Oktay Sinanoglu – Hedef Turkiye

Bugünlerde hep, yıllar önce gördüğüm bir kâbusu hatırlıyorum. 1960’lardaydı. Bir gece, ateşim de çıkmış, baygın gibi uyuyakalınca bir kâbus gördüm. Korkulu rüyamda kendimi 40 yıl sonra İstanbul’da buldum. Zaman değişmiş, sokakta yürüyorum, tüm dükkân isimleri İngilizce. Girip bir dükkâna sordum: Hayrola, bu dükkân kırk yıl evvel de vardı, ne oldu? Güzel bir isminiz vardı; Gül Bahçesi gibi bir şey. Şimdi Beauty Land olmuş. Yoksa el mi değiştirdi? Yeni sahibi Amerikalı mı? Hayır, dedi dükkâncı, o zaman babam vardı, ben oğluyum. Peki, bir çok iş yerinde de böyle adlar fark ettim. Tuhafıma gitti, yıllardır burada yoktum da. Muhatabım, yarı, İngilizce adları garipsediğime şaşırır, yarı da hafif hüzünlü bir ifâdeyle izah etti, eksik olmasın: Ben okuldayken bir ‘Kolej’, bir ‘Anatolia (Anadolu) Lisesi’ furyası başlamıştı; herkes çocuğunu, Türkçe ile eğitim yerine tüm derslerin İngilizce olarak verildiği okullara göndermeğe can atıyor, çoluk çocuk, giriş sınavlarına hazırlanıyoruz diye, akşam karanlıklarında, hafta sonları, dershaneler önünde sefil oluyorlardı. Babam Türk geleneklerine ve de Atatürk’e çok bağlı bir insandı, uzun müddet direndi. O okullara, ‘İngiliz taşoronu yerli Hıristiyan misyoner okulları’ diyordu. Orta okulda, ben Türk okuluna (yâni Türkçe eğitimli okula) gittim. Gerçi bundan çok utanıyordum; konu komşu, arkadaşlar, beni küçümsüyor, bazıları bu talihsizliğime acıyorlardı.


Liseye başlayacağımda, babam bir de baktı ki, Türk Lisesi kalmamış. Topunu İngilizce yapıvermişler. Mecburen ben de “The New Byzantium College”a gittim. Okul, devletin “Küresel Eğitim Bakanlığı”na aitti, nispeten ucuz. Fakat derslerden hiç bir şey anlamadığım, İngiliz edebiyatına, Amerikan ‘tarihine, Amerikan pop şarkıcılarının uyuşturucularla sona eren hayatlarına pek meraklı olmadığım için, kısa süre sonra okulu terk ettim. O gün bugün dükkânımızda çalışıyorum. Adı Ali’ymiş, ben hayretle, tedirginlikle dinliyorum. O da anlatacak adam arıyormuş herhalde. Bir çay getirdi, sallama Lipton çayı, yurt dışındayken nefret ettiğim, ne tadı, ne kokusu olan, plastik bardakta boya bir “çay”. Allah Allah, diyorum, bizim nefis Rize çaylarına ne oldu? Demedim tabii, ayıp olur. Sonradan öğrendim ki, çay üreticileri, “küreselleşme”, “özelleştirme”, “devleti küçültme” laflarıyla batırılmış, Tekel idaresi dağıtılmış. Bu çay bozuntusu da Amerika’dan ithal. Onu da herkes alamıyor, kaynatıp çay niyetine sıcak su içiyormuş halk.Ali, (adı da artık “Âly” diye yazılıyormuş, duvardaki İngilizce, belediyeden ruhsat tabelâsında gözüme ilişti), devam etti: Her gün basmyayında, ki çoğu yabancıların elindeydi, İngilizce bilmeyenin adam olmadığı, Türkçe diye bir dil kalmadığı, Afrika’daki kabilelerin dili gibi bir dil olduğu, küresel olmak için resmi dilimizin İngilizce’ye dönüştürülmesi gerektiği anlatılıp duruyordu. Çevremde bir tek babamın kahrolduğunu görüyordum.

Kimsenin umurunda değildi. Önce dergilerin, gazetelerin isimleri İngilizce oldu, sonra sayfalarının bazıları, derken tümü. Zaten içlerinde pek okunacak bir şey de yoktu ya. Okuyup kısmen anlayacak da azdı. TV’lerde öyle, bilgilendirici, ülke sorunlarının tartışıldığı, açık oturumlar, söyleşiler azaldı azaldı, sonunda tamamen kalktı. TV’ler tümüyle yabancı şirketlerin olmadan önce bile, öyle programların, hele Türk kültürü, tarihi, Kurtuluş Savaşı, Atatürk gibi konuların sessizce bir yerlerden yasaklandığını haber aldık. Açık saçık programlar, uyuşturucuya özendiren filimler, vahşi yaygaralardan ibaret yabancı “rock” müzikleri, yabancı bira ve alkollü içki reklâmları arttıkça arttı. Orta okul çocukları, gençler ellerinde, gazozdan daha ucuza satılan büyük bira şişeleriyle dolaşır oldular. Bir genç alkolikler ordusu türedi, uzun saçlı, küpeli, dövmeli, gece yarıları sokaklarda bağrışan bir ordu. Duruma itiraz edenler, meslek sahibi iseler, aforoz edilip bir kenara atıldılar. Yazanların, konuşanların bazıları, “irticacı”, “tedhişçi”, “yeni dünya düzeni karşıtı” gibi yaftalarla hapishanelere atıldılar. “Yahu nasıl olur? Yıllar önce ben buradayken hiç öyle şeyler yoktu, gençler saygılı, terbiyeliydi, dedim. “Ah, sorma Bey’im” dedi Ali, “daha neler oluyor, bilsen alışamazsın.” “Peki,” dedim, “ilk soruma dönersek, sizin dükkânın adı niye Türkçe olarak kalmadı? Babaoğul o kadar bilinçli olduğunuza göre. Kusura bakma, seni mahcup etmeğe çalışmıyorum.

” Ali: “Yok, iyi ki soruyorsun. Derdimi anlatacak kimseyi bulamıyorum” deyip ekledi: “Önce konu komşu esnaf özendi. Öyle ya, okula gitmişse yarım buçuk Tarzan İngilizce’sinden başka bir şey öğrenmemiş. Yalnız İngilizce bilen, adamdan sayılıyormuş ya, o da itibar kazanmak için, “kolej”e falan gitmiş olduğunu belirtmek için, veya öyle zannedilsin diye, dükkânının üstüne, çoğu kez mânâsını bilmediği bir takım İngilizce lâflardan tabelâ astı. Kısa sürede bu öyle yaygınlaştı ki, İstanbul’da Türkçe adlı dükkân, işyeri parmakla gösterilecek, sayılacak kadar azaldı. İşin garibi, memlekette, ata köyümüze kadar aynı durum olmuş. Babam direndi, illâ değiştirmeyeceğim diyor, “Ulan, burası sömürge oluyor” diye bağırıyor. Fakat bir gün, kapıya, kasketlerinde “New Byzantium Municipality” yazan, “Yeni Bizans Belediyesi” demekmiş , iki tane zabıta geldi; bize 2500 dolar ceza kestiler. Babam çırpınıyor, korkuyorum, kızıp götürecekler. “Sakin ol baba”, diyorum. Sonra bir hışım, “on gün içinde İngilizce tabelâ asmazsanız, dükkânınız kapatılacak ve müsadere edilecektir” deyip gittiler. Tanıdık bir avukata sorduk. “Aman hemen dediklerini yapın, yoksa işiniz kötü, bilinçli olarak direniyor derlerse hapse bile atılabilirsiniz. KKMF’nin (“Küresel Kraliyet Para Fonu”) üç ay evvel dayatıp apar topar geçirdiği yasalar arasında bu da var. Ha, ona göre!”.

Ne yapalım dövünmekten başka; üstelik bize hak verecek bir tanıdık bile bulamıyoruz. Sonunda biz de, bir sürü masraf edip, nah şu gördüğün rezil tabelâyı astık. Allah hâlimize acısın.” Vah vah, dedim Aly’e, ne diyeyim? Üzülme, Allah büyüktür, bu dünya kimseye kalmaz. Sonunda hainler er geç belâlarını bulacaklardır, gibilerden teselli etmeğe çalıştım, tabii kendimi de. Vedâlaşıp ayrıldım. Kadıköy iskelesine doğru yürüyorum. Belki denize bakarsam içime biraz huzur gelir. Yıllar önce denize nazır, kalabalık, tabureli çaycılar vardı. Kalmamış, simitçiler de görünmüyor. Yıkıntı bir duvar üstüne iliştim, bir iki tane yolcu motoru. O Şirketi Hayriye’den beri devam edegelmiş şehir vapurları da ortalıkta yok. (Bir ara birine sordum sonra, o da özelleştirildikten sonra batırılmış). Kadıköy’ün eski canlılığı yok. Melül melül dolaşan hirpanî bir kaç kişi.

Caddeler tenha. Arkadaki benzin durağının önünde kırık dökük, paslı, her biri en az on beş yıllık bir arabalar kuyruğu. Benzin bulunmuyormuş. Kışın da ahali bayağı bir yakıt sıkıntısı çekmiş. Neyse ki şimdi hava iyi. Gene sonradan sorduğum biri durumu aydınlattı: KKMF’nin dayattığı bir dizi yasa hemen geçmeyince, dış güçler hem taşyağını (yâni neft, petrol), hem de doğalgazı kesmişler. Âdi kömür, linyit bile bulunamamış, eskiden Türk Devi eti’nin olan tüm madenler arasında bunlar bile “özelleştirilip” yabancılara yok pahasına satılmış olduğundan. Onlar da linyiti bile vermiyor. Zaten artık, o eskiden bildiğim dış güçlerin tamamı “Küresel Kraliyet” tarafından idare ediliyormuş. Fakat sorduğum kişinin dediğine göre, hükümet yakınlarda KKMF’nin dayattığı son dizi yasaları da geçirivermiş de, sıkıntı biraz giderilecekmiş. Haber doğruysa. Bu basma güvenilmez diyor adam. Zaten KKMF de dayatmaları yapılınca daha borç veririz falan diye vaad edip edip, istediği olduktan sonra sözünü tutmazmış. Yeni bir dizi dayatmalarla gelirmiş. Böyle yapa yapa hiç bir şeyimizi bırakmamışlar.

En son yasalaşıveren dayatmalar arasında, resmî dilin “küresel ingilizce” (sulandırılmış Tarzan, yahut Afrika İngilizce’si demek oluyor) yapılması, gizlice çocuklara Türkçe öğretmeğe kalkışanlara ağır ceza müeyyideleri, Türkiye’deki Türkçe kent, kasaba, köy, dağ, dere, tepe isimlerinin Lâtincemsi ya da eski Yunanca’yı andıran İngilizce isimlere acilen çevrilmesi, şahıs ad ve soyadlarının ilk aşamada İngilizce imlâya göre yazılması zorunluluğu (“Aly”de olduğu gibi), kişisel arsa, bina, ev, veya apartıman dairesi konutlarına dolar cinsinden ağır vergiler konması, yabancıların bu mallan satın almak istemeleri hâlinde kendilerine öncelik tanınması, vb. Yeni bir dizi dayatma yasası da yoldaymış, vay canına. Çok yerde yabancılar için yerleşim bölgeleri seçilmiş, oralarda hükümet KKMF’den alacağı yeni kredilerle yabancılar için konutlar, daha alt tabaka yabancılar için de toplu konutlar inşa edecekmiş…. Yatakta ateş içinde sağa sola çırpınırken kan ter içinde uyandım. Ne kâbus, ne kâbus. Bari korkulu bir rüyadan ibâretmiş, diye sevindim ama, günlerce, aylarca bu kâbusun etkisinden kurtulamadını. 1960’lardan sonra, belki ’90’lara kadar kâbus zaman zaman aklıma geliyor, sanki o kâbusu bir daha yaşıyordum. Bir titreme alıyordu vücudumu. Son bir kaç yıldır artık unuttum zannediyordum Ama, son bir kaç aydır çok sık aklıma gelmeğe başladı. Bazan uyumadan önce âdeta niyetleniyorum: Bir rüya daha görsem, Türkiye’de tüm halkın uyandığını, milli birlik ve beraberliğin yeniden tesis ediliverdiğini, ulusal hedeflerin saptanıp oralara doğru devlet millet elele hızla yüründüğünü, şanlı tarihimize yaraşır itibar ve haysiyetimizi dünya yüzünde yeniden kazandığımızı düşlesem bari bu gece, diyorum. Nasip olur inşallah. Oktay Sinanoğlu 3 Mayıs 2001, Kadıköy HEDEF, PLAN, EĞİTİM, ARAŞTIRMA ve İktisâdın Çekici Gücü: BİLİM / TEKNİK 1 Oturum Başkanı: Devlet Planlama mensubu arkadaşlarım ve sayın basın mensupları: Malûmlarınız olduğu üzere bu yıl Devlet Planlama Teşkilatı 40’ıncı kuruluş yılını idrak edecektir. 2000 yılında bu vesileyle bir seri etkinlikler düzenliyoruz. Konferans türünde tertiplediğimiz etkinliklerin ikincisini Sayın Prof. Dr.

Oktay Sinanoğlu’nun konferansı ile sürdüreceğiz. Bugünkü toplantımız ülkemizin yetiştirdiği, insanlığın ufkunu açan ve çağdaş bilimin yaratıcılarından olan medarı iftahânmız Sayın Profesör Doktor Oktay Sinanoğlu’nün konferansı ile biraz daha aydınlanacak. Dünyamız gelişen bilimin ve teknolojinin öncülüğünde geçmişte hayal edilemeyen seviyelere yönelmiştir. Bu yönelişte işin bütün özü bilgi temelinde şekillenmektedir; bilginin ana unsurları olan bilim, teknoloji, yüksek öğretim, ve araştırma ile iktisadi unsurların en uygun bileşiminde yatmaktadır. Halkımızın arzu ettiği seviyelere gelinebilmesinin yolu aziz Atatürk’ün belirttiği gibi, “bilimin öncülüğünde olacaktır.” İşte halkımızın asırlardır düşündüğü ve ulaşmaya çalıştığı çağdaş seviyeyi bulabilecek araçları Sayın Sinanoğlu gibi insanlığın müstesna değerlerinin yorumlarıyla çok daha sağlıklı ve dinamik olabilecektir. Kendisine şimdiden şükranlarımızı sunarken, insanlığa daha büyük hizmetler vermesini diliyorum. Kendisine sözü aktarmadan önce özgeçmişi hakkında sizlere kısa bilgi arz etmek istiyorum. Sayın Profesör Doktor Oktay Sinanoğlu; dünyanın en genç yaşta profesör olmuş kişisi ve Nobel adayı. 1953 yılında Ankara ‘da TED ‘in Yenişehir Lisesini birincilikle bitirdi. O zaman lisenin eğitim dili tamamen Türkçe ‘ydi, takviyeli yabancı dil dersleri vardı, sonradan kolej oldu. TED tarafından Amerika ‘ya burslu Kimya Mühendisliği için gönderildi. 1956 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley ‘de Kimya Mühendisliğini birincilikle bitirdi. 1957’de Amerika Birleşik Devletlerinde MİT’den Birincilikle Yüksek Kimya Mühendisi oldu. Alfred Sloan ödülünü aldı.

1959 ‘da Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley’de; Kuramsal Kimya Doktorasını yaptı, doktorasını yaparken iki ödül kazandı. 19591960 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri Atom Enerjisi Merkezinde araştırmalar yaptı. 1961’de hem Hanvard, hem de Yale ‘de kendisinin yeni Nicem (“Kuvantum “) Kim yası ve fiziği üzerine teorileri hakkında üst düzey derslerde yeni buluşlarını anlattı. 1962 yılında Batı’nın 300 yılda en genç profesörü oldu (26 yaşında Yale Üniversitesinde; 1962 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi mütevelli heyeti yalnız Oktay Sinanoğlu’na mahsus olmak üzere kendisine Danışman Profesör unvanını verdi. Türkiye ‘de de kuramsal kimya bölümünü kurdu. Ortadoğu Teknik Üniversitesinde eğitimin Türkçe olması için uğraş verdi Ama, tabiî olmadı. 1964’de Moleküler Biyoloji konusunda ikinci kürsüsüne Yale Üniversitesi’nde atandı. 1973’te Almanya’nın en yüksek Aleksander von Humboldt Bilim Ödülünü ilk kazanan kiŞ* oldu. 1975’te Japonya’nın Uluslararası Seçkin Bilimci Ödülünü kazandı; yine 1975 yılında özel kanunla Oktay Sinanoğlu ‘na ilk ve tek, Türkiye Cumhuriyeti Profesörü unvanı verildi. 1976’da Japonya’ya Türkiye Cumhuriyeti Özel Elçisi olarak gönderildi. Kendisi TürkJapon kültür, bilim ve eğitirfl ilişkilerinin temellerini atmıştır. Amerika Bilim ve Sanat Akademisinin ilk ve tek Türk üyesidir. Hindistan ‘m Devlet Misafiri olarak, Hintli Bafanlarla ve Cumhurbaşkanıyla görüşmüştür. Meksika ‘da aynı seviyede Üçüncü Dünya Bağımsızlığı için çalışmıştır. 1962 ‘den günümüze dek ilk TÜBİTAfC Bilim Ödülünü, ilk Sedat Simavi ödülünü, 1992 ‘de Bilgi Çağı, 1995 ‘te İLESAM Üstün Hizmet Ödülünü, ayrıca Yılın Fikir Adamı, Yılın Bilim A(faifli ödüllerini aldı.

Yıldız Teknik, Yesevi Kazakistan ve benzeri birçok kuruluşta profesör, mütevelli heyeti üyesi, Atatürk Kültür Kurumu aslî üyesidir. 250 kadar uluslararası bilimsel yayını, bilim kuramları, çeşitli dillere çevrilmiş kitapları vardır. Türkiye ‘de de Türkçe pekçok yayın yapmıştır. Değişik ülkelerde iki kez Nobel ‘e aday gösterilmiştir. Şimdi sözü bu değerli hocamız, medarı iftiharımız olan Sayın Profesör Doktor Oktay Sinanoğlu’na bırakıyorum, buyurun Sayın hocam. Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu: Çok teşekkür ederim. Hedefsiz plân olmaz. Plân için araştırma gerekli. Araştırma için de ciddî bir eğitim düzeni. İktisâdın başını yeni teknolojiler çekiyor. Teknolojiyi bilimsel buluş ve gelişmeler beslemekte. Gene araştırma, gene eğitim. Ülkelerin Hedefleri Her ülkenin hedefleri var.

Devletler bu hedeflere doğru yürünmesinde öncülük ediyor. Peki, Amerika’dan bize ihraç edilen bütün “devleti küçültme”, “özelleştirme”, “küreselleşme”, “serbest piyasa” edebiyatına bakarak A.B.D.’nin hedefleri olmadığına, devletinin bu işlere karışmadığına mı hükmetmeliyiz? ABD’nin de hedefleri var mı? Bir örnekle başlayalım: Biliyorsunuz, bundan 40 yıl önce ilk bilgisayarlar koskoca bir oda büyüklüğünde, milyonlarca dolar maliyetinde devâsâ şeylerdi.; vakum tüpleri o kadar ısı çıkarırdı ki, mekân sıcaklığının çok hassas bir şekilde denetlenmesi gerekirdi. Kapıyı bir açsan kapasan en cüz’î sıcaklık değişikliği bilgisayarın kendini kapatmasına yol açardı. Biz bilimde bunlarla başladık. Yirmi yıl sonra, bir baktık, Elma (“Apple”) bilgisayarı çıktı, daktilo makinesi kadar. Tabii o çıktıktan sonra birkaç yıl sürdü bunun ve PC’nin yayılması ve hakikaten sonunda herkesin bir bilgisayarı oldu. Türkiye de neredeyse o hâle geldi. Anadolu’yu dolaşırken görüyoruz, “kuş uçmaz, kervan geçmez yerde”, dağın tepesinde bir kasabada internet kafe var. Türkiye, dünyanın her yeri gibi gelişiyor. Bu gelişmelere yol açan ne oldu? Bilgisayarın böyle ufalıp, ufaldığı da ne, iki salon dolusu bilgisayarın yaptığının, bugün elimizdeki defter bilgisayar, yüz mislini, bin mislini yapıyor. Tabii bu gelişmeye yol açan Kennedy oldu,.

J. F. Kennedy. O zaman hoppala diyeceksiniz; Kennedy 1963’de vuruldu biliyorsunuz, bunların çıkması ise 1980’den sonra. Kennedy’nin ne dahli var bunda”? Bu serbest piyasa, herkes bildiğini okur, kovboy ülkesi Amerika zannedilen yerde hiç öyle olmadığını anlatmak için söylüyorum ve uca planlamaya dayanıyor. Kennedy milletine hedef gösterdi; dedi ki: “10 yıl içinde aya gideceğiz”. O zamanlar herkes, “Olur mu?” dediyse de, Kennedy bu hedefi gösterdi. Kaynak sağlandı; büyük çapta ve birçok sanayi, birçok üniversite,birçok araştırıcı, herkes, hedef için gerekli olan bir sürü bilim ve teknolojileri geliştirmek üzere çalışmaya başladı. Şimdi, füzeleri göndermek için biliyorsunuz bir güdüm sistemi lâzım ve bunu da yönetecek bilgisayarlar lâzım. Şu iki oda dolusu bilgisayarı füzeye koyarsak yerinden kımıldayamaz, onun için küçük olması gerekiyordu. O sıralarda zaten “geçirgeç” yani “transistor” icat edilmişti; onu da kullanarak çok küçük, ama güçlü bilgisayarlar yapıldı, bu uzay meselesi için, ve bu gelişme sırasında bir sürü yan sanayii doğdu, bir sürü yan gelişme oldu., Ay’la hiç alâkası olmadığı hâlde. Birey ve Toplum için hedefin önemi “Hedef lâfı bana bir yerde okuduğum bir Musevi atasözünü hatırlatıyor. Diyor ki, “Ülküler bir yıldıza benzer, belki o yıldızı tutamazsın ama oraya doğru yürürsün”. İnsanoğlu ve insan topluluklarının bir özelliği var: Böyle bir topluluğa topyekûn gidecekleri bir hedef gösterildiği zaman ve buna inandıkları zaman o insan topluluğu, toplumlar, olağanüstü işler beceriyorlar.

Bizim tarihimiz de bunlarla doludur. Oralara doğru herkes yürürse, o millet çok büyük işler başarıyor. Ama böyle insanların kendileri dışında bir ülküleri ve topyekûn inandıkları ve oraya doğru gitmek istedikleri bir hedefleri olmadığı zaman aynı insan topluluğu, tek tek her ferdi sadece kendi çıkarı peşinde koşan, darmadağın, birbiriyle uğraşan, üniversitesiyse üniversitesinde sadece birbirine fesatlık, dedikodu, fitnecilik yapan, başka hiçbir şeye merakı olmayan, insan kalabalığından ibaret bir hâle geliyor. Bunun böyle olacağı adetâ bir tabiat kanunu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir