Oliver Sacks – Tugsten Dayı – Kimyasal Bir Çocuğun Anıları

Çocukluk anılarımın birçoğu metallerle ilişkilidir; metallerin, doğduğumdan beri benim üzerimde güçlü bir etkisi vardı sanki. Parlak, ışıltılı, gümüşi görünümleri, pürüzsüzlükleri ve ağırlıklarıyla diğer maddelerden ayrılır, dünyanın çeşitliliği içinde dikkati çekerlerdi. Dokunduğunuzda serindiler ve vurduğunuzda çınlarlardı. Altının sarı rengine ve ağırlığına bayılırdım. Annem parmağındaki alyansı çıkarıp bir süre elimde tutmama izin verir, saflığını, asla kararmadığını anlatırdı. “Bak, ne kadar ağır,” derdi. “Kurşundan bile ağır.” Kurşunun ne olduğunu biliyordum, çünkü tesisatçının bıraktığı ağır, yumuşak boruyu ellemiştim. Annem altının da yumuşak olduğunu, bu yüzden sertleştirmek için genellikle başka bir metalle karıştırıldığını söylemişti. Bakır da öyleydi; kalayla karıştırılınca tunç elde ediliyordu. Tunç! Kelimenin kendisi bile benim için bir borazandı adeta, çünkü savaş, tuncun tunca cesurca çarpışı, tunçtan kalkanlara çarpan tunçtan mızraklar, Akhilleus’un ünlü kalkanı demekti. Annemin dediğine göre, bakır çinkoyla karıştırıldığında ise, pi7 rinç elde edilirdi. Hepimizin -annemin, ağabeylerimin ve benim- kendimize ait, pirinçten Hanukka menora şamdanlarımız vardı. (Babamın şamdanı gümüştendi.) Bakırı, mutfağımızdaki kocaman bakır kazanın parlak pembe rengini biliyordum; sadece yılda bir kez, bahçedeki ayvalarla ekşi elmalar olgunlaştığında aşağı indirilir, annem onları kaynatıp marmelat yapardı.


Çinkoyu da biliyordum: Bahçedeki mat, mavimsi kuş kurnası çinkodandı; kalayı ise, pikniğe giderken sandviçlerin sarıldığı kalın folyodan tanıyordum. Annem, kalayın ve çinkonun, büküldüğünde kendine has bir “çığlık” attığını göstermişti. “Kristal yapısındaki deformasyondan ötürü,” demişti, beş yaşında olduğumu ve söylediklerini anlayamayacağımı bir an unutarak; yine de sözleri beni büyülemiş, daha fazla öğrenme isteğiyle doldurmuştu. Bahçede dökme demirden devasa bir çim düzleme makinesi vardı; babam iki yüz elli kilo ağırlığında olduğunu söylerdi. Biz çocuklar onu kımıldatamazdık, ama çok kuvvetli olan babam, yerden kaldırırdı. Hep biraz paslıydı, bu da beni rahatsız ederdi, çünkü pas tabakalar halinde soyulur, küçük oyuklar, kabuklar oluşurdu; günün birinde makinenin tamamının çürüyüp parçalanarak kırmızı tozdan ve pas tabakalarından bir yığına dönüşmesinden korkardım. Metalleri altın gibi sağlam, zamanın kayıplarına ve tahribatına karşı koyabilen maddeler olarak görmek istiyordum. Bazen nişan yüzüğünü çıkarıp üzerindeki pırlantayı göstersin diye anneme yalvarırdım. Hayatta gördüğüm en parıltılı şeydi, emdiği ışıktan daha fazlasını dışarıya saçıyordu sanki. Camı nasıl kolaylıkla çizdiğini gösterirdi annem, sonra da dudaklarıma değdirmemi söylerdi. Garip, şaşırtıcı bir soğukluğu vardı; metaller dokununca ele serin gelirdi, ama pırlanta buz gibiydi. Annem pırlantanın ısıyı çok iyi -herhangi bir metalden daha iyi- ilettiğini, onun için de dudaklara değdirildiğinde vücudun ısısını çektiğini söylerdi. Bu ileride hiç unutmayacağım bir duyguydu. Bir keresinde de, annem pırlantayı bir kalıp buza değdirince, elin ısısının nasıl çekildiğini, buzun tereyağı gibi kesiliverdiğini göstermişti. Pırlantanın, kışın her odada kullan8 <lığımız kömür gibi, karbonun özel bir şekli olduğunu söylemişti.

Buna çok şaşırmıştım; siyah, tabakalara ayrılan, ışığı geçirmeyen kömürle annemin yüzüğündeki sert, şeffaf mücevher nasıl aynı şey olabilirdi? Işığa, özellikle annemin cuma akşamları bir dua mırıldanarak yaktığı Sebt mumlarının ışığına bayılırdım. Mumlar yan­ . dıktan sonra onlara dokunmam yasaktı; mumların ve alevlerinin kutsal olduğu, onlarla oynanamayacağı söylenmişti bana. Mumun ortasındaki küçük mavi alev konisi beni büyülerdi; niçin maviydi? Evimizde kömür ateşi yakılırdı; sık sık ateşin ortasına bakar, soluk kırmızı bir parıltıdan turuncuya, sarıya dönüşmesini seyreder, sonra da neredeyse akkor haline gelinceye kadar körüklerdim. Acaba yeterince ısınsa mavi yanar mı, mavi-kor olur mu diye merak ederdim. Güneş ve yıldızlar da aynı şekilde mi yanıyordu? Neden hiç sönmüyorlardı? Neden yapılmışlardı? Dünyanın çekirdeğinin kocaman, demir bir toptan oluştuğunu öğrenince rahatlamıştım; sağlam, güvenilir bir şeye benziyordu. Biz insanların da, güneşi ve yıldızları oluşturan elementlerden meydana geldiğimizi, benim atomlarımdan bazılarının belki de eskiden uzak bir yıldızda olduğunu öğrenince sevinmiştim. Ama aynı zamanda korkmuştum; atomlarımın ödünç alınmış şeyler olmaları, banyoda gördüğüm ince talk pudrası gibi her an dağılıverebileceklerini düşünmek beni korkutuyordu. Annemle babamı sorularla bunaltırdım. Renkler nereden çıkmıştı? Annem ocağı yakmak için neden ocağın üstünde asılı duran platin halkayı kullanıyordu? Çaya şeker karıştırdığımızda şekere ne oluyordu? Nereye gidiyordu? Su kaynayınca niçin kabarcıklar çıkıyordu? (Kaynamak üzere ocağın üstüne konan suyu seyretmekten, kabarcıklar patlamadan önce kızgın suyun titreşmesini görmekten hoşlanırdım.) Annem bana başka harikalar da gösterirdi. Cilalı sarı kehribarlardan yapılmış bir kolyesi vardı; Üzerlerini sürttüğünde, küçük kağıt parçalarının nasıl havalanıp kehribara yapıştığını gösterirdi. Ya da elektriklenen kehribarı kulağıma tutardı; minik bir çatırtı, bir kıvılcım işitir ve hissederdim. 9 Biri benden dokuz, öteki on yaş büyük olan ağabeylerim Marcus ve David mıknatıslardan hoşlanır, bana marifetlerini gösterirlerdi; üzerinde toz halinde demir talaşı bulunan bir kağıdın altında mıknatısı gezdirirlerdi. Mıknatısın iki kutbundan yayılan olağanüstü şekillerden hiç bıkmazdım.

“Bunlar kuvvet çizgileri,” diye açıklardı Marcus, ama ben bir şey anlamazdım. Sonra ağabeyim Michael’ın bana verdiği kristalli radyo vardı; yatağımda yüksek sesli ve net bir istasyon buluncaya kadar kristalin üstündeki teli oynatırdım. Bir de ışıklı saatler vardı; ev bunlarla dolup taşardı, çünkü Abe Dayım ışıklı boyaları geliştiren öncülerden biriydi. Bunları da kristalli radyom gibi gece yatağımın içine, özel, gizli mahzenime sokardım; çarşaflardan oluşan mağaramı ürkütücü, yeşilimsi bir ışıkla aydınlatırlardı. Bütün bunlar -sürtülen kehribar, mıknatıslar, kristalli radyo, bitmek bilmez parıltılarıyla saat kadranları- bende görünmez ışınlar ve kuvvetlere ilişkin bir duygu, bildik, görünür renkler ve görünümler dünyasının ardında karanlık, saklı bir esrarengiz yasalar ve olgular dünyası bulunduğu izlenimi uyandırıyordu. Sigorta attığı zaman, babam mutfak duvarında, yüksekte asılı porselen sigorta kutusuna tırmanır, hangi sigortanın atmış olduğunu bulur ve erimiş olan teli tuhaf, yumuşak bir telle değiştirirdi. Bir metalin eriyebileceğini hayal etmek zordu – sigortalar gerçekten bir çim düzleme makinesiyle veya teneke kutuyla aynı malzemeden yapılmış olabilir miydi? Babam, sigortaların özel bir alaşımdan, kalay, kurşun ve başka metallerin karışımından yapıldığını söylüyordu. Bu metallerin her birinin erime noktası görece düşüktü, ama alaşımın erime noktası daha da düşüktü. Bunun nasıl olabildiğini merak ediyordum. Bu yeni metalin tuhaf derecede düşük erime noktasının sırrı neydi? Hem elektrik neydi, nasıl akıyordu? Aynı şekilde iletilebilen ısı gibi, bir tür sıvı mıydı? Niçin metalin içinden akıyordu da porselenden akmıyordu? Bu da bir açıklama gerektiriyordu. Sorularımın sonu yoktu; her konuya değiniyor, ama dönüp dolaşıp saplantıma, metallere geliyorlardı. Niçin parlaktılar? 10 Niçin pürüzsüzdüler? Niçin serindiler? Niçin serttiler? Niçin ağırdılar? Niçin bükülüyorlardı da kırılmıyorlardı? Niçin çınlıyorlardı? Niçin çinko ve bakır ya da kalay ve bakır gibi iki yumuşak metal birleştiğinde daha sert bir metala dönüşüyordu? Altına altınlığını veren neydi ve niçin asla kararmıyordu? Annem çoğunlukla sabırlıydı ve açıklamaya çalışırdı, ama sonunda, sabrını taşırdığımda, “Benim sana anlatabileceklerim bu kadar; daha fazlasını öğrenmek için Dave Dayı’ na sorman gerekiyor,” derdi. Ona kendimi bildim bileli Tungsten Dayı derdik, çünkü filamanları ince tungsten telinden ampuller imal ederdi. Şirketinin adı Tungstalite’tı; onu sık sık Farringdon’daki eski fabrikada ziyaret eder, kıvrık yakalı gömleğinin kolları sıvanmış halde çalışmasını seyrederdim. Ağır, koyu renkli tungsten tozu preslenir, çekiçle dövülür, kor halinde sinterlenir ve sonra filamanlar için giderek incelen teller haline çekilirdi.

Dayımın elleri siyah tozla çizik çizikti, yıkamayla temizlenmesi imkansızdı (üstderisinin tamamen yüzülmesi gerekirdi, ki bu bile yeterli olmayabilir izlenimi uyandırırdı). Otuz yıldır tungsten işlediğine göre, ağır elementin ciğerlerine, kemiklerine, bütün damarlarına ve iç organlarına, vücudunun bütün dokularına sızmış olduğunu düşünürdüm. Bu benim gözümde bir lanet değil, bir mucizeydi; güçlü element vücuduna zindelik ve kuvvet veriyor, neredeyse insanüstü bir güç ve dayanıklılık kazandırıyordu. Ne zaman fabrikaya gitsem bana makineleri gösterir veya ustabaşını beni gezdirmekle görevlendirirdi. (Ustabaşı kısa boylu, kaslı bir adamdı, çok iri kolları olan bir Temel Reis’ti, tungsten işlemenin yararlarının elle tutulur bir kanıtıydı.) Daima tertemiz, parlak, yağlanmış olan o güzel, maharetli makineleri ve siyah tozun, sıkıştırılarak dağınık bir tutarsızlıktan yoğun, sert, gri parıltılı külçelere dönüştürüldüğü fırını seyretmeye doyamazdım. Dave Dayım fabrikaya gittiğimde, bazen de evde, küçük deneylerle bana metaller hakkında bilgi verirdi. Cıvanın, o tuhaf, sıvı metalin inanılmaz derecede ağır ve yoğun olduğunu biliyordum. Dayım cıva dolu bir çanakta kurşundan bir mermi11 yi yüzdürerek, kurşunun bile cıvanın üstünde yüzdüğünü göstermişti bana. Ama sonra cebinden küçük, gri bir külçe çıkarmıştı; bunun derhal dibe çöktüğünü görüp şaşırmıştım. İşte bunun, kendi metali, yani tungsten olduğunu söylemişti. Dayım, işlediği tungstenin yoğunluğuna, ısıya dayanıklılığına, yüksek kimyasal kararlılığında hayrandı. Tungsteni, telleri, tozunu, ama en çok da ağır küçük külçeleri ellemekten hoşlanırdı. Onları okşar, elinde (bana kalırsa şefkatle) tartardı. “Dokun şuna Oliver,” deyip bir külçe uzatırdı bana.

“Yeryüzünde sinterlenmiş tungstenin hissi hiçbir şeyde yoktur.” Küçük külçelere vurduğunda tok bir tınlama duyulurdu. “Tungstenin sesi gibisi yoktur,” derdi Dave Dayı. Bunun doğru olup olmadığını bilmiyordum, ama hiç şüphe duymamıştım. Neredeyse en küçük evladın en küçük evladı olarak (ben dört kardeşin en küçüğü, annemse on sekiz kardeşin on altıncısıydı), büyükbabamdan yüz yıl kadar sonra doğmuş ve onu hiç görmemiştim. Mordechai Fredkin, 1837 yılında, Rusya’nın küçük bir köyünde doğmuştu. Gençliğinde Kazak ordusuna zorla alınmamayı başarmış ve soyadı Landau olan, ölmüş bir adamın pasaportuyla Rusya’ dan kaçmıştı; henüz on altı yaşındaydı. Marcus Landau adını kullanarak Paris’ e, ardından Frankfurt’ a gitti ve orada evlendi (karısı da on altı yaşındaydı). İki yıl sonra, 1855’te, ilk çocuklarıyla birlikte İngiltere’ ye göç ettiler. Annemin babası, herkesin dediğine göre, maneviyata ve maddiyata eşit derecede eğilimli bir adammış. Meslek olarak çizme ve ayakkabı imalatçılığı, şohetlik (kaşer kasaplık) ve daha sonra bakkallık yapmıştı, ama ayrıca İbranice alimi, mistik, amatör matematikçi ve mucitti. Zihinsel yelpazesi genişti. 1888- 1891 yılları arasında evinin bodrum katında The Jewish Standard adlı bir gazete yayımlamıştı; yeni aeronotik bilimiyle ilgilenerek Wright kardeşlerle mektuplaşmış ve 1900’lerin başında Londra’ya geldiklerinde (dayılarımın bazıları bu olayı hatırlıyordu) onları evinde ağırlamıştı. Teyzelerimle dayılarım, çetrefilli aritmetik hesaplarına tutkun olduğunu anlatırlardı; hesapları küvette uzanmış halde, zihinden yaparmış. Ama her şeyden çok ilgisini çeken, lamba -madenciler için emniyet lamba12 lan, araba lambaları, sokak lambaları- icat etmekti; 1870’lerde bunların birçoğunun patentini almıştı.

Pek çok konuda kendi kendini yetiştirmiş bir adam olan büyükbabam, eğitime -ve bilhassa bilimsel eğitime- tutku derecesinde düşkündü; bütün çocuklarının, yalnız dokuz oğlunun değil, dokuz kızının da eğitimine büyük önem verdi. Belki bu yüzden, belki de babalarının tutkulu heyecanlarını paylaştıkları için oğullarından yedisi, kendisi gibi matematiğe ve doğa bilimlerine yöneldi. Buna karşılık kızlarının çoğu beşeri bilimlere -biyolojiye, tıbba, eğitime, sosyolojiye- yöneldi. İkisi okullar kurdular. İkisi öğretmendi. Annem başlangıçta doğa bilimleriyle beşeri bilimler arasında kararsız kalmıştı; gençliğinde özellikle kimya ilgisini çekiyordu (ağabeyi Mick kimyacı olarak çalışmaya yeni başlamıştı), ama sonra anatomi uzmanı ve cerrah oldu. Doğa bilimlerine olan sevgisi, yakınlığı hep devam etti, meselelerin derinine inme, açıklama arzusunu hiç kaybetmedi. Dolayısıyla, çocukken sorduğum binbir soruya sabırsızca, kestirip atarak değil, özenle, (çoğunlukla anlayamasam da) beni büyüleyen cevaplar verilirdi. Küçüklüğümden beri soruşturmaya, araştırmaya teşvik edildim. Bunca teyzem ve dayım (iki de halam ve bir amcam) olduğundan, kuzenlerimin sayısı neredeyse yüzü buluyordu; ailenin (uzak Amerika, Kıta Avrupası ve Güney Afrika kolları hariç) büyük çoğunluğu Londra’ da yerleşik olduğu için de, çeşitli ailevi nedenlerle sık sık kabile halinde bir araya gelirdik. Geniş aile duygusu kendimi bildim bileli tanıdığım ve sevdiğim bir şeydi ve tıpkı Yahudi ya da İngiliz oluşumuz gibi, soru sormanın, “bilimsel” olmanın bizim işimiz, aile işi olduğu duygusuyla iç içeydi. Kuzenler arasında ben en küçüklerden biriydim -Güney Afrika’ da benden kırk beş yaş büyük kuzenlerim vardı- ve bu kuzenlerden bazıları mesleğe atılmış doğabilimciler veya maternatikçilerdi; benden biraz büyük olanlar da şimdiden bilim aşığıydı. Biri çiçeği burnunda bir fizik öğretmeniydi; üçü üniversitede kimya okuyordu ve erken gelişmiş on beş yaşındaki bir kuzenim, matematik konusunda gelecek vaat ediyordu. Hepimizin az veya çok büyükbabama çektiğini düşünüyordum ister istemez.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir