı; bilim koridorlarında nasıl kaybolduğunu anlata12 çaktı galiba. Sonra vazgeçti, başını salladı: “Ne yapacağıma karar vermedim daha.” Orta yaşlı adam gülümsedi: “Belki de memleketinde bir dükkân filân açmayı düşünüyorsun.” Hayır canım, öyle değildi: yani demek istiyordu ki, hangi fakülteye girmeli? Hangisi daha iyi? Gözlüklü adam güldü. “Yani hangisi daha kazançlı?’ Öy)e mi? Bence bu dükkân fikri…” Sözlerine devam edemedi; genç. adamla ve kalabalığın bir kısmıyla birlikte koyu renk görevliler tarafından biraz kenara itildi. Kapıdaki kalabalık dalgalandı: ceketinin yakasını düzeltirken, “Cumhurbaşkanı geliyor,” diye mırıldandı orta yaşlı adam; “bilim ödüllerini dağıtacak.” Kaşlarını çattı; ”Ne zaman bilim desem, bu sözü hiç duymamış gibi bakıyorsun bana.

” Kapının önündeki sıkışıklık yüzünden çabuk samimi olmuşlardı galiba: birbirlerine bakıp güldüler. Yaşlıca adam, “Ama görüyorsun bilim, büyük insanları bile ayağına getiriyor.” Delikanlı ilk olarak biraz cesaretle konuştu: “Siz do bıı bilim’in içindesiniz galiba.” “Olabilir,” dedi orta yaşlı adam; “üstelik gözlüklerim de var, sanki törene çağrılmışım gibi koyu renk de giyinmiştim. Ne dersin, dört yüz puvanı filân geçersen, bu asık suratlı bilim ailesine sen de katılmak ister misin?” Genç adam küçük kasabasını, kerpiç evini, çevresini, yaşadığı bölgeyi ve bütün kültürünü bir anda açığa vuran bir sesle, “Böyle şeyleri biz nerden bilek?” dedi. “Tamam!” diye atıldı gözlüklü ‘bilim’ adamı; “Mustafa İnan da tıpkı bu sesle, bu şiveyle konuşurdu; ama bundan utanırmış gibi görünmezdi. Esfner delikanlı şivesinden utandığını gizlemek için elini yüzüne götürdü, alnını kaplayan sık saçlarını karıştırdı: “Kim bu Mustafa İnan?” Bilim adamı’ ciddileşti: “Bugün bilim ödülü alacak işte.” ustafa Inan’ın hemşerisi olduğunu yeni öğrenen genç biraz eyecanlanmıştı: “Demek onu tanıyorsunuz.” Kapıya doğru °ynunu uzattı: “Herhalde ön sırada oturuyordur; onu gös13 tersenize bana.’V’İçerde değil,” dedi Mustafa İnan’m tanıdığı. “Gelecek mi?” Orta yaşlı adam mahzunlaştı: “Gelemeyecek.” “Neden? Hasta mı?” “Dört yıl önce hastaydı, bu zamanlar.” Genç adamı kolundan tuttu: “Haydi içeri girelim.” Görevlilerden birine yaklaştı, kulağına bir şeyler söyledi. Adam toparlandı, “Buyrun hocam,” diyerek kalabalıkta .

onlara yeraçtı. Mustafa İnan ölümünden dört yıl sonra bilim hizmet ödülü alıyordu. Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu Bilim Kurulu, 9 Ağustos gün ve 134 sayılı toplantısında Profesör Doktor Mustafa İnan’a İstanbul Teknik Üniversitesi’nde 1944’lerde başlayıp, J987’de vefatına kadar tatbiki mekahik dalındaki-bUimsel çalışmaları,,e$siz hocalığı ve çok sayıda genç araştırıcı ve bilim adamı yetiştirmek suretiyle modern anlamda bir ekol hurmuş olmasını dikkate alarak 1971 YILI HİZMET ÖDÜLÜ‘ nün verilmesini kararlaştırmıştır. ‘Ödül’ün üstünde böyle yazıyordu. “Ekol kurmuş ne demek?” diye yavaşça sordu esmer delikanlı. “Anlatması uzun sürer. Gerçekten merak ediyorsan sonra konuşuruz.” Cumhurbaşkanı kürsüye yaklaştı bu sırada; merhum Mustafa Hoca’nıh eşi ‘Jale İnan’a ödülü verirken, “Bunu Mustafa İnan’ın kendisine vermek isterdim,” dedi; “Size vermekte biraz olsun teselli buluyorum.” “İşte Mustafa’yı da parlak bir törenle andık,” diyordu orta vnşlı profp«fir, çtV?>rtf>’*V’,n “Pir hnVımn r>n»ın ^n” yatında parlak dönüm noktalan çoktur; Mustafa İnan liseyi birincilikle bitirmişti. Muştulu İnan iekuık Uııivtsr&ilejı 14 rjncüikle ve daha önemlisi pek iyi derece ile bitirmişti. Bu dereceye orada yirmi yılda bir kere filân rastlanır. Mustafa inan İsviçre’deki doktorasını da parlak bir şekilde yapmıştı, Mustafa İnan Teknik Üniversite’de ilk doktorayı yaptırmıştı, Mustafa İnan doktor olmuştu, Mustafa İnan rektör olmuştu.” Koridorda birlikte yürüyorlardı. “Şu listelere bir bakmayacak mısın?” dedi profesör. Sonra hemen, “Vazgeç şimdi istersen,” diye düzeltti durumu.

“Törenin güzelliğini bozmayalım’, değil mi?” Orta yaşlı adamın konuşmak, bir şeyler anlatmak istediği anlaşılıyordu: “Gençler dinlemesini pek sevmezler ama sen taşradan yeni geldin; bu yüzden büyük şehir geleneklerini benimsememişsiodir henüz.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir