Oguz Tektas – Seksenler

İstanbul’un orta halli semtlerinden birinde başladı çocukluğum. Cumhuriyet Apartmanları birinci bloğu, giriş katında. Sitemizin hemen arkasında boş bir arsa içinde görkemli, ama metruk bir bina vardı. Biz çocukların Perili Köşk diye adlandırdığı, girmeye ödümüzün kopup, girmeden de edemediğimiz bir yerdi burası. Kendi kendimize efsaneler uydurur, bunlara inanır, sonra da gerçekten korkardık. Ürkek adımlarla bu gizemli mekâna girmek isteyişimizin bir nedeni yaşayacağımız o heyecan dolu dakikaları arzulamaksa da, bahçesindeki meyve ağaçlarına dalmak ve o lezzetli meyveleri toplamak çok daha zevkliydi. Dört apartmandan oluşan ve beş katlı olan bu yapıların her birinde dört daire vardı. Site sakinlerinin ekonomik durumları pek farklılık göstermediği gibi yaşları da birbirine yakındı. Hal böyle olunca çocuk sayısı da oldukça fazlaydı. Apartmanların bahçesindeki gül, sardunya, akasya ve akşamsefaları hele o hanımelleri etrafa çok güzel rayihalar yayar, hafif bir yağmur serpiştirdiğinde bu kokuların arasına toprak ananın kokusu da katılırdı. Kavak ağaçları, yapraklarını en hafif rüzgârda bile hışırdatarak, üzerine konan kumru, serçe ve kırlangıçları ürkütürken, iğdeler yaz-kış dimdik duruşları, verdikleri meyvelerin değişen renkleriyle, Malta Erikleriyle yarışırdı. Birkaç komşumuz derme çatma kümeslerinde tavuk ve horoz besler, kimileriyse uyduruk kafeslerinde güvercin yetiştirirlerdi. Onları saldıkları zamanlar etraf şenlenir, güvercinlerse sanki bir gösteriye çıkmışlar gibi türlü numaralar yapar, taklalar atıp alçaktan uçarak eğlendirirlerdi bizi. Güvercin türleri hakkındaki yarım yamalak bilgim de bu günlerden: Taklacı, Paçalı, Taklambaç, Mardin… Arkadaşlığı, paylaşmayı, yere düşen ekmeği üç kere öpüp başıma koymayı, yaşıma uygun oyunları hep burada öğrenmiştim. Günlerimin çoğu neşe içinde geçiyor, bir gofret veya bir süt mısır alırlarsa dünyalar benim oluyordu.


Hele de benim o küçük yaşındaki kadıncık annem kuyruğunu önceden hazırladığı kâğıttan uçurtmamı yapıp ipini bağladığında. Onu uçurmaya çalışırkenki halim evlere şenlik bir sahne olurken, paytak koşularım kendime güvenimi arttırıyor, görenlereyse neşe katıyordu. Bu arada ülkede yaşananların hiçbirinden haberim yoktu. Bazı günler babam da dâhil insanlar bir şeyler konuşur, bilemez, ama onların konuşmalarından ve yüzlerindeki ifadeden kötü bir şeyler olduğunu anlardım. Babamın dükkânının yanı bombalanıncaya, evimize birileri girmeye çalışıncaya ve en sonunda amcam anarşikler! tarafından vuruluncaya kadar burada yaşadık. İşyeri evimize yakın olduğundan öğlen yemeği için çoğu günler eve gelirdi babam. Bir gün her zamankinden daha erken bir vakitte gelmişti. Elinde bir gazete, gözlerinde sanki biraz yaş vardı. Ben şaşırmıştım bu işe çünkü babalar ağlamazdı. Fark etmediğimi sandılar ama gazetedeki adamı tanımıştım. O, bana geçen bayram bolca harçlık veren, omuzlarına çıkarıp ben patlattıkça mantar tabancama mantar dolduran adamdı, amcamdı… Ne yazık ki onu bu kadarcık hatırlıyorum. Sadece tepesinden gördüğüm bir silüet, yalın, ama puslu. Vakur, ama sisler ardında. Gür sesi, şen kahkahaları kulaklarımda. En küçük çocuğu olan kuzenim ise babasını hiç duyamadı, yüzünü fotoğraflarından biliyor.

Sonra, babam köye göçmeyi gündemine aldı. Belki ağabeyinden kalan yetimleri korumak, belki kendi ailesinin can güvenliğini sağlamak içindi, kim bilir… Kedilerden korkum o evde başladı. Göç hazırlığı başlamadan evvel defin işlemleri için erkenden köye gitmişlerdi annemler. Kardeşlerim çok küçük oldukları için onları yanlarına almışlar, beni ise annemin teyzesine bırakmışlardı. Ne yalan söyleyeyim çok iyi bakmıştı bana Fatma Teyze. Hangi yemeği istersem pişirmiş, nereye gitmek istersem götürmüştü. Hatta o koca kadın, alçakgönüllülük göstererek beni sırtına bindirip “deh” bile yaptırmıştı. Ama o kediler yok mu o kediler, hayatımı karartmıştılar. Ancak onlar dışarı çıktıklarında biraz huzur buluyordum. Biliyorum, kötü bir niyeti yoktu kadıncağızın, ama olmayınca olmuyor işte. Onları her gördüğümde yüreğim bir bozgun yerine dönüyordu. Sevemedim bir türlü kedileri. Göç kervanı düzüldü. Eş, dostla, akrabalarla vedalaşıp yola çıkıldı. Yaşım henüz altı olmuş ve biz köye göçmüştük.

Hatırlıyorum, 12 Eylül İhtilali’ni köyde, komşumuz Yakup Amca’yla beraber radyodan dinliyorduk. O sevinip “iyi oldu,” dedikçe ben de seviniyordum. Yıllar sonra ihtilali yapanlara küfür edeceğimi nerden bilebilirdim? Bunu bilmediğim gibi köylülerin “İstanbul mu güzel, köy mü?” sorusunun bende bıraktığı sıkıntının acısını yıllar sonra Almancılara “İstanbul mu güzel, Almanya mı?” diye sorarak onlardan çıkaracağımı da bilemezdim. İlkokul birinci sınıfa köyde başladım. “Çiçek oturun çocuklar,” deyip duran bir öğretmenimiz vardı. Adını hatırlamıyorum, gençten bir kadındı. Okul günlerim kısa sürmüştü aslında, kırk gün kadar burada yaşadık. Ama ne annem ne de babam, burada büyüdükleri halde bizim kadar köye alışamamıştılar. Bir süre sonra annemi ve beni yanına alarak evimizin temelinin atıldığı yere götürmüştü babam. Burada yaşayıp yaşayamayacağını sorduğunda benim o fedakâr annem: “sen bilirsin,” demişti. Babam bana da usulen sorduğunda “İstanbuuull!” diye ünlemiştim. Çünkü bütün arkadaşlarım oradaydı. Yeniden İstanbul’a döndüğümüzde, yıllarca yaptığı, ama ta en başından beri ısınamadığı mesleğine dönüp dönmemek konusunda kararsızdı babam. Bir arkadaşının da desteğiyle, o çok sevdiği kitaplarla ilgili bir iş düşünmeye başlamıştı. Bir süre sonra karar verip kitapçı dükkânı açtı.

İşte bizim hayatımız bu saatten sonra yeni kimliğine bürünmüş oldu. Şaşırmıştım. Dönünce eski oturduğumuz yere yeniden yerleşecekmişiz gibi geliyordu bana. Bütün arkadaşlarıma, o bahçeye, Perili Köşk’e yeniden kavuşacağımı düşünüyor, her şeye kaldığımız yerden devam edeceğimizi sanıyordum. “Kiracı” olduğumuzu nerden bilebilirdim, nerden bilirdim zaman geçince bazı şeylerin değişeceğini! Kısa süre de olsa köy ilkokuluna devam ettiğim için buradaki okula alışmam biraz zor olmuştu. Şimdi düşünüyorum da, sanırım okuldakilerin bana alışması daha da zordu. Çocukluk yaşlarında uzun sayılabilecek bir süre köy hayatını yaşamıştım. Dilim değişmiş, alışkanlıklarım farklılaşmıştı. Biraz kaba konuştuğum için arkadaşlarım garip bakıyorlardı bana. Ben de “çiçek” oturmadıkları için onlara. Henüz yeni yeni bir şeyleri anlamaya, kendimi ve çevremi keşfetmeye başladığım vakit yeni bir “mahallem” olmuştu. İlk arkadaşım, “Kınalı Kapa Nüteyin”di. Bu ismi ona, henüz yarım yamalak konuşmaya başlayan kız kardeşim, kızıl saçlarından dolayı takmıştı. Aslında birilerine lakap takılması kadar, sevmeyeceği bir isim verilmesinin de en iyi örneği kendisiydi. Ona adını anneannem koymuştu.

Belki de bu yüzden kız kardeşim onu pek sevemedi. O vakitler adet olduğu üzere, çocuklara büyüklerinin ismi verilirdi. Benim rahmetli anneannem de kardeşime (yüksek ihtimal jest olsun diye) babaannemin adını koymuştu. Babamın hoşuna gitmiş olabilir, annemse yutkunmuştu. Yeni taşındığımız, tüm hayatıma etki edeceğini bilmediğim bu mahallenin sokakları, isimlerini çiçeklerden alıyordu. Şebboy, fulya, menekşe, sardunya, akasya, çiğdem, hanımeli, lale, zambak, sümbül… Bahçelerinde bunlar yetişirken, isimleri ne kadar hoşsa sokaklarımız da öyle kokuyordu. Böyle isimleri olan adreste oturmak bile insanın içini ısıtıyordu aslında. Bizim sokağın adı Orkide’ydi. Siyavuşpaşa İ.Ö.Okulu 1-C sınıf hatırası, sınıf daha kalabalık olmasına rağmen o gün okula gelmeyenler vardı. Fotoğrafın arkasına düştüğüm not Kendimi bildiğim zamandan ergenliğim başlayıncaya kadar bu sokakta yaşadım. Okuluma orada başladım. Kuran kursuna orada gittim. Karateye orada ilgi duydum.

Hüseyin sayesinde bağlamaya merak sardım. Arabalara merakım ise Caner yüzünden oldu. Semih Abi’ye medeni cesaretinden, Salih Abi’ye yakışıklılığından dolayı hayrandım. İlkokul arkadaşım Şebnem yakınımızda oturuyor diye mutlu, Almanya’dan gelen Bike iyi ki bizim sınıfa düşmüş diye sevinçten deli oluyordum. Soner gibi ekmeğimi bölüştüğüm bir arkadaşımın olması ne kadar da güzeldi. Ortaokula başladığımda ilkokula gidenleri, liseye başladığımda ortaokul öğrencilerini küçük görmeyi orada öğrendim. İlk kavgamı orada yaptım. İlk aşkımı, hayal kırıklığımı, sevincimi, üzüntümü hep orada yaşadım. Arkadaşımın annesi, hepimizin ikinci annesi Naciye Teyze’yi orda kaybettim. Bir şeyler değişiyor Biz sokaklarda Dekman oynarken, yaşı biraz daha büyük olanlarımız sonbahar yaprakları gibi yerlere düşüyordu. Aramızdaki tek fark onların silahlarının gerçek olmasıydı. Bu gençlere emir komuta zinciri içinde düşmemiş oldukları için kızmıştı üniformalı amcalar… Yaşadığımız 12 Eylül İhtilali hemen herkesin hayatında bir takım değişiklikler meydana getirmişti. Herkeste bir tedirginlik! Kitaplar saklanıyor ya da yakılıyor, herkes birbirinden çekiniyordu. İnsanların çoğu politik hayattan çekilmek zorunda kalmış, kimileri yurtdışına kaçıp kendilerini kurtarırken, muadillerinin birçoğu işkenceler içinde acı çekiyorlardı. Hemen her ailede birileri kaçak, tutuklu, işkencede veya gözetim altındaydı.

O süreçte hayatını kaybedenlerin sayısı binlerle ifade ediliyordu. İhtilali gerçekleştirenler ise adil olduklarından dem vurup, utanmadan “Soldan ne kadar adam astıysak sağdan da o kadar astık,” diyerek, erdemlerini ve adalet duygularının ne kadar eşit olduğunu dile getiriyorlardı. Emir komuta zinciri içinde hareket ettiklerini söyleyen Darbeciler, yurtiçinde selameti sağlamak adına böyle bir işe giriştiklerini, bizi bıktırana dek her mecrada tekrarlayıp durdular. Darbeciler uzun sayılabilecek bir süre iktidarı ellerinde tutmuştular. Ülkede Kenan Evren’in ayak basmadığı toprak parçası, söylemek isteyip de söylemediği sözü kalmamıştı nerdeyse. Her gittiği yerde Nutuklar çeker, literatüre yeni yeni kelimeler, özdeyişler katardı. Hemşehrilerim, Örümcek Kafalılar, Netekim, İçün ve daha niceleri. Ekranda her vesileyle onun yüzünü görmekten gına gelmişti. Bıktırma konusunda ihtisas yapan bu adamın eline kimse su dökemezdi. Biz içerde bunlarla uğraşırken, dünya Soğuk Savaş’ın sonlarını yaşıyordu. İki kutuplu dünyanın sonu gelmiş, Amerika herkesin başına bela olmaya başlamıştı. Reagan-Teacher ikilisi tüketim çılgınlığını aşılamakta birbirleriyle yarış halindeydiler. İran Devrimi yaşanmış, Türkiye yakın komşu ve dini paydalar sebebiyle derinden etkilenmişti. Bir süre sonra ortalık durulmuş, Darbecilerse yeniden demokrasiye geçme zamanının geldiğine karar vermiştiler. Bunları yaparken vatandaşı yönlendirmeyi de ihmal etmiyorlardı.

Nihayetinde 1983 Kasım’ında bir genel seçim yapılmış, Turgut Özal’ın başkanlığındaki Anavatan Partisi, %45 gibi sağlam bir oy oranı ve o zamanlar 400 olan milletvekilliğinin 211’ini alarak tek başına iktidar olmuşlardı. Bu seçimlerden sonra Türkiye kabuk değiştirmiş, Kenan Evren’den boşalan yeri bu sefer de Turgut Özal doldurmaya başlamıştı. Cumhuriyet döneminde Muasır Medeniyetler Seviyesi’ne ulaşmaktan bahsedilirken, Özal’la birlikte bunun yerini Çağ Atlamak tabiri almıştı. Diğer dönemle bu dönem arasında algılamada derin bir uçurum olduğunu söylemek son derece doğru olur. Muasır Medeniyetler Seviyesi toplumu tamamıyla kucaklayıp hep birden geride kalmış olduğumuz Batıcılığı hedef yaparken, Çağ Atlamak daha gerçekçi bir şekilde, bireyi hedef alıyordu. Vurgunculuk ve köşeyi dönme ideali daha hoş görünmüş olacak ki insanlara, yeni değerler edindiler kendilerine ve bu değerler yeni köşe taşlarını oluşturdu. Özal’dan sonra toplumun dinamikleri değişmeye başlamıştı. Her yerde Serbest Piyasa’nın öneminden, rekabetin güzelliğinden, ithalatın ne kadar hoş olduğundan bahsediliyor, kaçak sigaralar resmiyet kazandığı içinse herkes mutlu oluyordu. Oysa insanların karakterleri de bu olgularla birlikte değişime uğramıştı. Kimse birbirine borç vermek bile istemiyordu artık. Başımızdaki insan “Benim memurum işini bilir,” diyecek kadar asil, Hayali İhracat’ın çok kötü olmadığını söyleyecek kadar da gerçekçi biriydi. Uzun bir süre de Özal’ın getirdikleri konuşuldu. O da selefi gibi jargonumuzda yenilikler peydahlamıştı. Necdet Calp’le birlikte girdikleri polemikte “Köprüyü sattırmam,” “satarım,” a, ailesi ile ilişkilerinden Davulcu Damat’ a , Mercedes’le Boğaz Köprüsü üzerinde sürat denemesinden askerleri bermuda şortla selamlamasına kadar…

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir