Oral Sander – Siyasi Tarih 2 – 1918-1994

1919’da başlayıp 1939’da patlak veren İkinci Dünya Savaşı ile biten iki savaş arası dönemi, Avrupa’nın ve sonra dünyanın bir dünya savaşından başka bir dünya savaşına gidişini hazırlayan dönemdir. Bu dönemin gerçekten talihsiz kuşağı iki acımasız boğazlaşmayı birbiri ardına yaşamıştır. Bugün bizler 1945’ten beri ilk ikisine benzer bir dünya savaşını yaşamadık. Ancak çoğumuzda “Acaba üçüncü dünya savaşı çıkar mı?” sorusuyla belirlenen bir endişe de yok değil. Tarihçi falcı olmadığına göre, bu soruya kesin bir yanıt bulmak mümkün değil. Ancak geleceği kestirecek tek akıl geçmişte yattığına göre, bize yakın olan İkinci Dünya Savaşı’nın öncesini iyi bilmemiz gerekiyor. Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren barış düzenlemelerinin içine, başka bir büyük savaşı oluşturan unsurların nasıl konduğu, bunların savaşın çıkışını nasıl etkilediği, saldırgan devletlere karşı diğer “barışçı” devletlerin nasıl etkili bir cephe oluşturamadıkları ve Avrupa devlet adamlarının yakın tehdit ve tehlikeler karşısındaki aymazlıklarını incelemek herhalde ilginç olacaktır. Ancak bu önemli ve derslerle dolu dönemin incelemesine geçmeden önce, genel ve kısa olarak, dönemi etkileyen barışa yönelik unsurları görmek yerinde olur. Bir kere, Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren barış antlaşmalarındaki haksızlık ve adaletsizlikler, 1919’u izleyen yılların dünya politikasını büyük ölçüde biçimlendirmiş ya da en azından etkilemiştir. Etkilerini bugün bile gördüğümüz aksaklıklar vardır. İkincisi, İtalya’nın savaş sonrasındaki düş kırıklığı, yani kendisine gizli anlaşmalarla “söz verilen” yerlerin çoğunu ele geçirememesi, bu devletin iki savaş arası dönemdeki saldırgan politikasının temeli olacaktır. İtalya’nın Avrupa’da genişleyebilmesi için İngiltere ve Fransa ile birlikte hareket etmesi, Afrika’da genişleyebilmesi içinse bu iki devlete karşı çıkması gerekiyordu. İtalyan dış politikasındaki bu çelişki, Güney Avrupa ve Afrika’daki çatışmaların anlaşılmasında yardımcı olacaktır. Üçüncü olarak, İngiltere’nin savaş öncesi dönemdeki “denge politikasını” savaş sonrasında sürdürememesi de Avrupa’daki uluslararası gelişmeleri etkilemiştir. Dördüncüsü, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan güç dengesinin temel öğesi haline gelen ABD’nin Milletler Cemiyeti’ne girmeyişi ve büyük ölçüde bu yüzden Avrupa sorunlarından uzak kalışı, Avrupa düzenini önemli bir güvenceden yoksun ve bugünün Birleşmiş Milletler’inin öncüsü olan Milletler Cemiyeti’ni güçsüz bırakmıştır.


Bu da güç dengesinin kolayca bozulmasını sağlamış ve İngiltere’nin Avrupa sorunlarında bir denge unsuru olmasını engellemiştir. Son olarak, devrim yüzünden Sovyetler Birliği’nin de Avrupa’dan göreli olarak uzak kalışı iki savaş arası dönemini etkileyen bir unsur olmuştur. 1 Bütün bunların dışında, iki savaş arası dönemin önemli özelliklerinden biri de şudur: 1919 yılının öncesinde Fransa’ya karşı kurulan ittifaklar zincirinin temel halkası Almanya iken, 1919’dan sonra bir Alman intikamına karşı kurulan ittifakların temel halkası Fransa oldu. Bu unsurların ve özelliklerin ışığı altında, iki savaş arası dönemi üç ana başlık altında incelenebilir: (i) Barış Antlaşmalarının Korunmaya Çalışılması Dönemi (1919-1924): ABD Milletler Cemiyeti’ne girmeyip Fransa’nın da önayak olduğu savunma antlaşmalarını onaylamayınca, Fransa Almanya’nın doğu ve güney komşularıyla çok yönlü ittifak antlaşmalarına girmişti. Fransa’nın amacı, Versailles’ı, yani Avrupa haritasında Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan üç büyük değişikliği korumaktı: Almanya ile Sovyetler Birliği’nin toprak kayıplarıyla Avusturya-Macaristan İmparatorluğumun dağılmış hali. (ii) Lokarno Dönemi (1925-1930): Bu, artan istikrar ve azalan gerginlik dönemidir ve iki savaş arası dönemin “altın yılları” olarak anlatılabilir. Bunun temel nedeniyse Fransa’nın verdiği ödünler sonucunda kısa bir süre için gerçekleşen Fransız-Alman yakınlaşmasıdır. 2 Gerginliği azaltan olaylar zinciri, 1925 tarihli Lokarno Antlaşmaları, 1928 Briand-Kellogg Paktı, 1929 Young Planı ve 1930 Londra Deniz Silahlarını Sınırlandırma Konferansıdır. (iii) Yıkılma Dönemi (1930-1939): Uluslararası düzenin yıkılmasının temelinde, Lokarno döneminde ortadan kaldırılamayan Fransız-Alman düşmanlığı yatmaktadır. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı’ndan önce olduğu gibi. Yıkılmayı kolaylaştıran temel unsur ise Fransa ile İngiltere arasındaki görüş farklılıklarıdır. İngiltere’ye göre Avrupa barışı Almanya’nın haklı isteklerini en alt düzeyde kabul eden yeni bir Avrupa statükosuna dayanmalıydı. Fransa’ya göreyse Fransa’ya saldırmaya cesaret edememesi için büyük ittifaklar sistemi gerekliydi ve Almanya’ya hiçbir ödün verilmemeli, Versailles sistemi sonuna kadar savunulmalıydı. Ancak 1935’ten sonra Almanya’nın oldubittilerine karşı hemen hemen hiçbir tedbir alınamaması, Fransa’nın bu düşüncelerini etkisiz hale getirecek ve Alman saldırganlığı sonucu İkinci Dünya Savaşı çıkacaktır. II.

BARIŞ ANTLAŞMALARININ KORUNMASI DÖNEMİ (1919-1924) Fransa’nın Güvenlik Sistemi 1919’u izleyen yıllarda Avrupa sınırlarını etkileyen en önemli unsur, Fransa’nın Almanya karşısında duyduğu derin güvensizlik ve bunun sonucu olarak, güvenliğini sağlama isteğidir. Fransa, Almanya’ya yenildiği 1871 yılından beri Almanya karşısındaki zayıýığının bilincindeydi. Fransa’ya göre bu zayıflığı ortadan kaldırmanın iki yolu vardı: (i) Fizik Garantiler: Bu politika Batı’ya doğru harekete geçecek her gücün ve bu arada Almanya’nın geçmesi gereken Ren bölgesi ve köprülerine sahip olmak biçiminde somutlaşmaktaydı. Ancak ABD konuya ilgi göstermedi ve Fransa’nın öteki savaş müttefikleri bu durumda beş milyon Alman, Fransız yönetimi altına gireceği için, yeni bir “AlsaceLorraine yaratmamak” düşüncesiyle, böyle bir åzik garantiyi reddettiler. Fransa åzik garanti aramakla bir yere varamayacağını anlayınca ikinci yolu denedi. (ii) İttifaklar Sistemi: Fransa, 1925 yılına kadar Almanya’yı çevreleyen küçük devletlerle ittifaklar sistemi kurmaya girişti. Belçika ile 7 Eylül 1920’de, Polonya ile 19 Şubat 1921’de ittifak antlaşmaları imzaladı. Ayrıca, Macaristan ve Bulgaristan’ın barış antlaşmalarına karşı duydukları hoşnutsuzluktan çekinen ve statükocu devletlerden olan Çekoslovakya, Yugoslavya ve Romanya ile saldırıya karşı birbirlerine danışmayı öngören anlaşmalar yaptı. Almanya’nın Durumu Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında başarısız olan barışçı girişimler, on dokuzuncu yüzyılın en etkili akımı olan liberalizmin iýasını ilan etmişti. Bu durumda yönetici güçlere karşı tepki ancak iki yönden gelebilirdi: Komünizm ve tutuculuk. Üç devletin, yani Almanya, İtalya ve Sovyetler Birliği’nin iç gelişmelerinin altında yatan temel unsur budur. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda hemen hemen yenilen her devlette, on dokuzuncu yüzyılın liberal akımının etkisiyle, demokratik anayasalar kabul edildi, daha doğrusu yenenlerce kabul ettirildi. Almanya’da da, ama bir iç savaş sonucunda, böyle oldu. 1. Weimar Anayasası 1918 Kasımındaki silah bırakışması, imparatorluğun yıkılması ve cumhuriyet rejiminin kurulması, yenik çıkılan bir savaşın sonunda olupbittiye getirilmişti ve halkın gerçek isteklerine de pek uymamaktaydı.

Ancak, bu olupbittiden sonra, Alman Sosyal Demokratları yeni rejime sahip çıktılar. Hemen silah bırakışmasından sonra Almanya’da üç devrimci odak noktası belirmişti. Kiel’de kentin işçi ve denizcileri bir “işçiler ve askerler konseyi” kurarak merkezi otoriteye karşı çıktılar. Bu durum başka bazı kentlere de sıçradı. Münih’te kentin sendikacı ve sosyalistleri bir Yahudi sosyalisti olan Kurt Eisner’in başkanlığında “Bavyera Cumhuriyeti”ni ilan ettiler. Berlin’de ise sosyalist Ebert ve Scheidemann, II. Willhelm’i tahtından feragate zorlayarak geçici bir hükümet kurdular. 1918 Kasımından sonra bir süre Alman siyasal yaşamına egemen olanlar sosyal demokratlardı. Bunlar temelde Marksist olmakla birlikte, ideolojileri sulanmış ve yumuşamıştı. 1918’den geriye baktıklarında, en az kırk yıllık bir mücadele sonucu, sosyal demokrat partinin nasıl geliştiğini, işçi örgütleriyle nasıl bağlantılar kurup 1912’de Alman meclisi olan Reichstag’da nasıl en büyük parti haline geldiğini görüyorlardı. Önderleri sendikacılar ve parti yöneticileriydi. Şimdi, 1918’de, yeni deneylere girişmektense, dikkatli ve tedbirli bir grup olarak hareket edip elde olanı iyi tutmak amacındaydılar. 1917’den önce kendilerini çok solda görüyorlardı. Ama Rusya’daki Bolşevik devrim ve Almanya’da Bolşevik yanlısı komünist unsurların ortaya çıkması, sosyal demokratları siyasal yelpazenin ortasına çekti. Ancak özellikle karışıklıklar döneminde “orta” hiç kimseye yaranılamayacak bir yerdi.

Komünistler, Sosyal Demokratları, işçi sınıfına ihanet eden gericiler olarak görüyor; monarşistler, yüksek rütbeli subaylar, Junkerler ve büyük iş sahiplerinden oluşan gerçek gericileriyse tehlikeli bir grup olarak değerlendiriyorlardı. Ancak büyük karışıklık döneminde onların çoğunluğunu oluşturduğu ulusal meclisi de desteklemekten geri kalmadılar. Ulusal Meclis Weimar’da toplandı. Sosyal Demokratlar, Hindenburg’un komutasında ordu, liberal ve tutucu partiler ile endüstri sahipleri Meclis’i destekliyorlardı. Böylece, Ebert’in geçici hükümeti halkın çoğunluğu tarafından desteklenir hale geldi. Ancak, K. Liebknecht ve Rosa Luxemburg’un önderliğindeki Spartakistler, yani aşırı sol, geçici hükümete karşı çıktı. Bunlar 1918 Aralığında Komünist Parti’yi kurarak Ulusal Meclisi “karşıdevrimci” olarak nitelediler ve mücadeleye başladılar. 1919 yılının Ocak ayında genel grevle birlikte Berlin’de komünist bir darbe yapılmak istendi. Sosyal Demokratlar ordunun da yardımıyla bu hareketi bastırdılar. Ayrıca Bavyera’da çıkan bir karışıklıkta Kurt Eisner öldürüldü. Böylece Sosyal Demokratlarla Komünistler arasında Hitler’in temerküz kamplarında bile doldurulamayan bir boşluk, bir düşmanlık yaratıldı. Böylece, komünizmin ezilmesiyle ortalık temizlenmiş gibi göründü. Meclis için yapılan seçimlerde hiçbir parti çoğunluğu sağlayamadıysa da büyük Sosyal Demokrat Parti meclisin en güçlü partisi haline geldi. Sosyal Demokratlar, Merkez Partisi ve Liberal Demokratlardan oluşan bir koalisyon Kurucu Meclis’e egemen oldu.

Meclisin Goethe’nin kenti olan ve liberalizmin simgesi haline gelmiş bulunan Weimar kentinde yaptığı toplantılarda liberal bir avukat olan Hugo Preus’a son derece liberal bir anayasa hazırlattırıldı. Büyük ölçüde Amerikan, Fransız ve İsviçre anayasalarından esinlenilerek hazırlanan Weimar Anayasası 31 Temmuz 1919’da kabul edildi. Anahatlarıyla yedi yıllık bir süre için seçilen cumhurbaşkanı, iki meclisli parlamento, nispi temsil ve eyaletlerin federe yetkilerini öngörüyordu. Ulusal Meclis, 1920 ilkbaharına kadar Weimar’da kaldı, sonra Berlin’e taşındı. Böylece Almanya’da Hitler’e kadar sürecek olan Weimar dönemi başladı. Bu anayasaya uygun olarak kurulan hükümetlere egemen olan Sosyal Demokratlar, merkez, merkez sol ve liberal partilerle sürekli koalisyonlar kurdular. 2. Kapp Darbesi ve Nazi Partisinin Kuruluşu Gerçekte Almanya’da bu Weimar Cumhuriyeti’ni yıkacak olan güçler daha 1920’lerde vardı. Militarizm ve saldırgan milliyetçilik, barış antlaşmasının ağır koşullarına bir tepki biçiminde güçlenecek ve antlaşmanın baş sorumlusu olarak görülen sosyal demokratlara, yani hükümete yönelecektir. İşte bu aşırı milliyetçi ve militaristler 1920’de Berlin’de ilginç bir darbe girişiminde bulundular. Amerika doğumlu bir gazeteci olan Wolfgang Kapp’ın önderliğinde, bir kısım muvazzaf askerlerle Birinci Dünya Savaşı’nda Baltık’ta savaşmış olan ve miğferlerinde gamalı haç bulunan Erhardt Tugayı, Berlin’de 13 Mart 1920 günü yönetimi ele geçirerek Kurucu Meclis’i dağıttıklarını ve Weimar Anayasası’nı ortadan kaldırdıklarını ilan ettiler. Bu darbe hareketine karşı hükümete bağlı olan ordu bile edilgin bir tutum aldı. Buna rağmen Kapp Darbesi başarılı olmadı. Başarısızlığının tek nedeni, Berlin’deki işçi ve memurların genel grevidir. Kent, beş gün tam anlamıyla işlemez ve ölü bir hale gelince Kapp ve öteki subaylar kaçtılar.

Hükümetin otoritesi yeniden kuruldu. Bu başarısız Kapp Darbesi’nin önemi, Almanya’da militarist hareketlerin başlamış olduğunu göstermesidir. Bu arada, ileride Alman iç ve dış politikasını ve giderek tüm dünya barışını temelinden değiştirip tehdit edecek olay, 1919 yılının Ocak ayında Münih’te Alman İşçi Partisi’nin kurulmasıdır. Bu partiyi kuranlar ve destekçileri, Versailles hükümlerine göre terhis olmuş işsiz askerler, romantik serüvenciler ve siyasal tahrikçilerdi. Eylül ayında, o zamana kadar hiç tanınmayan eski başçavuş ve başarısız ressam Adolf Hitler partinin siyasal komitesine katıldı. 1920 yılındaysa partinin adı Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (Nazi) olarak değiştirildi. Partinin programından neye taraftar olduğu değil de neye karşı olduğu anlaşılabiliyordu. Burada ilginç olan nokta, bundan sonra köktenci partilerin çoğunun aynı program yöntemini kullanmalarıdır. Nazi Partisi, Yahudi, komünizm ve parlamento karşıtıydı ve ünlü General Ludendorff tarafından da desteklenmekteydi. Hitler 1923 yılında bir darbe girişiminde bulundu, başarı kazanamadı ve hapse atıldı. Burada Nasyonal Sosyalizm’in temel kaynağı olan kitabını, Kavgam’ı (Mein Kampf) yazdı. Kitap yeni siyasal kuramlar ve Almanya’nın gelecek ihtiraslarını dile getiriyordu. Naziler, bu başarısız darbe girişiminden sonra küçük partilerini yeniden örgütlediler. Weimar Anayasası’nın sunduğu bütün özgürlükleri sonuna kadar kullanarak toplumda savaş sonrası düzenden memnun olmayan kişilerin arasına girdiler ve hoşnutsuzluğun nedenlerini araştırdılar. Uzun çalışmalar sonucunda saptadıkları hoşnutsuz gruplar şunlardı: Eski subaylar, genel olarak bürokrasi, aşağı orta sınıf (enýasyonun ve olumsuz ekonomik koşulların yükü altında eziliyor ve Yahudilerin ekonomiye egemen olmalarını çekemiyordu), öğretmenler (Almanya’nın eski parlak günlerinin hasretini çekiyorlardı) ile maden ve tekstil işverenleri (sosyal içerikli yasalarla karlarının düştüğünü ve kolay çalışamadıklarını anlamışlardı).

Nazilerin bundan sonraki politikaları bu grupların desteğini sağlamak amacına yönelik olacak ve bunda da başarı kazanacaklardır. 3. Borç Sorunu ve Dış İlişkiler Mütteåkler arası bir komisyon Almanya’nın itirazı üzerine Alman tamirat borcunu 56 milyar dolardan, 33 milyar dolara indirmişti. Almanya’nın bu miktarı da ödeyemeyeceğini bildirmesiyle, kurulan yeni bir komisyon ve çalışmalar sonucunda ortaya çıkan Dawes Planı, 1924 yılında Almanya’nın tamirat borcunu taksitlere böldü ve belirli bir tavan da saptamadı. Bu düzenleme Alman ekonomisine belirli bir rahatlık getirdi. Ancak, Almanya ile åzik garantiler peşinde koşan Fransa’nın ilişkileri uzun bir süre düzelmedi. Fransa’nın gerek tamirat borcu konusundaki ısrarı ve gerekse Almanya’yı “çevreleme politikası” ilişkilerin daha da kötü yönde gelişmesine yol açtı. Ayrıca Fransa bununla da kalmayarak tamirat borcunu kendisi toplamak için 1923 yılının Ocak ayında Almanya’nın büyük endüstri alanı olan Ruhr bölgesini işgal etti. Ruhr bölgesini kendisi işletecek ve elde ettiği geliri de tamirat borcundan düşecekti. Alman-Fransız ilişkilerini çok bozan bu olay, gerek bölge halkının gerekse İngiltere ile ABD’nin tepkisine yol açtı. Bu iki devletin tepkisine neden olarak, Almanya ile ticaretlerini geliştirmek ve bunun için de Almanya’nın ekonomik bakımdan kalkınmasına yardım etmek istemeleri gösterilebilir. Ayrıca Fransa’nın, halkı Alman olan bir bölgeyi işgal etmesi, Alman iç politikasında Nazi’lerin hareketlerine esaslı bir gerekçe de hazırlamıştır. Fransa baskıyla bir şey elde edemeyeceğini ve şimdi iki güçlü devleti de karşısına aldığını anlayınca, anlaşma yoluna gitti ve birliklerini geri çekti. Ayrıca, daha önce belirtilen Dawes Planı’nın uygulanmaya başlamasıyla Alman ekonomisi kendini toparlamaya ve borcun taksitlerini ödemeye başlamıştı. Bu nedenlerle Fransız-Alman ilişkileri 1924 yılından sonra bir süre yumuşama dönemine girdi.

Bunun en somut belirtisi olan Lokarno antlaşmaları ilerde ele alınacaktır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir