Oktay Akbal – Insan Bir Ormandir

Üstüme üstüme geldi taşıtlar. Hepsi çiğnemek mi istiyor beni? Kaçmalı bir yana… Anıtın önündeydim. Yeni bir çelenk koymuşlar. Daha bu sabah. Kırmızı güller. Bir yazı var üstünde. Üç harf yanyana. Çözemedim anlamım… Sıcaktı alan. Bir fotoğrafçı yaklaştı, baktı. Çekmedi resmimi, isteyip istemediğimi sormadı bile. Durdum, ‘ akıp giden arabaları, otobüsleri seyrettim. Bu kent hiç uyumaz mı? Bir kanepe koymalıydılar buraya, bir saat, iki saat otururdum. Ayaküstü zor hep aynı yerde durabilmek. Anıtın cansız kişilerine baktım. Hepsi eski yerlerindeler.


Kıpırdamamışlar. Öndekileri tanıyorum, genç Mustafa Kemal, genç İsmet Paşa. Askerler, siviller. Mermerde donmuşlar bir anın uzaklığında. Tramvaylar dönerdi eskiden bu alanı. Şurada durak vardı. Eftalofos karşıdaydı o günlerde de. Anılar çözülür, dökülür önüne. Toplamak zor olur sonra. Nasıl kopar bir kolyeden tanecikler, dağılır giderse, öyle. Tek tek gelmeli anılar. Hepsi birden yaşanmaz. Çekilmez olur ağırlıkları. Yüz, beş yüz, bin, on bin anı var baktığım her yerde. Her anı bir insanı verir.

İnsansız anı olmaz ki! Anı, insandır… Geldi onlardan biri. O sayısız anıların içinden. İterek ötekileri. Kaçtı anılar korkarak… Beş yıl öncesi, yirmi yıl, otuz yıl öncesi… Salılar, cumalar, cumartesiler. Yeşil bir manto giymiş… Hafif bir yağmur. Bir tramvaydan inerek, yanıma kadar geldi, geçti sonra. Tanımadı beni. Oysa o eylül öğle sonrasında böyle olmamıştı. Yeşil mantosuyla gelmişti o genç kız. Elimi tutmuştu. Sıcaklığını vermişti. Dolaştık Beyoğlu’nun yan sokaklarında kimseler görmesin, bilmesin diye. Bir tenha gazino vardı bizi bekleyen, bir ufak sinema. Yok, gitti anılardaki yeşilli yanımdan, beni tanımadan. Atladığı gibi bir dolmuşa, Şişli’ye.

Gerçek ağır bastı birden. Sıcaktı, terliyordum. Anıtın öteki yanına döndüm. Hatırlamak istemiyordum, hiçbir şey!… Geçmişte yaşamaktan, gerçekte yaşamaz olur kişi. Çevirmeli yaklaşan anıları gerisin geri. Belleğin en derin uçurumunda kalsın onlar… Geçtim durağı koşarak. Hep sıcak… Bir otobüs geldi geçti. Bir daha. Geziye doğru yürüme-li. Kaçmalı anı saldırısından. Bir gazete aldım. Gene bir cinayet vardır. Bir umuttu bu. Kendimden kurtuluş… Yoktu cinayet akşam gazetelerinde! Bilmem hangi ülkede karışıklık varmış. Bana ııe! Bizim başbakan İran’a gitmiş.

İyi! Öğle sonrasının şu tehlikeli bir ile üç arasını geçirmenin yolunu bulmalı. Ne çok böyle yaşadım! Hep aynı değişmezlik içinde. Yirmisinde, otuzunda, kırkında. Zaman boşuna mı akıyor hep? Yalnız saçlar, dişler düşüyor, kırışıklıklar artıyor. Dışımız değişiyor, iç aynı mı kalır? Kalabilir mi? Niye öyleyse hep aynı insan olduğunu sanırsın? Yok, her gün, her yıl yenilenmişsindir. Anılar boş bir çuval içinde takırdayan cevizler gibi ses verir. Yaşanmadan yaşanmış samsıyla! Aldatan, kandıran. Yarın bayramdı galiba. Bayraklarla süslenecek alan. Belki de geçit töreni yapılacak burada Kanepede yalnızım. Karşıda da bir başka kanepe. Bir yalnız da orada! Üstü başı temiz bir yaşlı adam. Gözlüklü, birkaç tel saçını kabak kafasına biçimle yapıştırmış, saçı varmış izlenimi veriyor. Gazete okuyor: Hürriyet. Güneşlenmeye çıkmış yıllanmış bir bekâr.

Emekli bir memur ya da geliriyle geçmen biri. Çevresini küçümser böyleleri! Oğlu, kızı evlenmiştir. Karısı ölmüştür ya da bir başkasına kaçmıştır yıllar önce. İstiklâl Caddesi’ne yakın bir apartman katı vardır : Ufak, pis, tozlu, bakımsız. Metresler, kadınlar gelir geçer. Yıllar da! Altmış beşinden sonra, bir başka kişi olur insan. Yalnızlığını bir giysi gibi bürünür. Gelmiş geziye bir iki saatini geçiriyor. Gitsem yanına, bir sigara uzatıp lafa gi-rişsem. Paşazade midir nedir, öğrensem. Bilmem kimin torunudur, oğludur. Arada on adım var yok. Kalktım yürüdüm ona doğru. Tam ortada oturuyordu. Kenara çöktüm.

Hemen geri çekildi, ürkerek. Gazeteden gözlerini ayırmadan. Sigara çıkardım. İlle de bir başkası gerek bana. Kendi dışımdan biri… «Bir kibritiniz var mı beyfendi?» dedim. Sesimi tanıyamadım. Ben değildim konuşan. Bakmadan kibriti sol eliyle uzattı. Aldım, yaktım. Bilirim ne sıkılır şimdi! Huzur kaçırıcı biri nereden gelip buldu beni, der. Kalkıp kaçacak, ama hemen olmaz. Bir fırsat aranıyor, toparlandı bile, gözü gazetenin ilan sayfasında. Belli aklı bende. Benden kaçmakta!. «İçmez misiniz bir sigara?» dedim.

Uzattım Birinci’yi. «İçmem sigara,» dedi. Sesini o da tanıyamadı galiba. Şaştı bir an kendi sesine. Bir deney daha yapmak istedi. Sesinin kendi sesi olduğuna inanmak için! «Hiç içmedim, hiç.» «Ben de tiryaki değilim ya, işte böyle içerim, arada,» dedim. Bir dostluk kurulacak gibiydi. Gazeteyi indirdi. Katladı cebine soktu. İlk kez baktı bana. Ben ona bakmazken… Sözcükler ne verir, neyi anlatır? Şimdi otursak o bana kendi yaşamını anlatsa, ben de başımdan geçen bütün serüvenleri saatlerce dile getirsem, neye yarar? Kimse, bir başkası olamaz. Bir başkasını tanıyamaz. Hem yalan şeyler anlatacağız ne olsa? Kim anlatırken gerçeği dile getirir, gerçeğe yaklaşır? Anlatmasak, kendi kendimize yaşatsak da geçmişte olup bitenleri,, yalan olmaz mı gene? Yaşanan, biter gider. Anlatırken değişir.

Hatırlanırken değişir. Yaşayan benle, anlatan, hatırlayan benler farklıdır birbirinden… «Hava serinleyecek,» dedi birden. Oysa yanıyor güneşten ortalık. Sonra anladı yaptığı yanlışı : «Akşama,» diye ekledi. «Yağmur da yağar belki.» «Yok, yağmur havası değil.» «İstanbul’un havasına güven mi olur?» Güldük. Konuşmak istiyorum. Sorular sor10 mak. Yanıt almak. Anlattırmak. Anlatsa, beş on cümle sonra dalıp gideceğim, ben başka şey düşüneceğim, o başka. Ama şimdi hep o konuşmalı, anlatmalı. Karşı apartmanlara bakıyor… «Yakınlarda mı eviniz?» «Biraz öyle,» dedi. Kaçacak.

Ayakkabısını bağlıyor. Beyaz pabuçlar. Kopa kopa kısalmış bağlar. Çorapta delik de mi var? Kim dikecek? «Artık kalkmalı,» dedi. Kalktı da. Başını salladı. Hızlı hızlı yürüdü. Gazetesi ile yüzünü yelpazeliyordu. Bir de hava serinliyor dediydi! Bana kaldı kanepe. Kollarımı arkalığa dayadım. Hatırladım eski bir geceyi. Şöyle böyle yirmi yıl önce. Bu kanepe miydi? Başkası mı? Daha daha gerideydi. Bir sıra ağaçlar vardı. İki erkek bir kadın.

Oturuyorduk. Gökte yıldızlar öyle çoktu ki! Ankara’dan gelmişti. Bir arkadaşımın karısıydı. Adaya gitmiştik o gün. İçmiştik. Dostça, arkadaşça. Geceyi isteyerek uzatmıştık. Bir yerlere, sinemaya, meyhaneye… Temmuz ayı çok sıcaktı, bugünkü gibi, Biri vardı sevdiğim. Nesrin biliyordu bunu. Vapurda, pasajda, sinemada ikide bir bana takılmışlardı. Selim bir şairdi, her şeye boş verir bir kişi… Yaşlı bir metresi vardı. Evine gider, yer içerdi. Kızlar ayrı bir odada, yaşlı ana ile arkadaşım ayrı bir odada sabahlarlardı. Haftada iki gece böyleydi. Sevmek nedir bilmezdi.

Fakülteyi yeni bitirmişti. Bense yeni girmiştim daha. Bir dergi çıkaracaktık, îmtiya11 zını almıştım. Nesrin bir gazeteci arkadaşla evliydi üç yıldır. Kavga ederlerdi durmadan, sevi-şirlerdi ardından. Bir de kızları oldu bu arada. Nesrin kaçar gelirdi arada Ankara’dan. Gezerdik, içerdik, konuşurduk, dertleşirdik, sonra dönerdi kocasına. O geceyarısı bu kanepelerden birindeydik. Şuracıkta. Bizim içimizde başka biri belirmişti. Nesrin’in bir eli bendeydi, cebim-deydi. Bir eli Selim’deydi. Sigaralarımızı bitirdik. Birinin gidip alması gerekiyordu.

Bendim en gençleri. Oysa biliyordum ben gidersem Selim ile Nesrin öpüşeceklerdi. Selim gitse, bu kez benimle. Birini istiyordu Nesrin. Kim olursa olsun! «Bir sigara olsa,» diyordu Selim. Parmaklarımı avucundan bırakmıyordu Nesrin. Sanki gitsin o alsın diyordu. Şiirler okuduk. Hafif sesle şarkılar söyledik. Hepimizin içinde bir film oynuyordu. Nesrin’in eli sıkıyordu parmaklarımı.’ Sanki ‘bekle’ diyordu. Uzak gölgeler geçti gezinin karşı yanından. Yarıkalmış anıt kapkaraydı orta yerde. Bir heykel yapılmıştı atlı bir paşa geçecekti oraya.

Ay ışığında heykelin kaidesi bekliyordu atlı kurtarıcıyı. Bir yabancı geldi, uzakta durdu. Yaklaştı, uzaklaştı. Sustuk üçümüz de. Geceyansını geçmişti, kalktık. Selim Taksim’de ayrıldı istemeyerek. Biraz da kırgın. Nesrinle Tepebaşı’na doğru yürüdük. Kolumdaydı, vücudu sürünüyordu vücuduma. Açık bir dükkân bulduk, bir Serkildoryan aldık. Bir de kibrit. Dar yollardan geçtik. Konuşmuyorduk. Dışımızda kimse yok sanıyorduk. «Üşüyorum,» diyordu.

Sokuldukça sokuluyordu. Perapalas’ın arkasındaki park gibi yere vardık. Bir eski kanepe vardı oracıkta. Oturduk. Ayaklarımızı demire da12 yayarak… Haliç yabancıydı. Tek bir anımızı can-landıramıyordu. Başı yaklaştı, gözleri büyüdü büyüdü. Geceyarısından sonra öpüşmede bir başkalık vardı. Kaydırdı alt dudağını ağzımın içine. Dişleri battı, sivri, keskin. Eliyle çekti başımı kendine. Dili değdi, yapıştı dilime. İğrendim birden. Bir yapışkanlık duydum. Hiç ayrılmayacak, hiç kopmayacak bir yapışkan tat… Sanki yaşadığım sürece duyacaktım bunu.

Hep ağzımın içinde bir dil yaşayacaktı. İttim, kendimi kurtardım: «Olmaz,» dedim. «Olmaz.» Gülmeye başladı. Sinirli, kararlı, alaycı. «O da yapıyor böyle,» dedi. En yakın arkadaşımla, en yakın. Ben onun yakın arkadaşıyla, niye olmasın? Haliç’te geceyarısı vapurları uykudaydı. Kolundan tutup kaldırdım. «Şimdi eve gideceksin. Hemen. Yarın da Ankara’ya,» dedim. «Çocuksun sen,» dedi. Film koptu burada. Yıllar öncesi kaydı gitti.

Nesrin öldü artık. Cevat üçüncü kez evlendi. Selim Ankara’da. Bense eski yerimdeyim. Nasıl öldü Nesrin? Nasıl yaşadı o 1948 akşamından sonra? Tek tek açmalı o sayfaları. Değer mi? Ne katar, ne kazandırır? Bir sigara yaktım gene. Sonra kızdım, sevmediğim halde niye sigara yaktım diye, kaldırıp attım. Deminki adam çok ötelerdeydi şimdi. Yalnızlığına kaçtı gene. İstemedi dünyasına bir park yabancısının girmesini. Akşamüstü kalabalığına katılacak, bir filme girecek ya da içmeye gidecek… Bir bahçeli ev vardı. İstemesem de vardı belleğimde. Gözümün önündeydi. Balkonda sarma13 şık güller altında bir kadiri oturmuştu. Bekliyordu.

Yolu gözlüyordu. Her akşam saatindeki gibi… Bir tartışma canlandı. Sözler büyüdü. Birer tokat, birer tekme oldu. Kapıların üstüme kapandığını duydum. Sonra kaçtım ordan. Trençkotumu zor giyerek. Ardıma bakmadan. Sanki bir daha o bahçe kapısından içeri girmeyeceğim. Hatta o sokağı görmeyeceğini. Balkon kapısı önünde pembe sarmaşık gülünü. Yanyana duran üç çamı. Köşedeki tüysüz bakkalı. O mahalle, geçmişteki başka mahalleler gibi olacak. Varken, yok.

Yaşanmamış bir yer. Kalktım, parkı geçtim. Akşamüstüııün insanları hızlı hızlı yürüyorlardı. Küçük meyhaneye geldim. Tezgâhta tek başına bir adam bira içiyordu. Tünemiş yüksek iskemleye. Kravatsız, hafif göbekli. Az ötesindeki sandalyeye de ben çıktım. Bir süre garson gelmedi. Terkedilmiş gibiydi her şey. Başka müşteri de yok Birbiri ardına akıyordu taşıtlar. Dallar arasından görüyordum. Dolmuşlara seslenenler de vardı. Kirli bir beyaz ceket, garsondu, eli ensesinde. «Biraz, peynir, domates,» dedim.

Bir bir. Bir daha. Peynir, domates, biber… İki kişiydik. Yalnızlığı içinde yitik. Hiç konuşmayacaktık öyle. O da kaçmış mıydı bir yerlerden? Bir mutluluk hayalinden? Kopuk parçalan elinde kalarak. Beni bir bekleyen var mı şu anda? Karım bahçede dolaşır çiçeklere bakar. Nasıl olsa geceleyin geleceğimi umar. Oysa gelmeyecektim. Nasıl inandırmalı ona bunu. Annesine gider, der. Hayır, anneme gitmeyeceğim işte. Şu 14 kadınlar ille de inandıkları bir şey olsun isterler. Olmayacak. Çılgınlıklar yapmalıyım.

Bu gece, simdi. Bir daha içtim. Maçtan çıkmışlar. Bir masadan şiir tartışmaları geliyor. Öteden gol müydü değil miydi, çekişmesi. Eylül akşamı iyice indi. Tezgâh da doldu. Yanım, sağım, solum. Bir tanesi tanıdı bile. Başlayacak gevezeliğe. Bir aktör. Suratı çiçek bozuğu. Karakter rollerine çıkar. Filmlerde hep kötü adamdır. Casus, hain, katil, ırz namus düşmanı.

Oysa yaşamda acınacak bir yaratık. Karısından gizli iki kadeh atsın akşamları, en büyük hovardalığı… Yaklaşırken yanıma, kalktım. Konuşmak istemiyorum. Gene de tuttu ayaküstü. «Bir randevum var,» dedim. Çekti kolumdan. «O biçim,» dedi. «O biçim, evet.» Güldü, bıraktı. Ne anlıyordu o biçim, derken. Kendisinin de hep bu biçim serüvenlerle dopdolu olduğunu belki de. Oysa şurada yarım saat daha oturacak, iki kadeh atıp Kasımpaşa’ya inen yokuşa doğru yürüyecekti çabuk çabuk. Saat yedi buçuktan önce evde olmalıydı. Ne yapar yapar giderdi. O hain adam, o zalim insan rolleri bir kalıptı yalnız! Taksim’e doğru yürümeye başladım.

Dolmuşlar azalıyordu. İkide bir duruyorlardı önümde. Şişli, Şişli, sesleri… Başka gün olsaydı koşardım. Hızla atılırdım. Gene o yana doğru davrandım. Benim içimde bir başka ben. Zincirlen15. mis, ipin ucu ta uzaktan çekilen bir insan. Durdum sonra. Ben, o ben değilim bugün. Sabah erkenden kapıyı vurup çıktığımdan beri. Karım biliyor eve gelmeyeceğimi bir daha. Belki de bilmiyor. Bekliyor, balkona bir hasır koltuk atmış. Yalnız, boş, çözük, dünyanın en güçsüz insanı kafasından geçiriyor eski günleri.

Bir yol, bir çatı katı, bir bodrum, bir sinema locası. Sonra yıllar yıllar, iki çocuk. Bir günü öteki güne benzemeyeceği sanılan aylar. Hepsi birbirinin benzeri, kopyası olan! Hep aynı laflarla. İşinden dönmüştür. Bir saat oyalandı balkonda. Annesi hazırladı sofrayı, yemeği. «Kocan gene!.» dedi dedi dedi. Ya yanıtladı bağırarak, ya sustu. Ağlamaz. Hiç ağlamaz. Ama bir filmde, bir tefrika romanda ağlar. Gerçekler ağlatmaz, düş ağlatır yalnız. Kimbilir işyerindeki arkadaşlarına ne diyecek? Pazar yemeğe çağırmıştır bazı dostları! Beni var sanarak.

Beni hesaba katarak. Sabahki kızgınlığımı yok sayarak. Gitmeyeceğim. İşte o kadar. Dolmuşlar geçsin. Şişli Şişli, diye! Otobüs durağında buldum kendimi. Bizim semtin arabası geldi. Geldi durdu tam önümde. İttiler beni de kapıya doğru. Zor sıyrıldım aradan; hayır, yok eve gitmek, yok! Beyoğlu’nda ışıklar yanmış. Saat sekiz. Kalabalık. Yabancı. Bildik bir yüz yok görünürlerde. Gülenler yapma gülüşlü.

Yabancı oldukları bir rolü oynar gibi. İnsanlar çarpıyor geçerken. Bir vitrinin önünde durdum. Geçenleri seyrettim camda. Serüvenler, romanlar akıyor önümden. Birini çevirip sorsam: «Senin de yaşamın bir roman mı?» Herkesin yaşamı bir romandır. Yaşanmadik! Yazılınca yaşanır yaşam romanları. İçindeyken yuvarlanıp geçilir. «Ne o yol mu kesmeye çıktın?» dedi bir ses. Liseden arkadaşım. Gözleri hep o deli mavide. Koluma girdi. İlerledik insanlara çarpa çarpa. Konuşuyoruz. Sözcükler ne kolay gelir dile.

İlgisiz. Dışımızda. Bir teyp olmalı cebimde hepsini bir bir almalı. Sonra dinlemeli arada. İnsanoğlunun ne aptal şey olduğu bir süre sonra dinlenen konuşmalarıyla anlaşılır. İnanmadan konuşuruz çoğu kez. O anı kurtarmak için. Karşımızdakinin ne dediğini dinlemeden. İçimizden geçenleri saklayarak. Bir pastane aradık. Kahve en iyisiydi. Şöyle tavla şakırtıları, iskambil sesleri, alaturka şar-şılar duyulan. Yoktu Beyoğlu’nda böyle bir yer. Kaçmalıydım arkadaşın yanından. Yalnızlığımı kimse bozamamalıydı.

Koluma sıkı sıkı yapıştı niyetimi anlamışçasına. Yan sokağa girdik. Sinemanın önünde bir kuyruk uzamıştı. «Zeki Müren’in filmi var!» dedi. Girdik, ufak bir meyhaneydi, içice iki oda, Kimseler yoktu. «Birazdan dolar,» dedi arkadaşım. Oturduk, tahta iskemlelere. Alçacık. Mermer masa soğuk, sessizdi. Garson bile yok daha. «Rakı mı?» dedi. Patron koşarak gitti. Doldurdu hepsini. Peynir, domates, salatalık, rus salatası. Konuşmak istemiyorum hiç.

Ne var ortak aramızda? Hiç. Bir yerden tanıyorum. Şöyle yirmi beş yıl geriden. Birlikte dolaşmışız, ders çalışmışız, sinema- insan bir ormandır 17/2 lara gitmişiz, kızlarla düşmüş kalkmışız. O yaşlardaki beni bilen biri. Hem iyi bilen! Dıştan bilen, gören. Ama içteki beni hiçbir zaman tanımayan… «Sen bu saatte sokakta ha!» dedi. «Bir de evden çıkmıyor, derlerdi senin için. Hanım izin vermezmiş.» «Her duyduğuna inanma,» dedim. İlk kadehi attık. Sonra su. Hep susuz içerdim rakıyı. Suyla karışınca bir tuhaf oluyor rakı. Rakılığı kalmıyor.

Hemen doldurdum. Bir daha… «Hızlısın,» dedi. Konuşacak. Bir şeyler soracak. Beş yıldan çok var karşılaşmayalı. Unuttum gitti. Mühendisti galiba. Bir şirkette çalışıyordu. Sonra ayrıldı, özel bir yazıhane açtı. Ne yapar ne eder? Pencereden sokağa baktım. Bozuk taşlar. Eğri büğrü. Çeyrek yüzyıl önce de böyleydi. Çok geçtim bu sokaktan. Yıldız Süıeması’na girerken çıkarken.

Belki de arkadaşım Orhan’la. Ortaokulda son sınıftaydık. Savaş öncesi haziran, temmuz aylarıydı. Fatih’ten çıkardık, çoğunlukla yürüyerek, bazen tramvayla gelirdik Beyoğlu’na. En çok Alkazar Sineması çekerdi bizi. Otuz bölümlü filmleri, yamyamları, kızılderilileri, Mohikan-ları… Sonra vitrinler… Acayip insanlar… O yularda düşler kurmayı severdi arkadaşım. Bir sinemacı, bir filmci olacaktı. Filmler çevirecekti. Hayırsızada’yı kiralayıp, ya da satın alıp Türkiye’nin Hollywood’u yapacaktı. Hep vurdu kırdı filmler değildi çevirmek istediği. Fred Astaire’ inkiler gibi salon filmleri de… «Step yapıyor musun?» dedim birden.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir