Orhan Karaveli – Sakalli Celal

Bu eser kültür hayatımızda bir boşluğu dolduruyor” Bu kitapta yaşamöyküsü anlatılan; orijinal zekâsı, yaygın kültürü, serâzâd mizacı belirtilen “Sakallı Celâl Bey” ülkemizin son yüz yıllık kültür sürecinde, özellikle aydınlar çevresinde yaşamıyla, davranışlarıyla olduğu kadar etkin ve uyarıcı konuşmaları, renkli sohbetleriyle de ilgi çekmiş, iz bırakmıştır. Ne yazık ki bütün bunlar Celâl Bey’in yaşamıyla sınırlı kalmış; kendisinin hiçbir eser bırakmadan vefat etmesi ve yakın çevresinin –hatta, o yıllarda yaşamış bütün bir aydınlar kuşağının– hayat sahnesinden ayrılmasıyla unutulup gitmiştir. Ben, Celâl Bey’i tanımak, onun konuşmalarını dinlemek, sohbetlerinden yararlanmak imkânı ile imtiyazını elde etmiş ve bugün de hayatta kalabilmiş nâdir kişilerden biriyim. Hayatta bazen iyi tesadüfler, yararlı fırsatlar da oluyor: Tek başına ve toplumun biraz dışında yaşadığı için, kendisine “Yalnız” soyadını münasip gören Celâl Bey, haftanın belli akşamlarında yakın mektep arkadaşlarıyla evlerinde bir araya gelerek sohbet etmeyi ve eski günleri hatırlamayı itiyat edinmişti. Ailemizde Celâl Bey’in yakın mektep arkadaşları vardı. Lise ve üniversitedeki öğrencilik yıllarımda bu, haftalık toplantılara katılarak Celâl Bey’in arkadaşlarıyla yaptığı ilginç sohbetleri dinlemek, benim için, gerçek bir zevk olduğu kadar öğretici, uyarıcı ve yönlendirici bir nitelik de taşımaktaydı. Geçen uzun yılların ötesinden bugün hâlâ gıptayla hatırladığım bu sohbetlerde Celâl Bey görüşlerini, fikirlerini, kanaatlerini renkli ve heyecanlı ifadelerle, bilinçli bir tarafsızlık içinde, gerektiğinde mizahî cümlelerle süsleyerek açıklar fakat bu konuşmalar sırasında kişilere yönelik günlük basit tenkitlerden, hele dedikodulardan daima uzak durmaya çalışırdı. Celâl Bey fikirlerini ya da geçmişini belirten yazılı hiçbir eser bırakmadığı gibi onun bu sıcak ve samimi arkadaş toplantılarında ailesine, geçmişteki faaliyetlerine veya özel hayatının öbür safhalarına ilişkin konuşmalar yaptığını, bu konularda açıklamalarda bulunduğunu da hatırlamıyorum. Yakın arkadaşlarından, hatta onu sadece tanımış olanlardan, birkaç kişi dışında bugün hayatta kalan olmadığından Celâl Bey’in sözleri, fikirleri kısmen hafızalarda yaşamaktaysa da kendisi ve ailesi hakkında hiçbir şekilde bir bilgi mevcut bulunmamaktadır. Bu durum bir vefasızlık örneği olduğu kadar Türk kültür hayatı için de bir eksiklik olarak kabul edilebilir. Bu eksikliği kapatmak amacıyla değerli yazar ve araştırmacı Sayın Orhan Karaveli büyük bir gayret göstererek her zamanki bilimsel titizliğiyle bu işi yüklenmiş; resmî ve tarihî belgeleri, kişisel mektupları bulup çıkarmış, incelemiş; ayrıca, Celâl Bey’in uzak ve yakın akrabasını belirlemiştir. Onu tanımış olan ve bugün hayatta bulunanlarla tek tek konuşarak Celâl Bey’in şeceresini çıkarmış, yaşamöyküsünü kaleme almıştır. Böylece, Türk kültür hayatında bir boşluğu dolduran ve her yönüyle büyük bir emek mahsulü olan bu eseri bizlere kazandıran dostumuz Sayın Orhan Karaveli’yi candan tebrik ederiz. Profesör Dr. Vakur Versan Sunuş “Sakallı Celâl” neden ve nasıl yazıldı? Galatasaray’ın, ta 1870’lerde “topluca yenilen kır yemekleri”yle başlayıp köklü bir anane olarak bugünlere kadar gelen ve sonraları “makarna günü”, “börek günü” gibi isimler altında başka liselerce de benimsenen “pilav” toplantılarına, eski mezunlar ile okulda öğrenim görmüşlerin yanı sıra 12’lerin, yani son sınıfların da katılması usuldendi.


Adı konmamış kural buydu ama 10’lar ile 11’lerin de, isterlerse, “pilav”a gelmesine karşı çıkan olmazdı. Bundan yararlanarak, her yıl haziran ayının ilk pazar günü sabah saatlerinde okulun ön bahçesinde başlayan “pilav” günlerini hiç kaçırmazdım. Taksim Cumhuriyet Anıtı’na çelenk konulup “İstiklâl Marşı” söylendikten sonra, okulun, “Tevfik Fikret Salonu”nda konuşmalar yapılırdı. Yemekhanelerdeki upuzun masalarda, genç yaşlı birlikte, kuzu etli güzelim “pilav”a kaşık sallayarak son bulan bu nostaljik toplantılar okul dergisi için notlar almamı ve ünlü Galatasaraylıların karikatürlerini çizmemi de sağlardı. Devrin tanınmış devlet adamları, politikacıları, diplomatları, gazeteci ve yazarları, bankacıları, sporcuları; o gün bastonlarını evde unutan (!) yüz yaşına merdiven dayamışlar ılık haziran güneşi altında birkaç çeyrek yüzyıl kadar gençleşiverirler; birbirlerine okul yıllarındaki –kimi acımasız– lâkaplarıyla takılırken “grand cour” denilen toprak oyun sahasında tenis toplarıyla futbol oynamaya bile kalkışırlardı. Hepsi de, “iki dirhem bir çekirdek” ne kadar özenli giyinmiş olurlardı. Biri hariç: Sakallı Celâl Bey! O, her zamanki derbeder ve özensiz; tanımayanlara biraz itici gelen pejmürde haliyle, alnına dökülen, tarak görmemiş kıvrım kıvrım saçlarını ve ta göğsüne inen kırçıllaşmış gür sakalını âdeta savurarak gelir, gözleri gülen vakur ve sevecen görüntüsüyle kalabalığa karışırdı. Ve, hayret! Herkes; yaşıtları, sınıf arkadaşları, hatta daha yaşlı olanlar bile, ona saygıyla yaklaşarak “Nasılsınız Celâl Beyefendi?” diye hal hatır sorarlardı. Ali Sami Yen’den tutun da Suat Hayri Ürgüplü, Ercüment Ekrem Talû, Ziyad Ebüzziya’ya, Cihat Baban ve Nihat Erim’e kadar devrin hemen bütün ünlüleri – mikrop kapma korkusuyla– kimseye elini vermeyen, bu, dost bakışlı ama pejmürde kılıklı adamın çevresinde inanılmaz bir saygı ve ilgi çemberi oluştururlardı. Camianın en yaşlı ve en kıdemlileri en önde olmak üzere devasa demir kapıdan çıkıp Taksim Cumhuriyet Anıtı’na doğru yürüyüşe geçerken Sakallı Celâl Bey’in en öndeki safta bulunmasına özen gösterilirdi. Sevecen ve dost canlısı bir “düşünür”dü. Hep öyle kaldı. 40’lı savaş yıllarıydı o zamanlar ve cumartesileri de öğleye kadar ders yapıldığından kendimizi, altı günlük bir yatılı okul yaşamından sonra alelacele Beyoğlu’nun özlediğimiz kozmopolit ortamına atardık ve karşımıza çoğu kez hani o “pilav” günleri merak ve hayranlıkla izlediğimiz Sakallı Celâl Bey çıkardı: Omzunda ıvır zıvırını doldurduğu söylenen bir garip torba veya bir eski çanta; koltuğunun altında Tünel’deki Hachette Kitabevi’nden aldığı Le Monde ve Le Figaro gazeteleri ile son çıkan bir yığın Türkçe ve Fransızca kitapla. Tanrım, nasıl olurdu da tam bizlerin çıkışına rastlardı, onun, lisenin önünde bulunması? Ah, gençlik! Kendisinin de içinde yetişip kırk yıl önce mezun olduğu okuldan coşkulu bağırışlarla çıkışımızı seyretmek, bizlerde kendi gençlik yıllarına şöyle birkaç saatliğine bir yolculuk yapmak için oralarda bulunabileceğini hiç düşünemezdik! Bir keresinde yanına yaklaşıp: – Kimi arıyordunuz üstat? Bulmanıza yardımcı olabilir miyim? diye sormuştum. Öyle ya, belki bir yakınını arıyor veya bekliyordu ve ben bir koşu okula girip aradığı ya da beklediği arkadaşı bularak haber verir, üstadı fazla bekletmemesini söyleyebilirdim.

Yumuşak, sıcak, çocuksu gözlerle beni süzmüştü gülerek. Sol elini inanılmaz bir babacanlıkla sağ omzuma koymuş ve elindeki gazeteyi –o zaman nedenini bilmiyordum– yüzümle ağzı arasında tutarak: – Kimi mi arıyorum? demişti. – Evet, kimi arıyorsunuz? Belki yardımcı olabilirim bulmanıza. – Sen keyfine bak evlat! Çünkü ben, kendimi arıyorum, kendimi!. Omzumdan indirdiği kocaman eliyle şöyle bir yanağıma dokunduğunu, acı tatlı karışımı bir gülümsemeyle gözlerimin içine baktıktan sonra başka bir şey demeden, görkemli bedenini, bağcıkları açılmış postalları üzerinde azametle taşıyarak ve İstiklâl Caddesi’nin cumartesi kalabalığını âdeta yararak kendinden emin tempolu adımlarla Taksim’e doğru yürümeye başladığını dün gibi anımsıyorum. Nasıl bir adamdı bu? Ne demek istemişti? İnsan kendini arar mıydı? Pazartesi gününü iple çektim. Okulda ilk işim edebiyat tarihçisi hocamız Nihad Sami Banarlı’yı (1907-1974) bularak yaşadığım “olayı” anlatmak oldu. Gülerek: – Elbette arar insan kendini! demişti. İnsan ömrü zaten kendi kendini “aramakla” geçmiyor mu? Atina Akropolü’nün alnına boşuna mı yazmışlar Sokrates’in “Kendini ara” özdeyişini? Fransız hocalarınız size “Connais-toi, toi-même” sözünü öğretmediler mi? “Kendini tanımak” kendini “bulmakla” mümkündür. Bulmak için de durup dinlenmeden aramalıyız!. Hem yazsana bu yaşadıklarını “dergi”ye. Bir röportaj yapsana Celâl Bey’le. O, çok ilginç ve değeri belki ilerde anlaşılacak bir filozoftur. Banarlı hocamız böyle diyordu ama başkaları “Sakallı Celâl böyle şeylerden hoşlanmaz. Hem, yatıp kalktığı yer bile belli değil.

Kimseyi de evine sokmazmış!.” sözleriyle cesaretimi kırdılar. 50’li yıllarda rahmetli Abdi İpekçi’yle (1929-1979) Milliyet’te çalışırken: – Ne dersin Sakallı Celâl’le bir röportaja? demiştim. – Harika olur. Hiç durma! Ama olmadı. Çok istememe karşın bir daha göremedim Celâl Bey’i. Milliyet’in Berlin ve Londra temsilciliği, Vatan gazetesi yılları derken 1962 haziranında öldüğünü duydum. İstanbul’un o tarihlerdeki, bu, en renkli simasının herkesten farklı kişilik ve yaşantısını oluşturup etkileyen ortamı, –varsa– yaşadığı “travmaları”, köklerini, ailesini, çevresini, özetle geçmişini araştırıp yazamamak, içimde, bir ukde oldu. Düğümlenip öylece kaldı. Sonra, geçen yıl ortalarında bir gün: – Niçin Sakallı Celâl’in “kitabını” yazmıyorum? diye kendi kendime sordum. Evet, niçin yazmıyordum? Oysa yazmalıydım! Bir tek satır yazılı eser bırakmadığı ve hakkında bir tek kitap bile yazılmadığı halde şöhreti –neredeyse– yüz yıldır iyi kötü sürüp giden bu ilginç ve özgün kişilik büsbütün unutulmadan, onu, özellikle genç kuşaklara tanıtmak için bir rol üstlenmeliydim. Bunu yapabilirsem, başkaları da başka unutulmaya aday kişilikleri yazmada belki bir ölçüde yüreklendirilmiş olabilirlerdi. Ertesi gün, İlhan Selçuk, Ali Sirmen, Oktay Akbal gibi meslektaş ve dostlara niyetimi belirterek fikirlerini sordum: – Çok isabetli bir şey yapmış olursun. Sakın vazgeçme, diye cesaretlendirdiler ama başlangıçta, bu konuda kimden, nasıl bilgi ve belge derleyebileceğime dair ne bir ışık vardı ne de bir işaret. Rahmetli, uzun yıllar önce aramızdan ayrıldığı için akran ve arkadaşlarından kimse kalmamıştı.

Zaten kalsalardı yüz yaşın bir hayli üzerinde olacaklardı! “Belki tanıyanlar çıkabilir!.” diye umutlarımı diri tutmaya çalıştığım günlerde –hemen herkesçe bilinen birkaç anekdotla birkaç sayfa yazılı metin dışında– ulaşabildiğim ne bir tek yeni bilgi vardı ne de bir belge veya fotoğraf.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir