Orhan Karaveli – Bir Ankara Ailesinin Oykusu

Niçin yazdım? Sözün “uçup gideceği” ama yazının “kalacağı” bilinir bilinmesine de, toplumumuzda “yazma” alışkanlığı “konuşma” alışkanlığı kadar gelişmemiştir nedense. Hele kendi yaşantı ve anılarını kaleme alanımıza hemen hiç rastlanmaz. Bunun, eski askerlerle politikacılar gibi ünlü kişilerin tekelinde olduğunu düşünürüz. Oysa, toplum yapımızın tuğlaları olan sıradan birey veya ailelerin geçmişinde de bir devre ışık tutacak nitelikte kim bilir nice zengin olay ve renkli kişilikler vardır. Doğrusu, geçmişimiz ve ecdadımızla pek öyle ahım şahım ilgili olduğumuz söylenemez. Eskiyi pek umursamaz, bugünü kurtarmaya bakarız çoğunlukla. Çevrenize bir göz atın. Soylarının birkaç kuşak öncesinde kimlerin yaşadığını, bunların başlarından nelerin geçtiğini, nasıl bir yaşantı sürdürdüklerini bilen, en azından irdeleyen kaç kişiye rastlarsınız? Ben, daha iki kuşak ötedeki dedelerinin, ninelerinin adını bile bilmeyenleri çok gördüm. “Babamın babası mı? Sanırım Ahmet adında biriymiş!.” 50 yıl kadar önce konuğu olduğum bir İsveçli aile bana büyük bir gururla ve mensup oldukları kilise kayıtlarına dayanarak hazırladıkları tam 480 yıllık “soyağaçlarını” göstermişti. Şimdilerde bu soyağacı 520 yıl gerilere gidiyor. Benim de bir süre kaldığım ahşap yazlık evlerinin bile “sicili” vardı ve o tarihte 360 yıllıktı. Yapıldığı yıldan beri nerelerinin onarıldığı, kaç kez ve hangi renklere boyandığı bile kayıtlıydı talihli binanın “defterinde”. Ailemin geçmişini araştırmak fikri bende işte bu İsveç ailesini tanıyınca doğdu.


İlk olarak başvurduğum Ankara’daki nüfus memurluğunda hiçbir şey bulamayacağımı hemen anladım. Cumhuriyet öncesine ait bilgiler –söylendiğine göre– arşive, oradan da yeniden kâğıda dönüşmek üzere –korkarım– kâğıt fabrikasına gitmişti. Yaşlı bir görevli: “Bulsan da okuyamazsın! Okutacak adam da bulamazsın! Hepsi Arap harfleriyledir. Başka işin yok mu senin?” diye adeta başından savdı beni. Daha genç görevliler ise “deli mi ne?” diye fiskos ettiler arkamdan. Anladığım kadarıyla ilk kez benim gibi biri geliyordu “memurluklarına”. Allah’tan, uzunca bir süre yakınında bulunduğum babamdan, 90’ında ölen dedemden ve kısa süre önce 92’sinde kaybettiğim annemle diğer yakınlarımdan topladığım “birinci el” bilgileri özenle kaydetmiştim. Daha üç dört yaşındayken belleğime kazınan –benim için çok önemli– bazı anılar da olanca tazeliğiyle duruyordu yerlerinde. Bu naçiz kitabın omurgasını işte bu bilgi ve anılar oluşturdu. Gene de ancak 1840’lara kadar gidebilmiş ve beş kuşak ötede tıkanıp kalmıştım. Ailemle ve tabii kendimle ilgili az çok ilgi uyandıracağını sandığım hemen her şeyi saklayıp gizlemeden yazdım. 50 yıllık gazetecilik mesleğimde, bir yakınım(!) yüzünden beni ve ailemi çok üzen bazı olayların içyüzünü açıklamak olanağını da 70’ime bir adım kala böylece bulmuş oluyorum. Umarım bu naçiz satırlar başka ailelerin de “öykülerini” yazmaları konusunda bir teşvik yerine geçer. Bu vesile ile kitabın yazılmasına gösterdikleri ilgi nedeniyle Antalya Dedeman Oteli yöneticilerinden Caner Şişmantürk’e, Ankaralı dostlarım Müjde Bulgurluoğlu ve Dr. Necet Ecder’le Nevin/İbrahim Süer, Ziya Nebioğlu, Gürbüz Kadirbeyoğlu ve özellikle sevgili Sait Maden’e teşekkür ederim. Antalya, 19 şubat 1999 Kitabın beşinci baskısı nedeniyle birkaç söz Neredeyse “klasik” olan ve hemen her yıl yeniden basılan Bir Ankara Ailesinin Öyküsü son yıllarda birbirini izleyen ve ülke çapında geniş ilgi uyandıran Görgü Tanığı, Tanıdığım Nâzım Hikmet, Sakallı Celâl ve Tevfik Fikret ve Halûk Gerçeği başlıklı kitaplarımın da önünü açmış oldu.

Bir Ankara Ailesinin Öyküsü’nde yakınlarımdan birini eleştirmemi başlangıçta yadırgayanlar zamanla bana hak verdiler ve herkesin her eyleminin sonuçlarına katlanması gerektiğini belirttiler. Amacım da zaten birilerini teşhir etmek değil, kişisel çıkar peşinde koşanlarla bir ilişiğimin bulunmadığını –özellikle basın tarihimiz açısından– belgelemekten ibaretti. Kitabın haziran 1999’da yayınlanarak öncelik alması ise davranışımdaki isabeti ortaya koydu. Aksi halde gazeteci ve yazar dostum Naim Tirali’nin tam bir yıl sonra yayınlanan kitabındaki beni de içeren belge ve bilgilere cevap vermek ve kendini savunmak amacıyla bu satırları yazmak durumunda kaldığım düşünülebilirdi. (Bkz. Tirali Naim, Karanlığa Işık Tutmak, Yön Yayıncılık, İstanbul temmuz 2000, sayfa 359, 360.) Vatan gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman’ın hapisteki Naim Tirali’ye el yazısı ile yazdığı, 20 mart 1960 tarihli mektubun fotokopisini bu baskıda bulacaksınız. Kitabın beşinci baskısına kimi yeni bilgi ve orijinal fotoğrafları da ekledim. İstanbul, Ataköy, 1 ağustos 2006 Altıncı baskı hakkında… Kitabın genişletilmiş 5. baskısı iki ay önce yapılmıştı. Ankara’da ve İstanbul’da bazı üniversiteler ile ortaöğretim kurumlarında, Bir Ankara Ailesinin Öyküsü’nün yardımcı ders kitabı olarak okutulmaya başlanması üzerine yeni bir baskının yapılması gerekti. İstanbul, Ataköy, 19 ekim 2006 Birinci bölüm “Seymenlik” dedikleri… Babam Mahmut Karaveli (1901-1979) Ankara’da doğup Mustafa Kemal’i ölümüne kadar yakından izlediği, askerliğini de Kurtuluş Savaşı sırasında onun yakın çevresinde yaptığı için olacak “O, Türklerin ulusal peygamberidir!” diyecek kadar içten ve ödünsüz bir Atatürkçüydü. 78 yaşında kaybettiğimizde ise, gençlere parmak ısırtacak bir çalışma temposu içinde bulunuyordu. Kurduğu ve yıllarını verdiği linyit madeni işletmesine gitmek için Malkara’daki evinde her sabah erkenden kalkar, karşıdaki ilkokulun bahçesinden yarı alaylı bakışlarla kendisini izleyen çocuklara aldırış etmeden ve yaz kış demeden balkona çıkıp sabah jimnastiğini yapardı. Daha sonra duşunu alıp, Türkçe dualar ve tek rekatla tek vakitten oluşan kendine özgü namazını kılardı.

Basit bir kahvaltının ardından çizmelerini çekip poturunu ve parkasını giymeden önce, hiç aksatmadığı bir duble rakısının yanına akşam ne yemek istediğini yardımcısına bildirirdi. Nihayet, kendisini bekleyen taksi(!) “jeep”e yerleşip 50 yıldır her sabah özenle inceleyip “bu da benim üniversitem” dediği Cumhuriyet gazetesini okuyarak işinin başına giderdi. Tam 70 yıldır aralıksız çalışan, nice badireler atlatmış yorgun bir işadamını değil de, dinamizmini yitirmemiş bir eski askeri andırırdı. Bu nedenle olacak, ilçede kurulu alayın yeni atanmış kimi subayları “askeriye”den alınmış bir “jeep”le yanlarından geçen bu ilginç şahsı, birlikleri denetlemeye gelmiş bir general(!) sanıp selama dururlardı. O da bozuntuya vermeden bu selamları ciddiyetle ve hafif bir gülümsemeyle alırdı. Aralarındaki derin yapısal farklılıklar yüzünden, bir özveri anıtı olan annemle zaman zaman ayrı ve dolayısıyla yalnız yaşamanın pratik zorluklarına ilerlemiş yaşına rağmen hiç aldırış etmezdi. İsterse çalışmadan da yaşayabilecek iken ve İstanbul’daki evinde günlerini geçirmek varken niçin “buralarda” uğraşıp didindiğini soranlara, “Bu ülkeyi devlete yük olan emekliler değil, çalışıp ekonomiye katkıda bulunanlar kurtarabilir. Ben kendi hesabıma hiç emekli olmayacağım ve ‘kılıç elde’ ölünceye kadar çalışacağım!” derdi. Malkara’da oturduğu apartmanın altındaki kahveyi daha sabah namazından sonra doldurup sigaralarını tellendiren işsiz güçsüz kimi kasabalıları, açtığı kahve kapısının önünde dimdik durarak: “Oturun bakalım miskin herifler! Ben dedeniz yaşındayım ve çalışıyorum, utanın!.” diye düpedüz terslerdi. Kasabalılar ise “Veli Amca” diye sayıp sevdikleri bu bilge adama takılmadan edemezlerdi: “Allah sana bir maden vermiş, çalışıyorsun. Bizim de olsa elbet gidip çalışırdık.” Cevabı hazırdı: “Aptal herifler… Allah sizin gibi miskinlere maden verir mi?” “Ölünceye kadar çalışacağım!.” derdi ya, bir sabah gene erkenden kalkmış… Gene duşunu alıp tek rekâttan ve Türkçe dualardan oluşan ibadetini yapmış ve işinin başına geçmek üzere hazırlanmıştı ki saygıda hiç kusur etmediği annemin kollarında son nefesini verdi. Herkesle ve özellikle gençlerle çok kolay ilişki kurabilen, ülke sorunları üzerine devamlı kafa yoran, çarpıcı teşhislerini her ortamda açıkça belirtmekten çekinmeyen, bu ve benzeri nitelikleri nedeniyle çevresinde “Atatürk Kuşağı”nın son temsilcilerinden biri gözüyle görülen babam, Horasan üzerinden Anadolu’ya gelen Oğuz boylarından birine ve –sanırım– 24 Oğuz boyundan “Karaevli”lere mensuptu.

Önce Kastamonu yöresine yerleşmişti Karaveliler (ya da Karaevliler) ve burada isimlerini verdikleri bir köy kurmuşlar, bir de okul açmışlardı. Ankara’ya 1700’lerde göç ettikleri anlaşılıyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir