Orhan Kemal – Baba Evi

Ben doğduğum zaman, babam, Çanakkale’de, Darda-nos’ta bataryasının başında, kumral bıyıklı, enveriye’li bir topçu mülâzimisanistoymiş. Dedem benim doğduğumu babama benim imzamla şöyle tellemiş: Ben de dehr’in sitemin çekmeğe geldim dehr’e! Beş aylıkmışım. Dedem kundağımı avluya çıkarmış. Gökte on beşinde, yalap yalap bir ay varmış. Bakmış bakmış, «Cıss…» demişim. Evde hâdise olmuş bu: — Cıs dedi, cıs dedi, oğlan cıs dedi ha, cıs dedi!. II Beş yaşımda olduğumu söylüyorlar. Çok yapraklı ağaçların bahçesinde koyu ve nemli gölgeler saldığı büyük bir konak hatırlıyorum. Bahçenin bir kenarında, güneşli suyu taş bir yalağa dökülen, döküldükçe köpüklenen bir çeşmemiz var. Ben burada ayaklarımı yıkardım ve sarı kediyi yalakta boğmaya çalışırdım da, küçük halam hayvanı elimden yarı ölü kurtarırdı. Küçük halam benden yedi yaş büyüktü. Çukulatala-rımla bisküvilerime ortak olur, beni babama dövdürmek için, ufacık kabahatlerimi büyütürdü. Ortası yeşil ibrişimle dikili bir Âmme cüzüm vardı. Kıpkırmızı boynunda kemik gibi sert, kolalı yakasıyla babam işine gitmeden önce beni mutlaka çağırır, kopya kaleminin ucunu tükürükleyip dersimi işaret ettikten sonra: — Al! diye kitabı uzatırdı, al ve akşama su gibi hazırla! Orta kata çıkılan merdivenin altındaki kilerimsi odacı-ğa hapsedilirdim. Buradan çıkacak olursak şayet, küçük halam, babama haber verecektir.


Küçük halam kapı önünde, kırmızı kurdeleli örgülerini hoplata hoplata çizgi oynayadursun, büyük halam usulcacık gelir, beni hapisâneden alır, üst kata, kendi odasına kaçırırdı. Onun odası ne güzeldi! Tül perdeli, yanya-na iki pencereden vuran güneş, kaba tüylü halının yeşil, mol, sarı renklerinde kamaşırken, ben sıcacık tüylerin üstünde yatar, yuvarlanır, denenirdim. Halamın bir kucak, sapsarı, lüle lüle saçları vardı. Onu eniştemden kıskanırdım… Bir gün hırsımdan kerevet takımlarını makasla doğradım da, büyük halam beni babama şikâyet etmedi. Akşama doğru, babamın eve gelmesinden evvel, tekrar hapisâneme konulurdum. O, gelirdi. Tahtaları gıcırdatan, evi sarsan ağır yürüyüşü yaklaştıkça, yerimde küçülür, ufalır, mutlaka yiyeceğim dayağın korkusu ile beklerdim. Babam ne ve neciydi? Bilmiyorum. Gümüş topuzlu bastonu, sarı çantası, hasırlı kırmızı fesi, bilhassa bana bakarken mutlaka çatılan kaslarıyla o, benim için, iri gövdeli bir korkudan ibaretti. — Nerde o oğlan? Sanki yerimi bilmiyormuş… — Dersine çalıştı mı bakiym? — .-.ha? Ekseriya babaannem cevaplardı: — Helbeet… Gürül gürül çalıştı beybabası! Hapisânemin kapısı açılırdı. Kitabım koltuğumda, beyaz gecelik entarim içinde sarı saçlı, kocaman bir kafadan ibaret, gözlerim daima önümde, kalbim çarparak, beklerdim. — Çalıştın mı bakalım? Çenemi kaldırır, gözlerimi arar… — Söyle, çalıştın mı? 8 Sesinden onun niyetini keşfetmeyi öyle öğrenmiştim ki… — Cevap versene ulan, çalıştın mı? — Çalıştım… — Su gibi mi? __ ………………7 — Ha?. Su gibi mi? , — Su gibi… — Oku öyleyse! Kıllı kalın parmağı, okumamı istediği satırın başındadır.

Fakat… büyük halamın su gibi çalıştırdığı dersten kafamda eser kalmamıştır. Yalnız, kıllı kalın parmak… satırın başında… parmağın kıl diplerindeki deliklere gözlerim dikili… — Okusana! Sırtımda bir kaşıntıdır başlar. Parmağın kıl diplerindeki delikler büyütür, küçülürler, uzaklaşıp yaklaşır, tekrar uzaklaşırlar… Kâh ağız olurlar, kâh göz… Ağız olunca dil çıkarır, göz olunca göz kırparlar… Ya harfler? Onlar iğri büğrü, kambur birer hareket halindedirler. Birdenbire bir tokat, bir tekme… Ekseriya babaannem, beni yerden alır, yukarlara kaçırırken, babam ter ter tepiniyordur: — Benim gibi, benim gibi bir adamın oğlu ha! Annemse (Beybabalar, çocukların! terbiye ederken, kat’iyyen müdahale etmemesi kendisine öğretilmiş el kı-‘zı), yaşlı gözlerle mahzun, kalır. Bir gün babam eve neşeli geldi. Beni filân sormadı. Vara yoğa gülüyordu. Dudağında bir ıslık… Islık çalarak elbisesini değişti. Sonra hep aynr neşe içinde yemek masasına geldi, oturdu. Daha sonra da ben akla geldim. Bütün bu olanları budak deliğinden gözetlediğim hapisânem-den çıkarılıp, yemek masası başındaki uzun bacaklı iskemleme oturtuldum, tabiî kitabım koltuğumda… Babam: — Eee, dedi, davalaciro, ders ne âlemde? Titremeğe başladım. Üstelemedi… — Bak oğlum, dedi, seninle pazarlık edelim! Biliyorsun ki, dünyada herkesin rızkı başka başka yollardan…’ Kimisi bakkal, kimisi kunduracı, kin.’ısi çiftçi, kimisi de meselâ, çöpçü. Bu neden böyle? Çünkü Allah herkese derece derece akıl vermiştir. Bir doktorun işini bir çöpçü beceremediği gibi, bir çöpçünün işini de bir doktor göremez.

Şimdi olabilir ki, senin kafan da, okuyup bey olmağa müsait değildir. İçinden, ben dersimi okuyup bey olmak istemiyorum, ben kunduracı olacağım, yahut da çöpçü! Ha? Söyle, sen ne olmak istiyorsun meselâ? Eğer ağzımı aramıyorsa… — Fikrini apaçık söyle, korkma… Bak çöpçülere… Ne Amme cüzleri var, ne de akşamları ders soran beybabaları… Sen de, ben çöpçü olacağım, okumak istemiyorum, dersen, ben de senin yakanı bırakırım, bir daha da ders sormam… Uzatmıyalım, çöpçü olacağımı söylemiş bulundum. Sen misin… Tekme, tokat, yumruk ve iskemlemle beraber yerlere… Ondan sonra dersler bir kat daha bindi; tabiî dayaklar da. Çok zaman: «Aman Yarabbi, derdi, aman Yarabbi! Böyle mi olacaktı benim oğlum?» O, Kur’anı beş yaşında hatmetmiş! Ill Ne zaman? Nerde? Hangi okula ilk önce? Bilmiyorum. O kadar çok, o kadar çeşitli okul değiştirdim ki… İlk verildiğim okul bir «Aralık mektebi»ydi, yahut da medrese… Kocaman sarıklı bir hocamız vardı ve okulumuz tek sınıftan ibaretti. Yarı karanlık, loş bir cami odası, belki de bir mescit? Hocanın uzun sakalı, gümrah, kuvvetli bıyığı, bilhassa babamı hatırlatan daima çatık kaşları… 10 Diz çöküp otururdum. Önlerimizde cüzlerimiz, hoca içimizden rastgele birini okuturken, biz sinek avlar, kıçına kâğıt takıp bırakırdık. Sinek, can sıkıntılı, ağır havada tembel daireler çizerek dolaşır, arada, arkadaşlarımızdan birisinin ‘kulağına, yahut hocanın sarığına konardı. Düşman uçaklarının arasıra gelip şehre bomba attığı Millî Mücadele günlerimizde beni bu okuldan aldılar. Kaç yaşındaydım? Kardeşim Niyazi kaç yaşındaydı? Sonra, «Düşman geliyor» dediler. Caddeye bakan evimizin önünden, gittikçe çoğalan sedyelerde, sargıları kanlı, yüzleri toz-toprak, kan içinde, gözleri yumuk, inleyen’ askerler geçmeğe başladı. Babam, ev halkının endişeli bakışları önünde birtakım harp plânları çizer, düşman taarruzlarını, bizim müdafaamızı, kısa, kalın, bazan uzun oklarla anlatırdı. Düşman uçakları her gün gelmezdi… Geldiği günler, bahçede kardeşimle oynuyorduk, onu elinden tutar, kaçırırdım. Bahçe çok büyüktü. Kalın ve yüksek duvarlarla çevriliydi.

Bir ucunda ufacık bir kulübe vardı. Bu kulübede Pavli” dayı otururdu. Kimdi? Neciydi? Pavli dayı buruş buruş bir ihtiyardı. Mahalle çocukları peşine takılır, «Bitli, bitli!» diye taşa tutarlar, oysa, akları kırmızı, mavi bebekli ufacık gözleriyle ve korkuyla bakar, sonra kamburunu çıkararaktan kaçardı. Pavli dayının tek dostu bendim galiba. Benden korkmazdı. Onun için çöplüğü eşeler, düğmeler, firketeler, çi-gara kutuları, bez parçaları bulur, kulübesine taşırdım. Kulübesi, çöplükte bulunmuş öte-berilerle doluydu… Pavii dayının gülüşü korkunçtu. Pavli dayı gülmezdi, Pavli dayı sanki ağlardı. Onunla ahbaplık ettiğime kızan babaannem, «Pis, derdi, bitli, derdi, gâvur,» derdi. Bir sabah, ortalık diz boyu kar, soğuk, babaannem dünden kalmış bir kap mercimek çorbasını Pavli dayıya götürmemi söylemişti. Gittim. Kapısı kapalıydı. Yumrukla-dım, cevap alamadım. Tekrar yumrukladım, gene cevap yok.

Bir ara Niyazi de geldi. Derken düşman uçakları. Ye11 meği Pavli dayının kapısı önünde bırakıp, kardeşimle kaçtık. Uçaklar birbiri peşisıra birer bomba atıp gittiler. Bir başksabah, babaannem: — Çocuklar, çocuklar, dedi, Pavli dayıçık ölmüş! Fırladım. Pavli dayının kulübesi önünde insanlar… Onu, «Bitli, bitli!» diye kızdıran çocukların babaları, dayıları, teyzeleri. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Kulübe kapısından başımı uzattım, çok pis bir koku. Öyle pis ki, öğürdüm. N’olursa olsun, Pavli dayının ölüsünü görmeliydim. Gördüm de… Üstünü bir çulla örtmüşlerdi. Yalnız, çıplak iki ayağı görünüyordu. Çatlak topukları kir içinde, iki ayak ve iki baş parmakta uzun, sapsarı iki tırnak. Midem bulandı, hemen oracığa kustum, fakat Pavli dayının ölüsü çöp arabasına konuluncaya kadar oradan ayrılmadım. Göğün kül renkli bulutlarla sımsıkı olduğu bir sabahtı.

Babaannem, annem, halalarım, ben ve Niyazi düştük yollara… Babaannem geniş kalçalarıyla, önümüzde, çatık kaşlı, sinirli ve hırçın yürüyordu. Eşyalar daha önceden sevkolunmuştu. İstasyona geldik… Mahşer gibiydi… Millet tren bekliyordu, millet düşmandan kaçıyor, sabırsızlanıyordu. Gidip gelenler; gelip gidenler… Kıyamet… Bütün bu kaynaşma içinde çocuklar, çarşaflı kadınlar, bıyığı düşmüş, sakalı uzamış insanlar, yalınayak askerler ve bir ufkun kurşunîliğinden öbür ufkun kurşunîliğine uzanan donmuş tren rayları. Her taraf kar içindeydi. Telefon tellerinde, üşümüş kuşlar. Kuşlar, zavallı kuşlar, başlarını omuzları arasına çekmiş, karanlık geleceklerine endişeyle bakan kuşlar… Ufukların ötelerinden top sesleri geliyordu. Toplar bei-ki çok daha yakındaydılar, ama ben sanıyordum ki, onlar mosmor ufukların da gerilerindeler. Kalpaklı bir zabit, ya-nındakine: «Düşmanın bir saatlik mesafeye yaklaştığını» söyliyerek, geçti. Düşman! Düşman nasıl şeydi? Niçin geliyordu? Biz niçin kaçıyorduk? Bu toplar ne biçim şeylerdi? 12 Birden, «Tren geliyor!» diye bağrışmalar oldu. Herkesin baktığı tarafa baktım. Ufkun orada simsiyah, kucak kucak dumanlar… Telgraf tellerindeki kuşlar silkindiler, başlarını omuzları arasından çıkarıp, gelen trene baktılar. Lâkin top sesleri… Tren, henüz durmamıştı, birdenbire üşüşen insan kalabalığı içinde onu kaybettim. İnsanlar saldırmışlardı. Ba-• baannem elimden şiddetle çekti: — Aptal aptal bakınmanın sırası değil, yürü! Evet ama… Kuşlar? Onları düşmandan kaçıracak babaanneleri yoktu ki!.

Trende bütün gün onları düşündüm. Yol boyunca birbirini kovalayan direklere gerili tellerde ne kadar da çoktular! Karın lapa lapa yağdığı bir gün, trenimiz bir yaylanın yüzünde, karlara gömülü kaldı. Herkes indi. Biz de indik. Lokomotif yorgun yorgun fışlıyordu, bacasından hafif bir duman, kar, gökten ve yerden saldırıyordu âdeta. Trenden inen insanlar neler sordular? Makinist ne cevap verdi? Bilmiyorum. Yalnız şöyle söyleniyordu: Trenin odunu tükenmiş! Bursa yaylıları geldi. Herkes bindi mi? Bilmiyorum. Arabalar çıngır mıngır, nakışlı, işlemeli, yaylı arabalar… Arabaları kuvvetli atlar çekiyordu. Hamutlarmdaki çıngı-raklarıyla karlı ovalara sesler sala sala bizi çekip götüren terli atlar fışlıyorlardı. Sonra gece oldu. Donmuş yıldızlar… Testekerlek ay donuk ve bembeyazdı. Konuşulmuyordu. Başım babaannemin dizinde, arabacının omuzu üzerinden görünen aya bakıyordum. Kardeşim Niyazi, annemin kucağında uyuyordu.

Annem, babaannem, halalarım çarşaflarına bürünmüşlerdi. Gece gittikçe derinleşiyor, yıldızlar çoğalıyor, sanki şıkırdıyorlardı. Arabacı cigara içiyordu. Arada kalın kalın öksürüyor, kalpaklı başı arabanın kenarına yaslanıp doğruluyordu. 13 Babaannem kurt sürülerine dair bir şeyler sordu. Arabacı, arkasına bakmadan cevaplar verdi. Geçende iki atlıyı atından alıp parçalamışlar… Sonra öksürdü. Babaannem titreyen sesiyle, bir duayı hızlı hızlı okuduktan sonra, anneme… — Kız, dedi, bu oğlan üşüyecek, ver o battaniyeyi! Babaannemin sarsmasıyla uyandım. Bir köydeydik. Ne ay vardı, ne de yıldızlar… Kocaman kalpaklı, iri yarı bir adam, lâmba tutuyordu. Bir han odasına alındık, hela kokuyordu. Marsık tüten bir mangal getirdiler, camı cigara kağıdıyla yazmalı bir de gaz lâmbası. Babaannem gene, eşkiyalara dair bir şeyler sordu. Eşkiyalara, çapulcu asker kaçaklarına, düşmana ve kurt sürülerine dair korkunç şeyler… Adam kalın sesiyle, tek tek cevaplar verdi; umursamayan, omuz silken, şüpheli cevaplar… Babaannem Allahülâyı okuyor. Dışarda esrarlı fısıltılar…

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir